(Vakit: 1999) Liseye yeni başlamışım, bir sevgilim var; hisli ve yürekli bir kız. Ahmet Kaya'yı öğretiyor bana ve Orhan Veli'yi. Başlıyorum dinlemeye ve okumaya. Bir gün Ahmet Kaya'nın bir şarkısında denk geldiğim cümleyle doğruluyorum hayatımda; "Bugün de ölmedim anne."
Bakıp öğreniyorum sonra, Ahmet Erhan diye buruk gülümseyen bir adamla karşılaşıyorum. Bir şairin işgaline uğrayan hayatım, bu fethedilmişlikten hayli memnun biçimde devam ediyor serüvenine. Sevgilime Ahmet Erhan dizeleri yazıp yolluyorum geceyarıları, Ahmet Erhan ilk aşkımın orta hakemi oluyor. Önce birbirimizi, sonra herkesi sevmeyi öğreniyoruz. Ve elbet fiyakalı acılar çekmeyi.
"Ama şu an ölmeye niyetim yok. Babamın yaşı 51'i geçmeye çalışıyorum… Babamın öldüğü yaşa az kaldı yani!"
(Vakit: 2013) Uyandığımda ışığı yanıp sönen telefonuma bakıyorum; Ankara'da yaşayan çok sevdiğim şair kardeşim Kerim Akbaş mesaj atmış; "..." Sadece üç nokta yazmış bana. O kadar. Çünkü Ahmet Erhan ölmüş. Üç noktayla haberim oluyor. Evet, ölmüş. Ömrüm, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Diğer bütün şairler, sevdiğim sevmediğim şiirler, ilk sevgilim ve ona şiir dizeleri atmama aracı olan ilk cep telefonum, o telefonun yeşil-soluk ışığı, solgun fotoğraflar, zamanla karanlıkta uyumaya alıştığım geceler, sönen lambam... Fiyakalı acılarımıza bir toplu iğneyle fotoğraf iliştirmemizi söylüyor bu sefer bize hayat. Diyor ki "Bu buruk gülümsemeyi hep ruhunda taşıdın, şimdi gömleğine iliştir Ahmet Abini!"
Çok canım acıyor. Belki benimle birlikte, artık hayatın ayrı taslarına düşüp şaraba döndüğümüz ilk aşkım da ağlıyor o gün. Ahmet Abi'nin öldüğü gün.
"...
Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.
..."
Bunlar benim kişisel tarih notlarım. Mesafeli kalacak belki size, belki de ben göğsümü buruşturan hislerimi tam anlamıyla dökemeyeceğim şu an bu sayfaya. Ne yapalım, elden ne gelirse ona da şükür! Hatıralardan başlamalı belki ilkin, mesela şu; bir gece oturup dertlendiğimiz, biraz da içkiyi kaçırdığımız saatlerde mesaj atmıştım Ahmet Abi'ye. "Abi, senin şiirlerini okuyup biraz da içiyoruz. Saatler oldu, sen olmasan bu gece olmayacaktı! Doğum günün değil bugün ama iyi ki doğdun abi!" yazmıştım. Cevap atmıştı hemen; "Benim yerime de için kardeşim, bu aralar midem kötü pek içemiyorum. Çok da fazla kaçırmayın, yaşamak güzel..."
"...
Ölümü ve hayatı yan yana düşünmesini ne zaman öğrenir çocuklar?"
Büyük kederlerin çemberinde yer aldı Ahmet Erhan. Arkadaşları öldü, öldürüldü ve hatta bazıları da Sivas'ta ateşe verilip yakıldı. Hepsiyle aynı karelerde gülümsemişliği vardı vaktinde, sonra arkalarından acıyla şiirler yazdı. Fakat bütün bu 'darbelerin' arasından çıkan Ahmet Erhan, kederini asla 'güzelliğin' önüne koymadı. İki türlü açabiliriz bu cümleyi; birincisi en karamsar dizelerinde bile hüznü, şiiriyle besleyip olgunca koydu kâğıda. İkincisi; kimi şiirlerinde "Ölsem kimsenin umrunda olmayacak. / Öyleyse beni alnımdan öpsene toprak" derken başka şiirlerinde ise "Madem ki taşın taş olmaktan öte / bir umarı yok
Bir türkü söyle kadınım / Yürüsün dünyaya mutluluk" deyip yaşamayı kutsuyordu.
