HARİKULÂDE MUKADDlME
İnsan, hayatının tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar. Bu bakımdan seyahat "Harikulâdelikler avı" demektir.
Keskin akıllılar "Harikulâde"nin zamanımızda artık bir manası kalmadığını söyleyebilirler. Harikulâde hiç bir zaman hakikat sahasında var olmamıştır ki bundan böyle olsun.
Başka bir münasebetle de söylediğim gibi, sırf kendi zihnimizin bir çalışma mahsulü olan ve sinema gibi bir kaynaktan dışarıya vuran "harikulâde", birkaç alelâdenin birleşmesinden meydana gelir. Öküz alelâdedir, ağaç alelâdedir, vakta ki öküz ağaca çıkar, harikulâde vücuda gelir. Eski milletler, dinleri için lazım olan tanrıları hep bu düstur ile yaptılar. Yunanlılar, insan bedenini beygir vücuduyle birleştirerek Centaure denilen mitolojik yaratığı, Asurlular, insan başını öküz vücudunu ve kartal kanadını hep bir yere getirerek büyük mabudlarını yarattılar.
Bu ameliye, hayâl yaratıcı şairin her dakika yaptığı ameliyedir. Hele geçici bir şâir olan seyyah, yabancı alemler içinde kendisine ârız olan cahillik sayesinde etrafını daima uydurucu bir gözün hayretleriyle görecektir. Evliya Çelebi'nin eski Türkiye'si, Comte de Gobineu'nun Afganistan'ı ve İran'ı, Pierre Loti'nin İstanbul'u, Paul Morand'ın New York'u, ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği birer harikulade hayâldir.
İşte şâir ve seyyahın bu akrabalığı yüzündendir ki seyahat yazısı, hiç bir dil hünerine muhtaç olmaksızın, bir şiir kitabının kardeşidir. Seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim. Bütün çocukluğum onlan okumakla geçti. Kış geceleri dışanda rüzgâr ulurken, bir gaz lâmbasının ışığını göz bebeklerimde, iki altın nokta gibi taşıyarak zengin bir ateş karşısında, rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamelerinin masum ve namuslu üslûbundan aldığım tadı bana pek az edebiyat eseri verebilmişti.
Bu edebiyatın rengini ve lezzetini pek iyi bildiğim için dıştan çok içten bahseden bu renksiz ve vak'asız küçük kitabıma "Seyahatname" ismini vermekle okuyucuyu aldatmış olmaktan korkuyorum. A. H.
GECE
Bu bir hastanın yol notları, rüzgarlı, karanlık bir sonbahar gecesiyle başlar.
İstanbul'un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve Üsküdar taraflarının göklerini uzak bir yangının hafif kırmızılığına boyanmış bıraktım. Onun için zifiri bir karanlıkta tren Sirkeci'den aynlırken sinirlerim iyi değildi. İnsan geceleyin nasıl yola çıkmağa cesaret eder?
Bunu, bir köşesinde büzülüp kaldığım kompartımanımda siyah siyah düşünmeğe koyuldum: Gece her çeşit kuruntuların kafatasımızın kovuklarından çıkıp, hakikat çehreleri takınarak, sürü sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve göğü tuttukları saattir. Uyku, geceye bir panzehir gibi tesir etmese, insan, karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilir.
Uykusu kaçmış bir adam, oturduğu odanın penceresinden kendi bahçesine bile bakamaz; çitlerin genişlediğini, demirlerin, taşların, ağaçların, çiçeklerin en akla gelmez şekillere girerek bir şeyler fısıldaşmakta olduklarım, tüyleri ürpererek görür.
Sonsuz karanlıkları, uzun ve büyük bir burgu gibi delip geçecek olan trenimizin kafası ve gözü, iki üç saat sonra uykunun ve yorgunluğun uyuşturacağı iki makinistin aciz kafası ve gözünden başka nedir? Alevlerin deli ettiği makinelerin bin bir ihanet ihtimaline karşı bunlara nasıl güvenilebilir? Sonra, karanlıkta çelik yolların asıl sahipleri kimlerdir? Bunlar, herkes uyurken, yıldızlar altında ne işler görür?
Ölüm, canları gece alır, acılar gece çözülür, kaza ve kader, gece işini görmeğe koyulur.
Nihayet uyumuşum. İkinci gün, güzel bir sonbahar güneşi aydmlığiyle, neş'eli Bulgar kırları içinde uyandım.
S. 169-171
(.....)
FAUST'UN MÜREKKEP LEKELERİ
Frankfurt'a gelene herkesin sorduğu şunlardır:
- Eski şehri gezdin mi? Rothschild'lerin evine gittin mi?
- Goethe'nin evini gezdin mi?
Frankfurt şehri meşhur zengin Rothschild'in ve şair Goethe'nin vatanı olmakla iftihar eder. Vardığımın ilk günü Goethe'nin evine koştum. Romanyalı hasta arkadaşımla beraber.
Gün pazardı. Eski bir İstanbul sokağını andıran gürültüsüz, tenha, temiz, loş bir sokakta eski bir İstanbul konağının tokmaklı kapısı önünde durduk ve bir elektrik zllinin düğmesine dokunduk. Goethe ne kadar büyük bir şâir olursa olsun, ölümünden yüz sene sonra, bütün duvarları, bahçeleri, meydanları taze sarı çiçeklerle dolduran bu neş'eli ve güneşli sonbahar sabahında loş bir sokaktaki loş evinde kendine kafi bir müşteri kalabalığı bulabileceğini pek de ummuyordum.
Şahlanan maddiyatın ruhunu yok etmesi gerekiyorsa, artık harikulâde fenni keşifleri sayılamayacak bir hale gelen, gökte koca Zeppelin'i uçurup kuşları eski bir makine gülünçlüğüne düşüren, Atlantik'te Bremen vapurunu işitilmemiş bir hızla kaydıran, hava azotundan "sun'i gübre", odundan "şeker", kömürden "benzin çıkaran şu altın gözlüklü, kenevir saçlı, golf pantalonlu kimya savaşı hazırlayıcıları genç "Herr Doktorlar" vatanında eskl bir şâirden başka bir şey olmayan Goethe'yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz diye dUşünüyordum. Meğer aldanmışım.
Bir mezara inecekmişim gibi soğuk bir ürperme ile açılan kapıdan içeriye girince hayretten dona kaldım. Burada ruhun aydınlığı bir şafak ışığı gibi yüzümüze vurdu. Evin içi talebe yaşında çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalıkla dolu idL Bunların hepsi de Alman'dı, yani bizim gibi merakın oraya çektiği seyyah ve yabancı cinsinden boş kayıtsız bir gölge yığını değil.
Frankfurt'un zengin iki üç ailesinden birine mensup olan Goethe'nin konağı kuyulu idi. O zamanlar kuyusu olmak bir aile için mühim bir imtiyazdı. Ancak Rothschild'lerin, Goethe'lerin kuyusu vardı. Halk için sokakta çeşmeler akardı. Mutfakta Goethe ailesinin muhteşem kuyusuna saygıyle baktık. Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran elli altmış tatlı ve pasta kabı Goethe'nin annesinin ne sıcak bir ev kadını olduğunu gösteriyordu.
Ev, olduğu gibi muhafaza edilmişti. Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül perdeliydi. Şâirin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu. Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyle dolu idi. Sanki şâirin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefinin kokusu o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.
Nihayet şâirin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de "Goethe Faust'u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust'un lekeleridir!" dediği zaman kalabalığın son dereceye varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için, medeni nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine bir yol açmağa çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada, namütenahi yıldız serpintileri idi.
AHMET HAŞİM
Frankfurt Seyahatnamesi

ŞİİRLERİ