MERKAD-I FÂTİH'İ ZİYARET' ten
Her gûşesinde dehrin nâm-ı beka-nisârın
Şâyestedir denilse âlem senin mezârın,
Kaldın cihanda bir ân, her ânın oldu bir devr
Mülk-i ezeldi gûya tahtında hem-civârın,
Sensin o pâdişeh ki bu ümmet-i necibe
Emsâr bahşişindir, ebhâr yâdigârın.
(.....)
Bir dem yüzün gülünce âlem bahâr olurdu,
Misl-i küsûf her câ, zâhirdi iğbirârın.
(.....)
Bir yıldırımdı niyzen peyveste ka’r-ı hâke
Bir burc-ı hak-nümâdır, ermiş göğe menârın.
(.....)
Her dem sana açıktır ebvâb-ı arş-ı rahmet
Türbendir en azîmi feth ettiğin diyârın.
(.....)
İster idin ki olsun düşmenle yâr yekdil
Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.
(.....)
Açtı sana cenâhın cânân-ı sermediyyet
Etti anı derâğuş cân-ı cihan-sipârın.
(.....)
Medhinde şâirâne ilhâmlar gerektir
Tâ'rifi yerde bitmez arşa çıkan kibârın.
Abdülhak Hâmit Tarhan ( 1852 - 1937 )
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Mayıs 1953, S: 20, S. 510-512
Merkad: kabir, mezar
Dehr: dünya
Nâm-ı beka-nisâr: hiç unutulmayacak
ve her tarafta bilinen adın
Şayeste: lâyık
Necîb: soylu
Emsâr: büyük topraklar, karalar
Ebhâr: denizler
Şevket: ulu, yüce
Misl-i küsûf: güneş tutulması gibi
Câ: uygun
İğbirar: kırgınlık
Nîze: mızrak
Peyveste: ulaşmış, varmış
Ka’r: derinlik
Hak-nüma: Tanrıyı gösteren
Menar: minare
Ebvab: kapılar
Arş-ı Rahmet: Tanrı katında bağışlanmalar
Nigâr: sevgili
Sermediyyet: ebedilik, sonsuzluk
Derâguş: kucaklama, sarma
Sipâr: feda eden, veren
|
|