HALK ADAMI CHARLIE CHAPLIN İÇİN ŞARKI

I. Brezilyalı bir şair olması gerekiyordu, en büyüklerinden biri değil de, daha çok alay konusu olmaya yatkın, senin çevrende dolaşan ya da saydam düşlerin içinde ve şiirsel dünyasındaymış gibi yaşamaya çalışan biri, kravat takınanın gerekmediği, ama gene de herkesin saygılı davrandığı, baskıdan hoşlanılmasa da kabadayılığa bıyık altından gülünen uzak bir taşra kasabasından yeni gelmiş, dizeleri bozuk düzen inatçı bir halk ozanı olmalıydı bu; çok eskiden, daha yirmi yaşında bir delikanlıyken, senin pandomimlerine sevecenliğin ve kahkahanın zaman zaman kopan iplikleriyle bağlanan ve sonunda, epeyce olgunlaştığı için, sana şiir diliyle bir şeyler söylemek için ziyaretine gelen biri. Biz Brezilyalıların seni ne kadar sevdiğimizi ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da halkımızın ­ bastonlu, melon şapkalı, koca partal papuçlu, mahzun bakışlı küçük Yahudiler; herkes dışlasa da, perdede ve üzerinde "Fabrika", "Berber", "Polis" tabelaları olan eğri büğrü sokaklarda açlığın üstesinden gelip şiddete karşı çıkarak sokağa düşmüş sıradan bir insanın kulağına bir giz fısıldarcasına sevgiyi ölümsüzleştiren ve böylece soytarılığı ve yaşamayı sürdüren serseriler dahil dünyanın öbür halklarına benzediğini söylemeye gelen biri. Biliyorum, bu türden burjuva ninnileri etkilemez seni, bir anıtın açılışında tumturaklı nutuklar atılırken uykuna ara vermezsin sen ve kalabalık bir caddede akıp giden arabalar gibi kelimeler ağızdan dökülürken bir küfür ya da öpücük gibi sıradan seslere daha çok değer verirsin. Sana yakınlık duyan, olmayan ateşli hayranlarının değil, sıradan bir kasabanın, sıradan insanlarının selamlarını sunuyorum sana ve seninle ilgili bu şarkıyı bahçelerin kurucusuna uçakla gönderilen saçma bir çiçek demeti sanmak gibi bir iddiam yok. Yoğun bir nefret duyanlar konuşuyor benim ağzımdan, sıçanlar gibi hayattan kaçıp, iki saat boyunca duygularını uyuşturmak, biraz müzik dinlemek, karanlıkta perdedeki görüntülerle tanışmak için sinema salonlarını dolduran, sonra birden seni keşfeden ve kurtulanlar. Benim ağzımdan adaletin görmezden geldiği insanlar konuşuyor, garibanlar, paryalar, batıklar, sakatlar, özürlüler, yalnızlar, ezilenler, düşçüler, kararsızlar, duygulular, umutsuzlar, çocuksu sorumsuzlar, temiz yürekliler, deliler ve umutsuzlar. Ve çiçekler konuşuyor benim ağzımdan, ayaklar altında ezilen ve senin o kadar sevdiğin çiçekler, o sonsuz açlığında yediğin erimiş mumlar konuşuyor, senin işinde kullandığın araçlar, tavanarasındaki bin bir eşya, ne kadar az biliniyorlarsa, o kadar çok konuşmak istiyorlar. II. Giysilerin geceyle kaplanmış. Yaldızlı yeleğin, bu olmayacak, orkidesiz balo için giydiğin donuk smokin gömleği de hiç belli olmuyor. Siyahlara yargılısın. Pantolonun karanlığa bulanmış. Şişmiş kunduraların sokağın soluk aydınlığında beliren gece mantarları. O çarpık silindir şapka, o kara güneş, ışık saçmadan, tepeden bunlara bakıyor. Böylece, yas içinde bir cumhuriyetin gece yurttaşı olarak çıkıyorsun kuşkulu bakışlarımızın karşısına, onlar da seni inceleyip şöyle düşünüyorlar: İşte o karalar içindeki adam, dul, avutulamayan kuzgun, hiçbir zaman, çok eski bir dünyaya çok geç ulaşan. Ay da gelip yerleşiyor yüzüne. Ölümün kireciyle, bembeyaz. Ne mezarlar getiriyor insanın aklına, ne ürpertici bitki sapları denizin altında, sonra aynalar ve bir zorbanın kestiği zambaklar, ve una bulanmış yüzler. O siyah bıyık birden yarım kalmış bir uyarı gibi duruyor yüzünde. Kısa, kalın, abanoz renginde, ay manzaralı beyaz yüz, sanki bir çarşaftan kesilmiş, duvarda bir çizgi, çocukluk defteri, bir görüntü bile değil, oysa gözler derin, ağız çok uzak bir yerden geliyor, tek başına, bilgili, yavaşça gelip gülümsüyor, bir gündoğumu, herkese. Artık korkmuyoruz geceden, ölüm es geçiyor bizi, sanki sihirli değneğinle bize dokunmuşsun da, küçülüyoruz bu yüzden ve bütün çocukların uyuduğu o gizli ülkeye dönüyoruz. Artık ne o binlerce dosya dolu işyeri, ne garaj, ne üniversite, ne çalar saat, altüst edilmiş sokaktayız artık, mağazalar dopdolu, peşine takılıp camları indirmeye gidiyoruz seninle, peşine takılıp polisleri yere yıkmaya gidiyoruz ve insan gövdesinde - dikkat - tekmelenecek yeri keşfetmeye gidiyoruz: yetkisini aşan bir yargıcın verdiği cezayı uygulamaya. III. Sayısız doyurucu önerilerinle göksel ya da işveren şölenlerimize çağrılmamış olanlara açlıklarını unutturuyorsun. Paltonun her kıvrımında kemikler, jöleli, vişneli, çikolatalı, bulutlu tatlılar var. Bir çocuk ya da bir köpek için ayırmışsındır sen onları. Çünkü sen çok iyi bilirsin yiyeceğin değerini, etin tadını, çorbanın kokusunu, patatesierin ak yumuşaklığını, pabuçlarının yıpranmış bağcıklarını makarnaya dönüştürmenin ince sanatını da iyi bilirsin. İşte nasılsa akşam yemeği gene çıktı: hayat güzel! Şimdi bir cıgara yakmanın zamanı deyip bir tane alıyorsun sardalye kutusundan. Dünyada fazla akşam yemeği yok: sen bilirsin bunu; en lezzetli tavuklar da porselen tabaklarda, kalın cam kapaklar altında korunurlar. Her zaman bir kapak vardır ve o hiç kırılmaz. Sonra çelik, amyant, ve yasalar; koca bir ordu vardır tavuğu koruyacak. Derken bir açlık gelir ta Kanada' dan, bir rüzgâr, dondurucu bir ses, bir esinti, bir yaprak ürkekçe dans edinceye kadar; sonra o yaprak omuzuna konar. Sanki şifresini çözemediğin belirsiz bir haber getirmiştir sana. Tavukla açlık arasında bir yerde durmaktadır o kurşun işlemez kristal kapak, açlıkla el arasında da yasanın ve uzaklığın duvarları. Bunun üzerine havada, bütün açlıkların üzerinde kanat çırpan kızarmış koca bir tavuğa dönüştürürsün kendini, o altın ve alevler içindeki tavuğa; işte evrensel yemek, o evrensel gün için, bir türlü gelmeyen. IV. Yeni yılın kendisi de gecikiyor, sevgililerin de. Yapayalnız masanda yeteneklerin daha da belirginleşiyor. Bir dansçısın, tüy gibi kayıp giden bir ruhsun sen, ama kimse gelip görmeyecek senin elmasların tutkusu ve şafağın inceliğiyle nasıl sevdiğini, senin elinle o salaş kulübenin nasıl aya dönüştüğünü. Bir kar ve tuz dünyası, uzaktan duyulan cızırtılı gramofon ve senin katılamadığın eğlencenin gürültüleri. Seni sevgilinden ve her türlü isteğinden uzak tutan ve gecede buluşmayı önleyen ulaşılmaz bir dünya. Sarayın buharlaşıp yitiyor, uyku gözlerinden akıyor, kimse istemiyor seni, herkes bir başkasının kolunda, sen her şeyi vermek istemiştin onlara, onlar almadılar. Sonra buza basıyorsun ve bir çığlık atıyorsun. Oysa senin ne şenlikte gözün var, ne gururun umrunda, gene de ne acı duyuyorsun, ne öfke, ne kötülük. Yeni Yıl'ın kedisisin sen, hâIâ oyalanıyorsun giderken, kalabalık koşuşuyor çevrende, kadehler uçuşuyor, insanlar tepetaklak oluyor, sevgilin her yerde seni arıyor gecede ama o küçük seni, o basit seni. o sıradan seni bir türlü bulamıyor. O kadar kalabalıkta o kadar yalnız olmak, o minik gövde içinde bin kişi gibi dolaşmak, evleri kucaklayacak kadar uzun kolları olmak, bir ayağı Guerrero' da, öbür ayağı Texas'ta, Çinli'ye de, Maranhense'ye de, Rus'a da, zenciye de ayrım gözetmeden konuşmak: aramızda herkese aynı davranmak, sözcükleri ayıklamadan, kimseye mavi boncuk dağıtmadan. Bilmediğimiz koca bir kent olmalı senin içinde. V. Kör bir kız aşık oluyor sana. Birden gözleri açılıyor, hayır, artık aşık değil sana. Zenginin biri sarhoşken dostluk kuruyor seninle; ayılınca, geri çeviriyor senin zenginliğini. Yanılan biziz, çünkü biz ölümlüler, unutuyoruz her birimizin yapısında ne kadar su, ne kadar rüzgâr, ne kadar masumiyet olduğunu. Nasıl da bel bağlıyoruz o uyduruk masallara: soluk çiçeklere, yalancı meleklere, yuvarlak kasalara, tıknefes şiir akademilerine; mavi, beyaz, mor göreneklere; makinalara, telgraf yığınlarına, fabrikalara, fabrikalara, lamba fabrikalarına, yasaklara, şafaklara. Alt tarafı sıradan bir işçisin sen. Öfkeli bir sesin megafonla yönettiği bir emir kulu. Bir dişli, bir çırpınma, ekşi bir yüz. Hala sıçrayan parçalarını topluyorum yerden, sakatlanmış kertenkele. Bir araya getirip yapıştırıyorum parçalarını. Böylesine un ufak edilmiş bir dünyada garip bir bütünlük seninkisi. Biz ki her adımda örtünüp, soyunup maskeler takıyoruz yüzümüze, tanımakta güçlük çekiyoruz sendeki aynı insanı çırağı itfaiyeciyi kasadarı şekerciyi göçmeni tutukluyu tamirciyi nişanlıyı patenciyi askeri çalgıcıyı yolcuyu sirk cambazını markiyi denizciyi piyano hammalını bu arada hep kendinsindir sen, kimseyle uzlaşmayan, ama gene de fazla alçakgönüllü, mal sahibi olamayan, kimsesiz yollarda başına buyruk, yağınurda evimizde, aynada, belieğimizde ağırlayacağımız, ama gene de yitirdiğimiz bir dost. VI. Artık seni değil, yalnızca yaptığın işi düşünüyorum. Garip saatçi. Bir bir kokluyorsun söktüğün parçaları, harekete geçiyor zemberek ve ilerlemeye başlıyor zaman. Bir cam silicisisin sen. Sokakları süpürüyorsun. Ne önemi var, çekip gitme isteği içini kemiriyor, bir sonraki köşe seni bir başka insan yapacak ve mantık seni o hesaplı ayrıcalıklardan uzak tutacaksa da. Çalışma gücü var sende, maymun iştahlı, ya da iyi niyetli, hiç de burjuva olmayan sanatlar doğuyor bu güçten, havadan ve gözyaşlarından yapıtlar, bize kanat ve taçyaprakları olan giysiler, dostlarımızın zaman içinde yolculuklara çıkacağı, kitapların canlanacağı, resimlerin konuşacağı, her şeyin özgürlük içinde karşılıksız bir sevgi seline, gülümsernelere ve günışığına dönüşeceği çelikten olmayan trenler ve gemiler doğuyor. Uğraşın, senin uğraşındır seni hepimizin arasına katan: iki vardiya arasında aylak, çekiç sallamada, biçip dikmede, yapıştırmada usta, ayakların inatla dünyanın her yanına sürüklüyor seni. Elin her işe yatkın, usturayı aldın mı, ezilmiş dünyanın ortasındaki o unutulmuş berber salonunda, Brahms'ın ritmiyle başlıyorsun tıraşa ve biz onca boşluk ve sessizlikten sonra keşfediyoruz seni yeniden. İyi ki sustun bunca yıl. Düş kurdun kilitlerin, zincirlerin, çubuklu giysilerin, tel örgülerinin gölgesinde; sert sözler, taşlar, çimento, bomba ve suçlamalar biriktirdin; gizli bir kurşunkalemle binlerce ölünün, binlerce kanayan ağzın, binlerce elleri böğründe insanın kaydını tuttun. Ama bir gün kusacağın bir öfke yumağı düğümlendi boğazında. Ah o önce güvensiz, sonra söylenen kurtarıcı sözcükler. Ah o eski, soluğu tükenmiş sözcüklere yeni bir soluk veren ve yeni sözcükler yaratan insan sesinin gücü. Ah o haklı bir öfkede ve köklü bir sevgide dile gelen, insan ruhunun kökünde, canı yanmış ağaçta, zorbaların baskısına direnişteki sesin saygınlığı. Ah Şarlo, benim ve hepimizin dostu, kunduraların ve bıyığın yürüyüp gidiyor tozlu ve umutlu bir yolda.

Carlos Drummond de Andrade
( 1902 - 1987 )


( Brezilya )

Çeviri: Cevat Çapan

Dünyayı Taşıyor Omuzların, S. 61-71





ŞİİR PARKI