Belki de doğru kelimeyi buldum; Ahmet Erhan, duyguları kutsayan bir şairdi. Ve bu kudretli eylemi hep tevazuu ile gerçekleştirdi. Asla bir 'şairlik ceketi' özleminde değildi çünkü erken yaşta yazmaya başladığı şiir, onun üstüne çoktandır oturmuştu. Bir de üstüne 12 Eylül ve sürekleri eklenince, nüfus kâğıdındaki adıyla 'Erhan Bozkurt', babası Ahmet İzzet'ten aldı adını; Ahmet Erhan... Kendi deyişiyle ise şöyle;
"...
Buyrun, ben Ahmet Erhan
Bir kilo beşyüz gram gelmiş tartıda, doğduğu zaman
Dört ablanın ardından horoz çükü kadar bir oğlan
Doktorlar ve hemşireler arasında bahis salgını:
Yaşar mı yaşamaz mı, şu er ve han
Üç ayda topaç, dört ayda gülle gibi olmuş
Daha doğumda ağlamayı ertelemiş hinlikten
Ati ömrüne saklamış
Bütün lohusaların sütü ona akmış, rivayet o ki
Şımarıklığı bundan
Hoca, bu demiş ya katil olur ya büyük adam
İkisinin arasında zati bir soğan zarı
Doğa kanunu kurt kapanı
Kapanın elinde kalmış dört mevsim diken...
..."
Adanademirspor'da futbolcu Ahmet Erhan, Türkçe öğretmeni Ahmet Erhan, şair Ahmet Erhan... Vaktinde Fatih Terim'le aynı takımda top koştururken, Adıyaman maçında rakip sağ bek kaval kemiğini kırar Ahmet Erhan'ın ve onu şairin deyimiyle 'şiire deplase eder'. "Küsme huyum vardır benim, futbola küstüm ben" diyordu bir röportajında. Küskün bir ağabeydi o, "...anla, tek yasal sloganın şu olduğunu: / tek yol ölüm!" diyordu sanki ayağı kırık bir atın ölümünü bekleyişi gibi. Ama ironi burada; koşup durdu ayağı kırık da olsa! Belki de en zor madene, şiire gömülmekte bulmuştu bu küskün mizacı ayakta tutmanın yolunu. Bu yüzden bu yazı 'Ahmet Erhan Şiiri' üzerine değil; sadece mizaçların çarpışması. O ve ben. Böylesi makbul geliyor şimdilik bana.
Ahmet Abi, "Bir yengeç gibi sar bedenimi
Sonra istersen kayalara bırak / Yırt at cebindeki o şiirleri / Yazılan yazıldı çoktan, okuyan okudu" dese de sonsuza dek sürecek bir şiir duruyor karşımızda. Okunacak, yazılacak ve zaman boyunca uzayacak. Adı: Erhan Bozkurt. Adı: Ahmet Erhan.
"Ah benim evcil kalbim
Artık "hayır" demeyi de öğrendi"
(Zaman: Şimdi) Öğrendik Abi "Hayır" demeyi ama ölümü ve hayatı yan yana düşünmekte zorlanıyoruz biraz. Meşhur şarkı sözlerinde senin dizelerinle duygulananların seni bilmeyişine içerliyoruz. Dudağına değen suyun pınarına gidip teşekkür etmeyenlere güceniyoruz Abi. Bu vakte kadar ilham aldığımız şiirlerini daha bir genişletip açmanın arifesi bu. Ve seni okuyup kursağımızda üzümü ekşittiğimiz gecelerde yine sana mesaj atacaktır bu çocuklar. Ama bu kez onlar diyecek sana "Abi, yaşamak güzel, iyi ki varsın!" diye. Ve ellerimizde yükselen tabutun toprağa bırakılmayacak. Çünkü sen daha iyi bilirsin ki usta, bazı tabutlar sonsuza dek elden ele taşınır da, asla toprağa gömülmez!
KAAN KOÇ
Akşam, 11 Ağustos 2013

ŞİİRLERİ