MEHMET AKİF ERSOY'UN
SANAT VE ŞİİR ANLAYIŞI ÜZERİNE

A.

Mehmet Âkif’in Sanat ve Şiir Anlayışı

Mehmet Âkif'in hayatında en çok sinirlendiği sözler şunlardı: Sanat, sanat içindir, Sanatın gayesi sanattır. Sanat mukayyet değildir. Onun, bu konuda kanaatini soran bir öğrenciye verdiği karşılık şudur:

Bu sözler yeni değildir; onlara uyan kimse de yoktur. Doğuda ve batıda yetişmiş ünlülerin ölümsüz eserleri incelenirse görülür ki bu yazarların herbiri, yazdıkları bütün eserlerinde mutlaka bir gaye takip etmiştir. Demek ki, sanat mutlak değildir. Bu düsturların hükmüne uyulmadığına göre sanat mukayyet kalıyor, öyle ise sanatı birtakım hasis emellere, sefil, iğrenç maksatlara âlet edinmektense, yüce, temiz, asil, necip duygulara, düşüncelere vasıta kılmak elbette daha akıllıca bir hareket olur. Bugün sanat, sanat için değil, cemiyet içindir, diyorlar...

Mehmet Âkif, bu görüşünü, Emil Zola’nın Meyhane adlı eserine, zamanında yapılan saldırılara karşı kendini ve eserini savunurken, kitabında, ahlâka aykırı gibi görünen sayfaların, ahlâksızlığı terzil suretiyle, ahlâka hizmet etmiş olduğunu izah ettiğini söyleyerek, bu yoldaki düşüncelerine tanık vermektedir. Bu tanıkların arasına Alfons Dode'yi de katan şairin, Hasan Basri Çantay’ın bir sorusuna verdiği karşılık ise şudur:

Ben kendimi, milletimin huzurunda gördüğüm gundenberi sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim.

Bundan dolayı Mehmet Âkif, zamanındaki şairlerden ve onların yazdıklarından şikâyetçidir:

Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen şair
Yalınız şi’rine mevzu, iki şeyden biridir
Koca millet. Edebiyyatı ya oğlun, ya karı
Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları

Mehmet Âkif, bu yoldaki şiirlerden şikâyetlerini türlü zamanlarda, türlü eserlerinde tekrarlamaktadır:

Ne Kaldı? Bir edebiyyatımız mı? Vâ esefâ
Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyaca vefâ;
Ya ruh-ı milleti efsunluyor, uyuşturuyor.
Ya sinelerdeki hislerle çarpışıp duruyor;
Şarap kokar eslâfın en temiz gazeli
Beş-altı yüz sene, sâki heva-yı mübtezeli
Sinir bırakmadı Osmanlılarda gevşemedik...

Asım'da Mehmet Âkif’in öfkesi daha da artmıştır:

Şuara dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar, hani bakmak mekrûh
Dalkavukluktaki idmanları, sermayeleri;
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespayeleri
Bu sıkılmazlara ‘medh et’ diye, mangır sunarak
Ne erâzil adam olmuş, oku tarihi de bak
Edebiyyata edepsizliği onlar soktu,
Yoksa din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi ‘hakikat’ kusuyor, Sıtkı Dayı.
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir da şarap;
Kıble; Tezgahbaşı, meyhaneci oğlan: Mihrap.
Git o ‘divan’ mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi 'Sandık Burnu.’

Birinci Safahat’ın başındaki İthaf şudur;

Bana sor sevgili kari’ sana ben söyleyeyim.
Ne hüviyyete şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu bilirim, çünki, ne sanatkârım
Şi’r içün gözyaşı’ derler, onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım.
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım.
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Mehmet Ali'ye ithaf'ında da:

Bir nusha-i kübrâ idin, oğlum, elimizde:
Sen benden okurdun seni, ben senden okurdum.
Yüksekliğin idrâkimi yorgun bırakırca,
Kalbimle yetişsim diye, şairliği vurdum.
Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş...
Lâkin ben o ahengi ne duydum, ne duyurdum.
Yıktım koca bir ömrü de, baykuş gibi geçtim,
Kırkbeş yılın eyyam-ı harâbında oturdum.
Sen, başka ufuklar bularak, yükseledurdun:
Ben, kendi harâbemde kalıp, çırpınadurdum.
Mağmûm iki-üç nevha işittiyse işitti;
Bir hoşça sadâ duymadı benden hele yurdum.
(İstanbul, 4 Temmuz 1334) (1918)

Mehmet Âkif’in kendisi ve kendi şiirleri hakkında söyledikleriyle, manzumelerini sıkıştırdığı dizelerde de, onun şiiri ve şairi nasıl anladığı üzerinde kimi ip-uçları bulabiliyoruz;

Seyfi Baba manzumesinde:

Şair olsam yine tasviri olur bence muhâl
O perîşanlığı derpiş edemez çünkü hayal

diye, çıplak bir sefalet sahnesi olan olayı anlatmak için hayal gücüne sahip bir şair olmak gerektiğini söylemektedir.

Bir başka yerde

Anladım ben ne kadar şi’re özensem de, demek
Seni ey sevgili kari, bu telakki pek pek
Azıcık güldürecek... Yoksa öbür yanda, hazin
Bin hakikat sırıtırken kıyısından denizin
Deyeceksin ki: "Hayalin yeri yoktur... Boşuna."

Hüsran adlı şiir, onun, şairliğinden umduğu gayeye, vatan ve milleti uyandırmağa yönelik ülküye kavuşturamadığının iniltisidir. Bu şiirin yazılış tarihi, İstanbul, teşrinievvel, 1335 (1919) dur.

Bir yerde de

Edebin şimdiki mânasına densin, hezeyan diyor; demek ki, belli ve milletçe kabul edilmiş yüksek bir ülküyü dile getirmeyen şiirleri o saçma saymaktadır.

Asım'da zamanındaki şairler ve kendisinin nasıl bir meslek sahibi olduğunu soran, babasının öğrencilerinden, Köse İmam’a verdiği karşılık şöyledir:

Hangi sanatta rüsûhun göze çarpar? Anlat.
Ulemadan mı sayıldın? Fukahâdan mı?
- Hayır.
Ya siyasi mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
- Şairim.
- Olmaz olaydın: O ne yüzler karası.
Bence dünyadaki işsizlerin en maskarası.
- Affedersin onu.
- İmkânı yok etmem, ne demek,
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,
Senin olmuştu bugün bil ki o kırkaltı sene.
- Ama pek hırpaladın şiiri..
- Evet, hırpaladım:
Çünki merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de tarih okudum; âlemi az-çok bilirim.
Şuarâ dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

Köse İmam’ın şiir ve şairler hakkındaki yermelerine karşılık Mehmet Âkif bunları şöyle savunmaktadır:

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi'ri sever.
- Vâkıâ "inne mine’ş-şi’ri..." büyük bir ni'met.
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.
Ben ki Attar ile Sa’di’yi okur, hem severim;
Başka vâdileri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın mânâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi Mevlitci diyor...
- Âh olabilsem, nerde?
Yetişilmez ki Süleyman Dede yükseklerde.
Kimi bid’atçi diyor.. Duyduğum en çok bunlar.

Hüsran adlı şiir, onun, şairliğinden umduğu gayeye, vatan ve milleti uyandırmağa yönelik ülküye kavuşturamadığının iniltisidir.

Mehmet Âkif, Şair Huzûrunda Münekkid'de şairle münekkidi şöyle karşılaştırmaktadır:

Düzer yâve-gû bir herif bir gazel:
Müeddâ perîşan, edâ mübtezel
Tabî'î-o, gâyetle parlak bulur;
Okur, dinletir, söyletir, gaşy olur.
Biraz sonra bastırmak ister, fakat.
Sakın olmasın der ufak bir sakat,
Büyük, muktedir bir münekkid arar,
Nihayet zarîfin birinden sorar;
Gözetmez bu âdem de hâtır, huzûr
Bulur lâfz u mâ'nâda birçok kusur.
Herif şimdi tenkîde hiddetlenir,
Rezilâne artık neler söylenir;
Biraz dinleyip sonra, bak, der zarîf:
Sizin nesriniz nazmınızdan lâtif!

Bu bölümü bitirmeden Mehmet Âkif’in şairle münekkidi, bir yönden nasıl tanıttığını gördükten sonra onu ayrıca bu konuda intikad başlığı ile yazdığı bir yazıda söylediklerine bakıyoruz.

"Doğru bir intikad için her şeyden evvel sağlam bir kafa ile sağlam bir yürek lâzım. Bunların ikisini birden kendisinde cem’edebilmiş olan bir müntekidin verdiği hükümler bir dereceye kadar hakikate yaklaşabilir.

(.....) Bizde şimdiye kadar sözüne itimad olunur bir müntekid çıkmamıştır, diyecek olursak, intikadın ne ehemmiyetli, ne azametli bir iş olduğu anlaşılır," diyor.

"Bir şâir her eserinde şâir olmaz, ya’nî insanın her yazdığı şiir derecesine çıkamaz. En büyük şâirlerin öyle yâveleri olur ki en küçük şâirden sudur etmez. Bunun gibi herze söylemekle iştihar edenlerin arasıra öyle sözleri görülür ki şahslarına verilemez. Onun için hakkında hüküm vereceğiniz eseri sahibine aid olmak üzere taşıdığınız fikirden tecerrüd etmeden okursanız dâimâ yanılırsınız."

Mehmet Âkif’in âdeta kendisiyle şakalaştığı dizelerine de yer vererek bu bölümü bitirmek istiyorum. Bir Arıza manzumesinde şunları okuyoruz.

Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var
Manzûm sayıklar gibi manzûme sayıklar
Zannım mütekâid şuarâdan olacak ki
Hiçbir yenilik yok, herifin herşeyi eski
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş, ne bıyıktan
Âsârı da memnun görünür köhne kılıktan
Hicrî, kameri ayları ezber bilir amma
Yirminci asır zihnine sığmaz, ne muamma!
Ma’mûre-i dünyâyı dolaştıysa da, yer yer,
Son son, "Hadi sen, kumda biraz oyna!" demişler.

B.

Mehmet Âkif’in Şiirleri hakkında söylenenler

Cenap Şihabüddin, onun hakkında şunları yazıyor:

"Şi’r-i Milli namıyla, ırkımızın rüsûm ve an'anâtına ait neşîdeler kasd ediyorsak, pişinde serfürû edeceğimiz bir dehâ-yı sanat görüyorum: Mehmet Âkif. Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir billûrî beya içiinde, menazır-ı milliyeti teşhir etmemiştir. Türk ve İslam ruhu, Safahât’ın ruşeym-i ilhamı oldu. Tarîh-i Edebiyyat, şimdilik, büyük Âkif’den daha büyük bir İslam ve Türk şairi tanımaz."

Necid Çöllerinden Medineye şiiri çıktığı zaman, Süleyman Nazif, Cenap Şihabüddin’e, bu şiiri nasıl bulduğunu sormuştu. Cenab’ın verdiği cevap şudur:

"Bir hâdisedir, bundan sonra Âkif’e erişilemez."

Mehmet Âkif’in Boğaz Harbi’ni anlatan şiiri hakkında Abdülhak Hâmit "Âkif’in bu eseri dünya durdukça yaşayacaktır. Onun bir nazîrini yapmak muhaldir" demiştir.

Ömer Seyfeddin "aruzla yazanlar arasında bugünün en büyük şairi Mehmet Âkif’tir. Safahat'ta umman gibi dalgalanan, bazan sakin, bazan son derece muhteşem bir ruhun akisleri var. Süleymaniye Kürsüsü'nde itiraz kabul etmez bir şah eserdir." demiştir.

Mehmet Âkif'in yâr-ı cânım, üstâd-ı hakim, Hazret-i Ferid dediği Ferid Bey’in de enis-i ruhum Âkif diye hitap ettiği şairin şiirleri hakkında o, şunları söylemekledir:

"Sen de sanatta gayet aramıyorsun, lâkin gayette sanat arıyorsun. Mesleğin, umumiyetle maksadını te’mine kâfidir. Feyyaz kaleminle istediğin cevelanı ver. Ciddi eserlere teşne olanları feyz-ı kaleminle reyyan et. Safahatın bu kısmını teşkil eden manzumelerin menbaı Furkan-ı Hakim olduğundan hepsinin ilham ı mahz eseri olduğunu söylemek zaiddir. Hemen söyle, hemen yaz. Tevfik-ı Hak refikin olsun, azizim."

Süleyman Nazif bir yazısında Mehmet Âkif'i şöyle tanıtmaktadır:

"Elden çıkan memleketlerin taşına, toprağına hiçbir şairimiz Mehmet Akil kadar rabt-ı aşk etmemiş ve onların zıyâına hiçbir şairimiz Mehmet Âkif kadar samimi göz yaşları dökmemiştir. Hiç unutmam, Balkan Harbi’nin son safhasında ve son günlerinde İstanbul’da bir Müdafa-i Milliyye Heyeti teşekkül etti. Neşriyat şubesine Recaizade Mahmud Ekrem Bey intihap olunmuştu... Safahat Şairine bizim için bir Şehname-i Milli yazmasını ve bu yolda bir eseri isdâ' için vücudu muktezi evsaf ve şerâiti yalnız kendisinde gördüğünü, Mehmet Âkif'in mesleğine, şiirine derin bir kin ile muarız bir-iki zat da mevcut olduğu halde, o mecliste âdetâ vasiyyete benzeyen bir tavr ile tavsiye ve beyan etti. Bu meseleyi yolda tekrar ile Mehmet Âkif’in eş’ârı hakkında meftuniyetler izhar etti. Üstad Ekrem’in talep ve emr ettiği şeyi biz hepimiz Safahat Şairi’nden reca etmeliyiz.

Mehmet Âkif, din ve vatanın en siyah günlerinde onun matemini terennüm etti. Hakkın Sesleri mübdiinin samîm-i kalbinde hissetmediği hiçbir şey onun şiirlerine karışmamıştır. O, nasıl duydu ise öyle yazdı. Her duyduğunu yazmamış, fakat her yazdığını mevcudiyyet-i manevî ve maddiyyesini saracak surette duymuştur. Öyle olmasaydı, yazıları karşısında kalbler bu kadar ihtizaz etmezdi. Mehmet Âkif kadar maâyib ve mesâviden müteneffir pek az adam gördüm. O, tehakküm ve tecebbürün, hakka ve acze tasallut eden her kuvvetin hasm-ı bîemânıdır. Nerede bir za’af ve mahrumiyyet, nerede bir ıztırap ve sefalet ve sarılacak bir ceriha görür ve işitirse onlara karşı yalnız kalemini ağlatmakla iktifa etmez, âğûş-ı tehassüsünü açarak imdada şitab eder. İstibdad manzumesi, lisanımızda pek az naziri ve nev'i meyanında ise bînazîr olan bir bedîa-ı sanattır. Kelimeler, Mehmet Âkif’in hemen her sözünde olduğu gibi birer boya ve ses kuvvetiyle manzara ve vekayii hem tenvir, hem intak ediyor. Mehmet Âkif’in manzumeleri bazılarınca istihfâf ediliyor. İstihfâfa yeltenenler de, gariptir ki şair ve mütefekkir geçinen bazı derbederân-ı fikr ü vicdandır. Onların kısm-ı a’zamı ellerindeki günügün resmî şehadetnamelerle kayd ve ta’b edilmiş olan ulûm-ı tabiiyye ve müsbeteye Mehmet Âkif kadar vâkıf mıdırlar? Hâşâ. Şark u garbın, benim bildiğim lisanlarında ve bu vadide, gerek telif, gerek tercüme suretiyle bu kadar güzel ve pürüzsüz, kusursuz bir şiir okumadığımı fahr ü lezzetle itiraf ederim."

Mehmet Âkif hakkında etraflı bir kitap yazmış olan ve onun Taceddin Dergâhı’nda en yakın arkadaşı ve dostu rahmetli Hasan Basri Çantay Âkifnâmesinde, şairin türlü yönlerini, özelliklerini ve şiirleri hakkındaki görüşlerine, çoğu hatıralarına dayanarak sergilemiştir. Ayrıca şairin ölümü üzerine gazete ve dergilerde çıkan yazılara da bu kitabında yer vermiş bulunmaktadır.

C.

Şiirlerini Nasıl Yazdığı

Süleyman Nazif’in bu konuda bütün okuyucularının kendisine katılacağı görüşlerine yer, vermektedir:

"Zebur sahibinin yed-i i’câzında ahen ne idiyse, Safahat şairinin dest-i ibdâında kelime ve aruz da odur. Usul ve kavaidini bilmediğim ve fakat kırk seneye kârib bir zamandan beri naz ve kahrını çektiğim efâîl ve tefâîlin ba'zan ne kadar serkeş, ne kadar mütemerrid olduğunu bilirim. İhtimal Mehmet Âkif de bu melekeyi ihraz için uzun seneler çalışmış ve yorulmuştur. (.....) Nesirlerimize bile gıbta âver olacak selâset-i ifade ve suhûlet-i beyan, şairin manzumelerini emsalinden tefrik ve temyiz eder. Sühûlet mi? Heyhat... Meslekten olmayanların su gibi okudukları o mısra’lar, meslekten olanların pek çoğunca mümteniü’l-ibdâdır. Esere medhal olan mükâlemede lisanımızın son tekâmülü ve kabiliyyet-i inşâdıyla o serkeş aruzun Mehmet Âkif gibi bir üstad elinde ne kadar mûnis ve mülâyim hale geldiği görülür. Bunlardan başka muhavere serâpâ şiirdir; serâpâ zarâfet ve letâfet."

Onun şiirlerini nasıl yazdığını, Teceddin Dergâhında beraber kaldığı merhum Hasan Basri Çantay şöyle anlatıyor:

"Evvelâ planını hazırlardı. Plan üzerinde fazla tevakkuf ederdi... Planını hazırladıktan sonra, eline avuç içi kadar bir kâğıt alır, şiirini ona karalamaya başlardı. Şiiri o kadar kolay yazamazdı, çünkü müşkilpesentti. O minik kâğıt üzerine döktüğü mısra’lar, kelimeler üstâdın elinden neler çekmezdi. Çok vakit mısra’ları, beyitleri kâğıtcığına tam olarak yazardı. Fakat kelimeler üzerindeki tevakkufu fazlaca idi.

İşte su gibi okuduğumuz, ruhumuza kana kana, doya doya sindirdiğimiz o yedi ciltlik ve altıbin bu kadar beyitlik Safahat hep o minik kâğıtlardan meydana gelmiştir. Rahmetlinin şiirlerindeki selâset, tabiiyyet ve samimiyyetle o şiirlerin yazılışındaki bu zorluğu tezat şeklinde görenler bulunabilir. Fakat hakikat dediğim gibidir ve o akkın ve güzel şiirler, Âkif’in hayatını yıpratan, mevcudiyyetini sarsan böyle büyük büyük emeklerden doğmuştur."

Hasan Basri Çantay merhum, bir gün kendisine latife olmak üzere, Safahatındaki ufak-tefek (kafiye) kusurlarından bahsetmek istemiş, bu arada

"Var mı Abbas’ı bilmeyen? yoktur
O sahâbîyi dinleyin ne diyor?

beytindeki (yoktur-ne diyor) kafiyelerine nazar-ı dikkatini celb eylemiştim, derhal dedi ki:

- Ben o kitapta daha neler görüyorum. Hani elimden gelse (Safahat)ı yakacağım! Şiir hakkındaki düşüncelerim şimdi bambaşka olmuştur. Bugün yazdığımı yarın beğenmiyorum. Allah on sene daha ömür ve vakit verirse artık (şiir) yazmıya çalışacağım. (.....)

Üstadın ilk işi kitabının ba'zı yerlerini ta'dil etmek oldu. Onun tashihlerinden geçen (Safahat) evvelkinden daha güzeldir (.....) Ba'zı mısra’ları tamâmen tayyetmiş, kitabına yeni yeni mısra’lar, beyitler eklemiştir."

Rahmetli Hasan Basri Çantay’ın bu söylediklerini gördükten sonra, Mehmet Âkif’in manzumelerinde 1908’den beri güngünden hız alan dil sadeleşmesinin tesirini görmenin yanında, onun şiirleri üzerindeki titizliğini düşünmek, daha doğrudur gibi geliyor. Netekim Arapça ve Farsça kelime ve terkipleri değiştirip yerine Türkçelerini koyduğunu anlatmak için verilen tanıklar arasında buna aykırı düşenler vardır.

"Şüpheler doğrusu gittikçe terakki ediyor" mısraını "şüpheler doğrusu teeyyüd ediyor" şekline; "cevelanına" kelimesini "pervâzına" diye değiştirmesi; "aşiyan-ı gamgin" yerine "Aşiyan-ı perişan" değiştirmeleri de böyledir. Ben, bunları sadeleşme değil, daha ziyade ifadenin Türkçeye daha yatkın olmasını arama diye alıyorum. Yazarın karşılaştırdığı manzumede gösterdiği değiştirmelerin büyük bölümü, ifadenin Türkçeye daha yatkın olması düşüncesiyledir. Safahat’ın son kitabı olan Gölgeler'deki şiirlerin ilk kitaplarındaki şiirlere bakınca daha sade görülmesi sebebinin Âkif’in dilinde Türkçeye ve sadeliğe doğru yönelmesinde aramak doğrudur; fakat bu son iki kitaptaki şiirlerle karşılaştırıldığı zaman bunların da ilk kitaplarında benzeri konularda yazdıklarından pek büyük bir farkı olmadığı görülecektir.

Ç.

Mehmet Âkif’in Şiirlerinde kusurlar ve şivesizlikler

Onun şiirlerinde az da olsa sözünü etmeğe değer kimi kusurlar ve şiveye uygun düşmeyen yerler vardır. Rahmetli Hasan Basri Çantay "benim gözüm başlangıçtan buraya kadar hayli kusurlar gördü. Sehl-i Mümteni’e örnek gösterdiğim ilk kıt’ada bile, meselâ tenafürler var. Diğerlerinde de buna benzer bazı hatalar sırıtıyor..." diyor.

Safahat’ın birinci kitabının başında bulunan bu kıt’ada ben tenafürün nerede olduğunu göremiyorum. Kör Neyzen şiiri için yazar, ehemmiyetsiz kafiye, imale ve zihaf hataları hoş görülmek şartıyla başka manzumelerinde halkın telâffuzuyla namaza diye söylediği bu kelimeyi Fatih Camiinde vezne uydurabilmek için Şair namâza diye yazmıştır.

Düşündüler bunu nerden, nasıl getirmesini dizesi bir şivesizlik örneğidir. Kimi kez ilk kullandığı kelime sonradan düzelttiğinden daha uygundur:

"Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer'e" Arabistan - yani çöl- sözkonusu olduğuna göre, şairin değiştirdiği yaş diken odundan daha uygun sayılmalıdır.

"Bir dinle de gör çocuk mu?
İnsaf nedir, o, sizde yok mu?"

beytinde kafiye tutmuyor

"Lüzumu hiç bile yokmuş ya, sonradan denedim" dizesinde bile kelimesi yerinde değil.

"Bir yığın kuvveti var, hem ne tabii de, henüz
Biz o kuvvetlere iller gibi hâkim değiliz"

beytinde kafiye hatalıdır.

D.

Sevdiği şairler

Süleyman Nazif’in kanaatine göre Mehmet Âkif’in pek çok sevdiği şairler şunlardı:

Araplardan İbn Fârız, Türklerden Fuzûli, Farsça yazanlardan Sa'dî-i Şîrâzi, Fransızlardan Lamartin. Bunlardan başka yine Fransızlardan Alfons Dode ile Emil Zola, Türklerden Nedimi, hattâ hicivci Eşrefi de ‘hubb-i sanatla’ sevdiğini söylüyor.

Halbuki Mehmet Âkif, yalnız onları değil, daha birçok şairleri de sever, şiirlerini tatlı tatlı okurdu. "Mukallitliği de yapamıyoruz" başlıklı bir makalesinde şöyle demişti.

"İmrü’l-Kays’ın, Nabıga’nın, Anterî’nin, İbn Züyerk’in, Ceri’in, Mütenebbi’nin, Ebû Temmam’ın, Buhteri’nin, İbn Fârız’ın, Ebü’l-baka Salih’in, Tehami’nin, İbn-i Züreyk’ın karşısına çıkaracak hangi şairimiz var?"

Bunlardan Mütenebbi hakkında da diyor ki "bizim Koca Ragıp Paşa merhumun hikmetiyle Nef’i’nin cezâleti, şiddeti bir yere getirilir de aynı şaire verilirse işte size: Bir Mütenebbi. Mütenebbi’nin çağdaşı bir de Ebû Firas Hamedanî vardır ki Arab’ın en büyük şairlerindendir.

Avrupalılarca, dünyaya gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanılan Firdevsi’yi ne yapayım. Altmışbin beytlik Şehnamesi, Bostan’in, yedisekiz beyte varan iki hikâyesi kadar insaniyete hizmet etmiş midir?"

Mehmet Âkif’in Hersekli Arif Hikmet hakkında uzun bir mersiyesi vardır. Araplardan Ebü’l-Feth Büsti’yi, İsmail Mıkrî’yi de çok severdi. Türklerden Mevlit Nâzımı Süleyman Dede’ye meftundu. Yahya’yı, Nabi’yi, Baki’yi, Şeyh Gaiib’i, Âkif Paşa’yı, Ziya Paşa’yı daimi takdir eder; Namık Kemal'i, Abdülhak Hâmid’i hürmetle anar; üstad Ekrem’i, Osman Şems’i, Muallim Cüdi’yi, hamasi şairimiz Mithat Cemal’i de fevkalâde severdi. Faruk Nafız’ın bilhassa teşbihlerini beğenirdi.

Son senelerde Hindistan'da Muhammed İkbal’in kıymetli eserlerini de okuyan üstad, bu zatın farsi şiirlerindeki derinliğe hayranlıklarını izhar etmiştir. Fikret'i de çok severdi. Bu sevgi Tarih i Kadîm ortaya çıktıktan sonra, söndü, hattâ nefrete döndü. Yahya Kemal Beyatlı da, Mehmet Âkif’in şiirlerini kendi şiir anlayışına uymadığı için bütünüyle değerlendirmemekle birlikte. Bülbül manzumesindeki "Neden bir damlacık göğsünde bir umman hrûşandır" mısraını ve El-Uksur'da manzumesini, özellikle "Bu noktadan ne müheyyic fezaya doğru nazar" diye başlayan bölümü çok güzel bulmaktadır.

Mehmet Âkif’in ölümü üzerine, onun hakkında manzum, mensur hemen bütün yazılanlar için Âkifnameye bakılabilir.

Bugün, Mehmet Âkif adının, ölümünün ellinci yıldönümü dolayısıyla, bütün Türkiye çapında çalkandığını görüyoruz. Onun kişiliği ve şiirleri üzerinde yazılan yazılarda ve yapılan sohbetlerin ve konuşmaların içinde değerli yazılar okuduk. Fakat daha kırk yıllarında, rahmetli Prof. Orhan Burian'ın başında bulunduğu Yücel Dergisinde Çanakkale Destanı için açtığı ankete gelen cevaplar arasında "Here ü merc etliğin edvara da sığmaz o kitap" dizesindeki edvârı, İngiliz kıralı, 'Edvard’ diye anlayanların, Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesindeki "dişi"yi "domuzun dişisi kalmış" diye cevaplandıranların bulunduğunu da hatırlamaktayız. Çok daha yakınlarda İstiklal Marşını tahlile kalkan bir makam sahibinin, "ezan, herkesin bildiği gibi Eşhedü en Lâ ilahe illallah" diye başladığını söyleyerek tahliline giriştiğini unutmadık. Mehmet Âkif hakkında adı belli ve yaygın bir yazarın kitabındaki hataların bizde uyandırdığı hayret de hâlâ tazedir.

Bunlara bakarak Mehmet Âkif’i ve onun şiirlerini anlamak için okur-yazarlığın yetmediğini de gördük. Bunlar bizi ürkütmesin; Vardığımız sonuç şudur: Bir büyük insanı, kulaktan tanımak başkadır, okuyup anlayarak tanımak ve ondan sonra tanıtmaya kalkışmak başka. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, sanırım yarın da böyle olacaktır.

ORHAN ŞAİK GÖKYAY
Taha Toros Arşivi, 1640897010

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI