42 GÜNÜN ŞİİRLERİ (*)

Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir
Ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi
iğne deliğinden geçeğen olur
Dokuna dokuna kıyıcıya cellada
Varır, sebebin kapısında durur

SONRASINDA

O alanın ortasındaki küçük parkta uzun boylu, eflatun çiçekler açmış. Bir öbek dolusu eflatun çiçek. Rastlantı mı bu? Olamaz. O çiçekleri tohumken saklayan bahçıvana sorsanız size söyler. “Kırmızının, sarının, beyazındı tohumlar. Nasıl oldu bilemiyorum tümü eflatun açtı.”

Eğer bizi kış günlerinde oralarda görmüşse; izlemişse, bilmesi gerekir. İyi bir bahçıvandır ki, onu o görkemli çevreye atamışlar. İyi bir bahçıvansa, çiçeğine sızan yabancı rengin nedenini bilir.

Eflatundur. Acılardan sızar gelir. İnsan acılarından. Bedenimizin elektriğiyle toprağa süzülür. Sonra ordan beklensin dursun eflatundan gayrı çiçek.

Analardık. Oğullarımızın kızlarımızın yattığı cezaevinden, görüşlerden çıkardık. Dağılırdık eskiden olsaydı. O açlık günlerinde dağılıp gitmeyi düşünmedik. Birlikte kaldık, Yürüdük yollar boyu. Otobüslere doluşup gittik. Görkemli yapılardaki yetkililere ulaşmaya. Dilekçelerde, dilekçelerde, sayısız pullarda umar aradık.

Soğuktu. Çoğumuzun sırtında ince giysiler. Çoğumuzun ayağında, eski, ıslağını içe geçiren pabuçlar. Her gün buralardaydık, yuvarlak, küçük parkta oturduk.

Kovalıyorlardı bizi kapı önlerinden. 'Azarlıyor itiyorlardı. Dövüşürdük kimileyin. Öfkeyle bağırırdık. Ama dayanamazdık, tutunamazdık fazlaca. Gelir, küçük yuvarlak parkta otururduk. Kamunundu parklar. Orda öyle sessizce oturdukça kim kızabilir? Orda öyle sessizce mi oturduk? Evet. Çok çok fısıldaşırdık. Ne yapabiliriz, ne yapmalıyız? Ama bedenimiz fırtınalar içindeydi. Dünyayı siren sesleriyle çığlıklarla dolduruyordu sessizliğimiz.

Nedir ki bağıran beş on kişi, asıl sen susana sor. Susana sor, bedeni ne biçim bir sarsıntı, deprem içindedir. Ve ne kıyametler boşaltıyordur havaya toprağa. İnsanların davranışlarını izlerdik. Saygıyla susarlardı yolda, otobüste. Görevliyseler üstlerine bir şaşkınlık bir bezginlik çökerdi, her an işi bırakıp gitmeye hazır.

Ve toprak, baslığımız toprak, bize çamurlar, sular, soğuk ıslaklıklar bağışlayan toprak acımızı; öfkemizi alır kabul ederdi.

O parkta günler boyu oturduk. Ayakta bekledik. Eflatun çiçeklerin açtığı toprakta. Eğer bahçıvan bizi görmüşse, açıklayabilir neden çiçeklerin sarı, kırmızı, beyaz değil de eflatun açtığını ve boylarının neden öyle dimdik, upuzun olduğunu.

AVLU

Avlu bir çığlıkla tamamlandı
Sanki eksikli kalırdı o çığlık olmasa
Uzun buzdan sarkıtlar biçiminde
Dondu çığlık

Dondu çığlık
Lacivert resimler çizerek üstümüze
— Ana o çığlığı nereden buldun?
Düşündü nöbetçi, sirenlerden mi
Martılardan belki
Ama nerde deniz? Deniz olmalı ki
Üstümüzde mavisi kesilmiş soğuk gökyüzü
Altımızda
Altımızda yanımızda ve her yerimizde
Avlu.

Avlu, o yedi günün birinde
Toplaşıp toplaşıp dağıldığımız
Yaşayan parçamız oldu.

Avlu
Kulübeler ve dikenli teller
Pembe ve çatık nöbetçi
Kalan altı günde birikir mi
Kurşuni damdaki deprem öncesi sessizliği

O çığlık olmasa yarım kalacaktı sanki
Üstümüze doğrultmaya tüfekler
Mekanizma sesleri
Geldi bütünledi
Çelenkti o, kara gövdesiyle devindi avluda
Dokusunda ilenç çiçekleri
Önünde durdukça herbir ananın
Büyüdü
Öyle ki
Onu kim görse dağ derdi
Şimdi biz
Yani biz analar
Artık o avluya nasıl sığarız

AVLU

Çığlık uzadı uzadı. Mapusane avlusunu dolandı. Damları ve bacaları sardı. Taş ve demir yüzeylerden içerlere sızmayı başardı. Göğe ağdı. Turnaları ürküttü. Maviyi soldurdu. Zorla büyütülmüş cılız ağaçları, albenisiz çiçekleri yokladı, uçaktaki havuza inip çıktı. Nöbetçi kulübelerine vurdu. Çatılmış tüfekleri salladı. Çavuş, iplerinden çekilmiş gibi sıçrayıp, erlerine komutunu çekti. Tüfeğini kapan yürüdü. İç avludaydı kadın. Çığlık sürüyordu.

Kollarından tuttular. Yarı yürür, yarı sürüklenir, götürdüler. Çığlık ilence dönüştü. Yüksekliğini bozmadan. “........ leeer. öldürdünüz oğlumu .........laaar, beni de öldürün..”

Hızını almıştı çığlık. Kadın sustuğunda da sürdü o.

Kadını, sonradan ekleme alçak damlı yapıya soktular. Yere yığıldı. Kollarından tutanlar birbirlerine baktılar. Kaldırsalar mı? Bıraksalar mı? Ayakta mı tutsalar, sandalye mi verseler altına? İnanılmaz şeydi. İlk kez geliyordu böyle bir şey resmiyetin başına. Yıllardır bu suskun kalabalığa, yalnızca ağlayan, gözyaşını yüreğine akıtan bu kalabalığa resmiyet komut veriyordu. Resmiyet öğüt veriyordu. Resmiyet bağırıyor, azarlıyordu. Arada bir tartaklama da görevleri içinde bir görevdi.

İnanılmaz bir şey oldu. Çığlık, bu sessiz, bu umarsız, bu incecik kadından fırlayıp çıktı. Kadın boştu şimdi, bomboş. Kendini ayakta tutan, diri tutan çığlığını nasıl koyverdiğine kendi de şaşıyordu. Yattığı yerde mi kalsın, kalksın mı, otursun mu?

— Ne bağırıyorsun kadın? diyecekti. Görevli eğer yakında olsaydı. Eğer vaktinde yetişseydi. Koşup geldi. Yere yumulmuş bir yığındı kadın.

Öfke söndü. Bir an, tutup kaldırmak, oturtmak geçti içinden. “Anadır bu,” diye yükseliyordu ki boğazından sesi, resmiyet ezdi onu.

— Tutanak tutulsun. Bize hakaret etti bu kadın, çabuk.

— Emredersin (.....)

Dağlar aşmış, beller aşmış, sular geçmiş bu kadın, kim bilir nerelerden, oğlunu görmeye. Beş dakika için. Yalnız beş dakika. “Nasılsın, iyi misin?“ "İyiyim anam, sen nasılsın?” '‘İyiyim” “Babam, bacım nasıllar?” “İyiler hepsi” “Bir isteğin var mı?”

Ancak aptal bir yazar uzatır sözü burda. Herkes, bilir ki dakikalar çoktan dolmuştur. Son bir kez bakışılmadan, bir gülümseyiş yakalanmadan, bir bedensel devinim izlenemeden, bitmiştir.

Olsun. Ana gelir. Üç günlük yoldan. Dağları dağları aşar, ırmakları geçer. Soluyan makinalardan garlara, otogarlara dökülür. Üst üste yığılmış yükler gibi dolar binitlere. Varır kapısına oğlunun.

Görüşler yasaklanmış da, nedense üç beş çocuğun görüşü kaldırılmamıştı. İçerde olanlar kentlerde köylerde birçok evi yakıp kül etmişti. Söylentiler sürüyordu. Zincire vurulmuşlar, dövülmüşler, üstlerine köpekler salınmış. Tekmelenmişler. Hayaları çiğnenip ezilmiş. Ana oracıkta, adının okunmasını beklerken, bölük pörçük duydu bunları. Bekledi. Oğlunun adı yasaklılar içinde çıkmamıştı.

Gizlice sevindi. Sonra utandı sevincinden. Ötekilerin yüzüne baktı. Yüzleri yüz olmaktan çıkmış acılı kadınlardı. Bi kez daha utandı. Sevinci yitip gitti. Orda kalanların arasından seçilip içeriye gönderilirken tedirgindi. Kızdı oğluna. “Niye herkesten ayrıldı ki? Bana kötü bakmaz mı şimdi bu analar?" “Hele bir,” dedi kendi kendine. “Hele bir varıp göreyim.”

Varıp gördü ki, oğlu ayakta duramıyordu. Sesi çıkmıyordu ağzından, başı sargılıydı:

— Ana, gördün işte, böyleyim, şimdi artık git, ayakta duramıyorum.

O saat anladı. Anladı ki bu ayrımın yükü oğlunun omzunda değil. Onlar onlar onlar ayırıp gösteriyorlardı bazılarını. Belki gözdağı, belki bir başka nedenle.

aşkın bakındı bir süre. Dışarı çıktı. Merdivenleri inmeye başladı. Dışarda öteki anaları gördü. Çatılmış silahları gördü. Köpekleri gördü. İşte o anda, çığlık yüreğini, ciğerini, boğazını zorlaya zorlaya açtı. Çıkıp gitti ağzından. Bir daha, bir daha durmamacasına. Bağıran o değildi sanki. Çığlığıydı.

Avludaki analar. Çığlığı alıp yerine koymaya onlar da hazır değildiler daha. Çığlık serserileşti orda. Aralarda gezindi. Çamaşır torbalarına girip çıktı. Başörtüleri, kınalı saçları, akları elledi, yoksul ayaklara süründü.

— Eyvah, nasıl gördü oğlunu kim bilir? Ya kızlar, onlar da... diye düşündü analar.

Görüş yasağı olanlar bitmiştiler. Ağızlarını bıçaklar açamazdı. Kendilerininki neceydi? İki ana oracıkta bayıldı. Tutup kaldırdılar. Kaldırdılar da banklara yatırdılar. Ağlıyordu çoğunluk, sessiz.

Çığlık gözyaşlarına girdi, kuruttu onları. Bayılanları ayılttı. Yakalarından tutup insanları, sarstı sarstı.

Görevlilerin üstüne vardı. Havlayan köpekleri sindirdi.

Sessizlik.

Tutanak yazıldı iş olsun. İş olsun imzalandı.

— İmzan var mı? dediler anaya.

— Var.

— At şuraya.

Attı. Kendine gelmişti. ‘‘Oğlum gitmiş, sönmüş oğlum. Beni de öldürün. Hiçbir şey umurumda değil.”

— Götürün bunu oğlum, yukarıya.

Yukarıya götürüldü. Kendine geldi ya, ne söyleyeceğini tasarladı merdivenleri çıkarken. Yukarda birilerinin top gibi gürleyeceğini bekliyordu. Azarlanacak, aşağılanacak.

Kapıyı açıp girdiğinde, tüfekliler çevresini sarıp, durduğunda orda, biri seslendi adıyla. Elindeki tutanağı sallıyordu.

— Niye öyle çığlık attın, niye ilendin, niye o sözleri söyledin?

— Oğlumu orda öyle görünce... Yavrumu sıkmış ezmiş un etmişsiniz ben ne edeyim. Neyim kaldı ki korkum olsun. Aha bir canım, onu da alın kurtulayım.

Yönetici tutanağı koydu masaya. Düşünceliydi. Sıkkındı. Resmiyeti yanına yanaştırmayacak gibi görünüyordu.

— Getirin oğlunu, yüz yüze görüşsünler. Görsün ki oğlu ölmemiş, görsün ki bunlar yedi canlı. Bişiycikler olmaz.

— Yel alsın ağzından.

Oğlunu getirdiler. İkisine de birer sandalye verdiler. Tuttu ellerini, öptü sevdi yüzünü.

Demek, diye düşündü ana, “Demek o çığlığı salıverme, tutmadan yeğmiş.” Gülümsedi.

İşi bitmişti çığlığın. Şimdilik. Usulca uçup saçağın en ucunda köşede, bir yere tutundu. Asılıp kaldı orda.

Her bakan onu orda görebilir.

(.....)

(*) Şair Gülten Akın'ın 12 Eylül askerî darbesi sonrasında Mamak Cezaevinde başlayan ve 42 gün süren açlık grevi ile ilgili olarak yazdığı destan'ın ilk sayfaları (ki şairin oğlu Murat Cankoçak da açlık grevinde olan mahkûmlardan birisiydi.)

GÜLTEN AKIN
Seyran, S. 333 - 341

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI