MEKTUPLAR

İki gözüm Fuat,

Geçen hafta kemal-i isti'cal ile yazıp gönderdiğim mektubun vusulünden emin olamadığım için tekrar yazıyorum.

Evden gelen son mektupta bizim Emin'in mektebe canı isterse gittiği, canı istemediği surette ... sıvışıp sokak sokak dolaştığı, verilen nasihatlerin, edilen tevbihlerin, ihtarların müessir olamadığı bildiriliyor. Ben bu hâli zaten seziyordum. İş'ar-ı ahir, olanca aklımı başımdan aldı. Avdetime kadar çocuğun vazife-i velayetini ifa edecek dostumu, zihnen bir hayli taharriden sonra seni buldum. Enişteleri, sonra sana şifahen bildireceğim esbabdan dolayı, bu işe ehil değillerdir.

Kuzum kardeşim, bizim ev Üsküdar'da, Selimiye'de, eczahaneye muttasıl Şevket Paşa'nın evidir. Acele ile öbür mektupta tarif etmesini unutmuştum. Oğlanın mektebi de Üsküdar Sultanisi'dir. Geçen sene Çengelköy'deki Havuzbaşı Numune Mektebi'nin beşinci senesini zor zar geçebilmişti. Numuneler'in altıncı senesinin kaldırılması üzerine bu mektebe vermeğe mecbur olduk.

Oğlan ahmaktır. Senelerden beri uğraştığım hâlde yalan söylemekten vazgeçiremedim. Yarım saat sonra meydana çıkacak yalanlarla işini görebileceğine kani olan sersemlerden! Doğrusunu söylemek şartıyle birçok kusurlarını bağışladığım ve bu tabiatim hakkında kendisine itimat verdiğim hâlde bir türlü o huyundan vazgeçiremedim.

Her neyse kardeşim, eve uğrar, mucib-i şikâyet olan ahvalini validesinden öğrenirsin; tabiî mektebine de giderek müdüründen, müdür muavininden lâzım gelen malumatı alırsın! Selimiye'de bizim Miralay İsmail Hakkı Bey isminde bir dostumuz vardır ki pek mübarek bir adamdır. İstersen, onunla da konuş! Hâsılı, tekdir ile ihtar ile, dayak ile, tazyik ile, murakabe ile bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış! Ahval, beni canımdan bîzar etmişti; bu hâdise, yıkık maneviyatım üstüne tüy dikti!

Çoktan beri yazamıyor, imâte-i vakt için okuyordum. Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir şey anlayamıyorum. Bu vazifeyi muvakkaten sana devretmekle azıcık teselli duyuyorum. İleride mektebini değiştirmek, leylîye kalbetmek icap ederse düşünür, birlikte kararını veririz. Arzu edersen daima murakabe edebileceğin bir mektebe geçiririz.

Âh, kendi yumurcağını terbiyeden aciz babaların mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş! Bu hafta validesine yazdım; senin icraatına kat'iyyen müdahale etmemesini sıkı sıkı ihtar ettim. Hani sen zengin olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim. Şu çocukla biraz meşgul olursan beni cidden minnettar edersin. Dirîğ-ı lutf etmeyeceğinden eminim. Cenab-ı hak tevfik versin!

Onun küçüğü Tahir var ki daima kendisinden beyan-ı memnuniyyet ediyorlar. Tabiî neticeye ait bana malûmat verirsin!

Baki kemal-i iştiyak ile gözlerini öperim, kardeşim Fuad'ım.

[Fuad Şemsi İnan'a, 8 Mart 1341 Pazar
(8 Mart, 1925)]

Babam Mehmet Âkif, S. 12-13



Evlâdım, İki Gözüm Mâhir Bey,

Mektûbuna çok sevindim. Var ol, Rabb’im seni her iki dünyâda aziz etsin. Hem kardeşlerine, hem diğer âşinâlara dâir mâlûmat vermişsin. Buna da başkaca memnûn oldum. Ben de sana yükte ağır, bahâda hafif bir hediye gönderiyorum. Kabûl edersen pek hoşuma gider (1).

El-Câmiatü’l-Mısriyye’ (Mısır Dârülfünûnu) de Türkçe de okunurmuş. Bunu, Fârisî ile berâber olmak üzere tedris eden Abdülvehhâb Azzâm Bey’le üç dört aydan beri muârefe peydâ ettik. Adamcağız Türkçe dersini bana vermek istedi. Ben de «pekâlâ» dedim. Bunun üzerine Câmia’ca mes’ele iki ay kadar uzatıldıktan sonra, iki hafta evvel «Derslere başlayabilirsin» dediler. Şimdilik gidip geliyorum. Dersim, Edebiyat kısmının üçüncü - dördüncü senelerine münhasırdır. Haftada dört saat, yâni her sınıf iki ders alıyor. Dördüncü sene talebesi geçen yıl Azzâm Bey’den biraz okumuşlar. Üçüncü sene talebesi benden başladılar. Câmia (2) talebesine Arapça ders takriri bidâyette beni düşündürdü. Lâkin «El-hayâü yemnaü’r-rızk» düstûruna tevfîk-ı hareket etmek (3), bakkala, kasaba rezîl olmaktansa Dârülfünûn efendilerinin garip - nüvazlıklarına dehâlet eylemek 4 daha mâkul göründü. Bakalım Mevlâ ne gösterecek?

Hâtırımda iken söyleyeyim: Talebenin elinde kitap yok. Benden kitap istiyorlar, «Siz bize yerini, ismini bildirin; biz İstanbul’dan getirtiriz» diyorlar. İstanbul’daki âsârın Türk çocukları için yazılmış olduğunu söyledim. Onlar da, ibtidâî çocukları için yazılmış kitapların, şimdilik kendilerine kâfi geleceğini; yazın, benim sûret-i mahsûsada Mısırlılar için bir eser yazmamı söylediler. Arapça kendi lisanları olmasına, Fârisî’yi de okumakta bulunmalarına nazaran, Türkçe’nin bunlar için güçlüğü yalnız Türkçe kelimâta inhisâr ediyor. Kuzum evlâdım, sen kavâid-i lisan (5) için ayrı, kırâat için de ayrı mı olur, yoksa ikisi bir arada mı olur, mevcut kitaplar içinden birini intihâb et de, sür’at-i mümküne ile gönder. İki sınıfın mevcûdu ancak yirmi efendiye bâliğ olduğu için, o kadar nüsha kifâyet eder. Sen kitabı intihâb edersin; Eşref Edîb ya veresiye, yâhud peşin olarak alır gönderir. Yalnız, o biraz ihmâlcidir. Sen kendisini dâimâ harekete getirmelisin. Kitaplar buraya gelir gelmez, bedeli takdim edileceğinden emîn olabilirsiniz! Biz Mısırlılarca para mes’elesi, en ehemmiyetsiz mesâildendir mâlûm a!

Fuad Şemsî, kendisine de söylediğim gibi, sahre-i sammâ (6) kesilmiş! Ne yazsam tınmıyor. Kızayım diyorum, elimden gelmiyor. Ne diyelim, Allah insaf versin. Enişte Efendi Hazretleri’ne (7) arz-ı tâzîm ederim. Ziyâ Efendi Hoca’yı görürseniz, ona da iştiyaklarımı, selâmlarımı lütfen söylersiniz. Servet’e, Abdülmennan’a, Fâhir’e çok selâm. Ferid Bey’i bu gece rüyâda gördüm. İnşâallah rahatsızlığından tamâmiyle sıyrılmıştır.

Bir daha mülâkatınızda selâmımı unutmaz söylersiniz olmaz mı?

Tercüme bitti ammâ tebyizi henüz bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim!

Emin ile Tâhir ellerinizi öpüyorlar. Emin, Fâhir’e bir çok selâmlar gönderiyor. Geçen kış, onlarla birlikte bir resim aldırmıştık. Altına şu kıt’ayı yazdım:

Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap!
Ona siz çekmeyiniz, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Pek de incelmeyiniz, sâde biraz yontulunuz. (8)

Geçen kış Eşref Edib Safahât’ı yeniden bastırmış; ciltli olarak bana da göndermişti. Ötesine berisine baktıktan sonra mahzûn oldum, şu kıt’ayı söyledim:

«Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın»
Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitâbım.
Kim derdi ki, sen çök de, senin arkana kalsın;
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?

Gülme komşuna, gelir başına! Meşhur Yahyâ Kemâl gibi, felek bizi de kıt’acı etti: Dört yılda oniki mısrâ! Neyse Allah beterinden esirgesin. Kemâl-i iştiyâk ile gözlerini öperim iki gözüm evlâdım. Midhat Cemâl’i gördüğün yok mu? (9)

15 Receb 1348
(17 Aralık 1929)

Mehmed Âkif

(1) Aslında yükte hafif, bahâda ağır olan bu hediye, Âkif merhûmun Hilvan’da çektirip gönderdiği fotoğrafıdır. Arkasında «Mâhir Bey Oğlumuza» ithâfıyle:

«Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat,
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası!
Beni kendimden utandırdı, hakikat, şimdi,
Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası.»

kıt’ası yazılmış olan bu resim, Kubbealtı Mecmûası’nın Ocak 1975 nüshasında neşredilmiştir.
(2) Câmia: (burada) Üniversite.
(3) Hareketini «Hayâ (çekinme) rızka mâni’ olur» düstûruna uydurmak.
(4) Üniversite talebesinin gurbetteki yabancılara karşı himâye ve lûtuflarına sığınmak.
(5) Kavâid-i lisan: Bir dilin kâideleri.
(6) Sahre-i sammâ: Sert (ses vermeyen) kaya.
(7) Mâhir Bey’in eniştesi Râif Dinç Bey.
(8) Âkif Bey, bu kıt’ayı Safahât’ında neşrederken — bir beyit daha ilâve ederek — şöyle değiştirmiştir.

«Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap!
Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.
Ama dikkatli olun: Bir kafanız yontulacak;
Sakın aldanmayın, incelmeye gelmez kolunuz!»

(9) Karakter îtibâriyle değil, sâdece edebî sâhada Âkif merhûmun yolundan giden şâir ve edîb Midhat Cemâl Kuntay (1885 - 1956).




Evlâdım, İki Gözüm Mâhir’im,

Mektûbunu fart-ı iştiyâk ile bekliyordum, nihâyet geldi, înşâallah bundan böyle ara sıra hasbihâl ederiz. Fuad’in defterinde pek dişe dokunacak, yâhud seve seve okunacak bir şey olmasa gerek. Zâten kısm-ı âzami vaktiyle yazılmış parçalardan ibâret. Mâmâfih bastırmak istiyordum; olmadı. Bu yaz, iki-üç nazm edilecek mevzûum var. Muvaffak olabilirsem, önümüzdeki kışa «Yedinci Kitap» diye, hepsini bir arada çıkaracağım. Gönlüm harap, zihnim perişan, elim işe varmıyor. Son senelerde haylıca okudum; lâkin okuduklarımdan bir istifâde ettim mi, bilemem.

Kardeşlerin hakkında mâlûmât verişinden memnûn oldum. Eniştene arz-ı hürmet ederim. Hoca Ziyâ Bey hakkında, kendisinden mâlûmât alır, bana da yazarsan, çok büyük lütfetmiş olursun.

Hâfız Yusuf Paşabahçesi’ni bıraktı; Kınalı’ya irtihâl etti öyle mi? Kuyumculuğu berdevam mı? İnşâallah maişet husûsunda pek muztar değildir. Hoca Hayret (1) hakkında, ondan haylıca mâlûmât edinebilirsin sanırım. Bir zamanlar, ona mülâzemet ederdi (2); hattâ rahmetlinin vâdîsinde mazmunlu, nükteli şiirler söylerdi. (Ve şi’rî Şi’râ) nüktesi için, burada büyük bir edibe sordum. «Şi’râ, Süreyyâ gibi alemler dâimâ harf-i târifle kullanılır. Binâenaleyh, böyle bir nükteye lisânın müsâadesi yoktur. (Ve şi’rî’ eş-Şi’râ) denmek lâzım» mütâlâasında bulundu.(3).

Paris’de vefât eden Hoca Kadri Efendi merhum, Hayret’in pek takdir ettiği efâdıldan idi (4). Abdülhamid zamânında Mısır’a gelerek «Kanûn-ı Esâsî» gazetesini çıkaran, Mısır’dan da Paris’e giden bu zât, neşriyâtından dolayı gıyâbî idam cezâsına mahkûm edilmişti. Hayret merhum diyordu ki: «Parâm olsa, Bulgaristan’a kadar gider, Kadri Hoca’ya Cerîr’ (5) in şu beytini telgrafla çekerdim:

«Zeame’l-Ferezdaku en seyaktülü Merba’an Ebşir bitûli selâmetin yâ Merba’u»

Ferezdak (6) mâlûm, Cerîr’in rakibi idi. Merba’ ise Cerîr’in râviyesi, yâni eş’ârınm canlı bir defteri idi. Ferezdak için savrulmuş nâmütenâhî şetâim-i galîzayı (7) okuyup gezen Merba’, tabiîdir ki, söverken şâirin hoşuna gidemezdi. Onun için «Öldürürüm, tepelerim» gibi tehdidlerde bulunmuş olacak ki, Cerîr de: «Ferezdak Merba’ı öldüreceği vehminde bulunmuş. Ey Merba’, demek ki sağ sâlim pek çok zamanlar yaşayacaksın, tebşir ederim» meâlindeki sâlifü’z-zikr (8) beyti söylemiş. Ferezdak’ın gâyet cebin (9) bir adam olduğunu da unutmamalı.

İlân-ı hürriyeti müteâkıp, «Beyânü’l-Hak» ismiyle, ulemâ tarafından bir mecmûa-i dîniyye çıkarılmaya başlamıştı. Hayret Hoca, ona bir makâle göndermiş. Merhûmun sinnine, şöhretine hürmeten makâleyi başa geçirmek istemişler; lâkin Abdülhamîd’e hücûm mâhiyetindeki bir yazı ile işe başlamak tuhaf göründüğü için, ortalara doğru bir yere sokuşturmuşlar.

Bunu gören Hayret: «Biz nevzâdın (10) başına bir sarık gönderdik; onlar bilememişler de kuşak diye beline sarmışlar!» demiş. İleride aklıma gelirse, yine merhûma âit bâzı şeyler yazarım. Kıymetsiz adam değildi; lâkin tevfîksiz (11) idi. Kendisini bir şeye yaratmadı. Nasreddin Hoca’nm merkebi gibi, önüne geleni ısırdı; arkasına geleni tepti. Pek çok adamları incitti (12). Huysuz mahlûklardan idi, Allah rahmet eylesin.

Fuad Şemsî’ye çok selâm. Eniştenize, birâderlere kezâlik.

Teyzeniz, hamdolsun iyicedir. Hâssaten selâmlar, duâlar ediyor. Hocazâde Cevdet Efendi’ye ihtiramlarımı lütfen tebliğ edersiniz. Kemâl-i iştiyâk ile gözlerini öperim evlâdım Mâhir’im. Gerçek, Ali Rızâ Efendi ceddimizi gördüğün yok mu? Kurban Bayramınızı şimdiden tebrik ederim.

3 Zilhicce 1350
(9 Nisan 1932)

Amcan

Mehmed Âkif

(1) Adanalı Hoca Hayret Efendi (1848 - 1913), nev’i şahsına münhasır bir şâir ve edîbdir. Hayâtı ve eserleri, Mâhir Hoca tarafından Edebiyat Fakülte’sini bitirirken mezûniyet tezi olarak incelenmiştir (Tez numarası : 87). Hoca’nın, Âkif Bey’e yazdığı mektupta Hayret Efendi için bildiklerini sorduğu, yukarıdaki îzâhattan anlaşılıyor. Hoca Hayret’e dâir, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey’in «Son Asır Türk Şâirleri» eserinde de geniş mâlûmât vardır (s. 577 - 600).
(2) Mülâzemet ederdi: Yanından ayrılmazdı.
(3) Dr. Osman Öztürk arkadaşımızın beyânına göre, bu Arapça söz «Şiirim Şi’râ yıldızı (gibi) dir» mânâsına gelmekte olup, her iki kelime de ayni imlâ ile yazılır ve — Süreyyâ (Ülker) gibi — bir yıldız ismi olan Şi’râ’nın evveline harf-i târif konulmak îcâb eder. Mektuptaki ifâdeden anlaşıldığına göre, bu nükte Hoca Hayret Efendi’ye âittir.
(4) Fazilet sâhibi kimselerden olduğunu Âkif Bey’in de belirttiği Hoca Kadri Efendi, Sultan Hamid devrinin ateşli hürriyet taraftarlarındandır. «Son Asır Türk Şâirleri»nde kaydolunduğuna göre (bkz: Âsaf (Mahmud Celâleddin Paşa) ve Hüseyin Sîret (Özsever) maddeleri), Mısır’dan Paris’e geçtiği sırada (1901 - 1902), Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa ve Şâir Hüseyin Sîret Bey ile birlikte - Mısır Hidivi’nin jurnali ile - anarşist sayılarak, gıyâben îdâma mahkûm edilmiş; buna sebep olarak da Yıldız civârına dinamit koyacaklarının öğrenildiği ileri sürülmüştür. Meşrûtiyetken önce Paris’te vefât ettiği anlaşılan Hoca Kadri Efendi’nin Bosna Arnavutlarından olup Trebin’de doğduğunu; «Serâyih (Nesâyıh-i Hoca Kadri Efendi)», «Zulüm ve Adi», «İstinsaf» isimli eserlerinin basıldığını, «Âti» ve «İleri» gazetelerinde «Kânûn-ı Esâsî’nin Lüzûmu» hakkında yazılarının çıktığını da, Sayın Ziyad Ebuzziyâ — vâki’ ricâm üzerine — tesbît ederek bildirmiştir.
(5) Cerîr (653 -733) mâruf bir Arap şâiridir.
(6) Ferezdak (640 - 733), bilhassa hicivleriyle tamnan bir Arap şâiri.
(7) Nâmütenâhî şetâim-i galîza: Sonu gelmeyen kaba sövmeler.
(8) Sâlifü’z-zikr : Zikri geçen. Hoca Hayret Efendi Cerîr’in yerine kendisini, Ferezdak’ın yerine pek sevmediği Sultan II. Abdülhamîd’i, Merba’ın yerine de gıyâbî îdâm cezasına mahkûm edilen Kadri Hoca’yı koyarak telgrafla Paris’e çekmeyi düşündüğü bu beyit ile: «Abdülhamid, Kadri Hoca’yı öldüreceği vehminde bulunmuş. Ey Kadri Hoca, demek ki sağ sâlim pek çok zamanlar yaşayacaksın, tebşir ederim» demek istemiştir. Bu hiciv, ancak Hoca Hayret gibi bir Arap Edebiyâtı allâmesinden zuhûr edebilir!
(9) Cebin: Korkak, ödlek.
(10) Nevzâd: Yeni doğmuş çocuk.
(11) Tevfîksiz: Uygun hareket etmeyen, uyumsuz, muvaffakiyetsiz.
(12) Mehmed Âkif de, Hayret Efendi’nin haksız yere hışmına uğrayanlardandır. Mâhir Hoca’dan duymuştum: Son derecede kibirli ve azametli bir zât olan Hoca Hayret, Meşrûtiyet’i müteâkıb Dârülfünûn Ulûm-ı Dînîye ve Edebiye şûbeleri müdürlüğüne (bu günkü mânâsıyle: İlâhiyat ve Edebiyat Fakülteleri Dekanlığı) tâyin edilmiş. Yine o sırada, müderris (profesör) sıfatıyle Edebiyat şûbesine getirilen Âkif Bey’i açılış günü talebeye takdim eden Hayret Efendi der ki: «Bundan sonra, edebiyat derslerinizi Mehmed Âkif Bey okutacak. Ben de, idâri işlerden fırsat buldukça gelir, size edebiyâtın ne demek olduğunu öğretirim!». Haddini aşan bu sözler, Âkif Bey’i haklı olarak müteessir etmiştir.





İki yıldır neşretmekte olduğumuz mektupların nihâyetine geldik aziz okuyucular! Mehmed Âkife ve edebiyat târihimize dâir bâzı gerçekleri aydınlattığına inandığımız bu mektupların asıllarını, Ankara’da — İstiklâl Marşı’nın yazıldığı — Tâceddin Dergâhı’nda açılan Mehmed Âkif Müzesi’ne, merhûmun 40. ölüm yıldönümü vesilesiyle «Mahir İz Hoca’nın armağanı» olarak sunmanın huzûrunu duyuyor, her iki rahmetliyi de Fâtiha’larla anıyoruz.

M. UĞUR DERMAN
Taha Toros Arşivi, 1518239006

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI