Belki de ben bu öyküleri yazabileyim diye
bunca uzun yaşadım; salt bu öyküleri
değil, bu romanları, bu oyunları, bu şiirleri
yazabilmek için ve dünyayı karıştırıp
karıştırıp düzeltmek ve geliştirmek
umudu için...
Kendimi, gitgide Türkiye'deki bütün
insanların en yakın akrabası, akrabadan
da öte, herkesin gizdeşi olarak
duyumsamaya başladım; öylesine yakın
ki, kendilerinden bile saklamaya
çalıştıkları gizlerini insanlar bana
açıklamayı gereksiniyorlar. Dinlediğim
başkalarının gizlerini ben de yaşıyorum.
Böylece Türkiye'de nice insan varsa, ben
de onca kalabalıklaşıyorum.
Dünyadaki hiçbir giz gizli kalamaz,
kalmamalı da... Ben de kendimi yazarak
başkalarının gizlerini, başkalarını yazarak
kendi gizlerimi anlatmış oluyorum.

İnsan, üzerinde yaşadığı dünyayı, ondan
uzaklaştıkça daha iyi anlıyor. Ne
denli uzaklardan ve yukarlardan bakarsak, o denli daha iyi duyumsuyoruz dünyayı.
Üzerinde yaşadığımız dünya, aynı zamanda kendi dünyamız da olmuşsa, yani dış
dünyamızla iç dünyamız özdeşleşmişse ondan uzaklaştıkça onu daha iyi anlayıp duyumsadığımız
gibi, daha da çok seviyoruz. Yurtdışında yaşamak zorunda kalanların,
dayanılmaz yurt özlemi çekmeleri bundan olsa gerek.
Yıllar önce ABD'de çok iyi koşullarda yaşayan bir ressam arkadaşım, o iyi koşulları bırakıp İstanbul'a döndüğünde, dönüş nedenini sormuştum da şöyle demişti:
- Yaz sıcağında Haliç sularında yüzen karpuz kabuklarını özledim. Galata Köprüsü'nden o karpuz kabuklarını seyretmek için Amerika'dan döndüm.
Bu sözleri paradoks olsun diye söylemiyordu. O zamanlar daha çevre kirliliğinden ve
çevrebilimden haberimiz bile yoktu.
Ay ışığı nasıl bütün çirkinlikleri allayıp pullayıp güzelleştirirse, uzaklaşma da yaşamın
çirkinliklerini güzelleştirip anı biçimine sokuyor. Uzaklaştığımız için anı olan yaşamımızı, yani iç dünyamızı, ondan uzaklaştıkça daha çok seviyoruz.
Gençler, yaşlılar kertesinde
dünyalarından uzaklaşmadıkları için, dünyayı yaşlılar kertesinde sevemezler.
Bu yüzden kendini öldüren gençlerin sayısı, kendini öldüren yaşlılar sayısından her
zaman, her yerde daha çok ve yine bu yüzden gençleri savaşa sokup öldürtmek, yaşlıları savaşa sokmaktan daha kolay.
Ay ışığı mekanı, uzaklaşmak da zamanı güzelleştiriyor. En acı anılarımız bile, onlardan uzaklaştıkça bir buruksu gülmece tadı kazanıyor.
Üzerinde yaşadığımız ve bizden önce varolduğu gibi bizden sonra da varlığı sürecek
olan dış dünya böyle olduğu gibi, birlikte varolup birlikte yaşadığımız ve birlikte öleceğimiz kendi dünyamız için de böyle... İçinde yaşarken tam anlamıyla tadına varamadığımız, hatta ayrımsamadığımız güzellikleri, ancak onlardan uzaklaşınca ya da onları
yitirince değerlendirebilmemizin nedeni de bu. Yaşam, içinde yaşarken değil, ondan
uzaklaştıkça daha iyi değerlendiriliyor.
En güzel olan geleceğin umuduyla geçmişin
anılarıdır. Ûmutla anılar arasında, ayrımsanmadan, bilincine bile varılmadan yaşanan
şimdiki zaman, geleceğin umutlarını yeşertmeye ve geçmişin anılarını biriktirmeye yarıyor.
Bana göre yaşlılık, gittikçe uzaklaşılan dünyanın, yani yaşamın tadına daha çok varmaktır;
örneğin içilen suyun tadını almak yudum yudum, öpüşmelerin coşkusunu duymak
gıdım gıdım, doğadaki yeşilin canlılığını ayrımsamak, ama en çok da anıları uzaklarda
kalmış sevileri imgelemde yeniden yaşamak...
"Yetmiş Yaşım Merhaba" ve "Maçinli Kız için Ev" adlı kitaplarımı okuyan kimi okurum,
bu kitaplardaki öykülerin gerçek olup olmadığını, benim yaşamımdan kesitler mi olduğunu soruyor. Bu sorular çok hoşuma gidiyor. Öykülerime, kendi gerçek yaşamımdan
kesitler olduğu izlenimini verdirecek gerçeklik kazandırabildiğim için seviniyorum.
Çünkü bu, benim yazarlığımın amacıdır. Öykü olsun, roman olsun yazınsal anlatılar,
okurlara gerçekten yaşanmış izlenimi verebiliyorsa, yaşam gerçeğiyle sanat gerçeği
uygunlaşmış demektir.
Altı yıl önce (Ben altmışdokuz yaşındayken) gencecik bir hanım arkadaşımla Akdeniz
kıyısındaki bir motelde sımsıcak bir yazın onbeş gününü paylaşmıştık. Öykülerimi
okuyup üzünçlenmişti.
- Bu öykülerde hep kendini anlatıyorsun, öyle değil mi? diye, o yanıtı en zor olan soruyu
sormuştu.
"Kendimi anlatıyorum” desem yanlış olacaktı; "kendimi anlatmıyorum" desem yalan
olacaktı.
- Bir yazar başkalarını, başka şeyleri, örneğin bir ağacı yada bir kediyi anlatırken bile,
ister istemez kendini de anlatmış olur... demiştim.
Ya anlamadığından ya inanmadığından susmuştu. Ben de eklemiştim:
- En doğrusu sana nasıl geliyorsa öyledir.
Yine anlamamış olacak ki,
- Bu öyküleri kim okusa, senin hep başarısızlıkla sonuçlanan sevilerindeki acılarına
üzülecek, sana acıyacak... demişti.
Ben de ona,
- Bir sevi mutlulukla sürerken öyküleşemez, romanlaşamaz, şiirleşemez... demiştim ve
iki omuzundan tutup kendime çekerek kömür karası gözbebeklerine bakıp "Seninle
birlikteliğimiz de bigün bitince, yazık ki elbet sen de öyküleşeceksin..." diye içimden geçirmiştim.
Öyle de olmuştu.

Kendisinden uzaklaşıldıkça ençok güzelleşen
ve değeri ençok artan sevidir.
Hep şunu düşünmüşümdür: insanlarıyla, doğasıyla bu dünyada varolan herşey, benim
kendilerini yazabilmem için birer araç gereç mi? Dünyayı, bir yazarın yazabilmesi
için bahane (araç-gereç) saymak, yazarın kendini beğenmişliği, aşırı bencilliği, benözekçiliği olur. Böyle de olsa ve bu duygu gizlenmeye çalışılsa da, bence bu bencillik, bu
kendini beğenmişlik, bu benözekçilik has yazarların hepsinde de vardır ve kendileri de
dünyayı yazabilmek için vardırlar, yaşamaktadırlar.
Çılgınca sevdiğim bir kadının güzel yüzüne bakıp bakıp, günün birinde bu ilişkinin mutsuzlukla
sonlanacağını düşünerek "Ah, senden kimbilir ne güzel bir öykü çıkacak..."diye
düşündüğüm, sonra bu kaygımdan dolayı kendimi kınadığım çok olmuştur. Güzel
bir kadının hayran olduğum yüzüne, bir terzinin kumaşa baktığı gibi bakmak... Çok tutkunu
olduğum bir sevgilinin öyküleşmemesini, şiirleşmemesini, yani o sevinin hiç tükenmemesini dilerim; ama bu olanaksız... Bütün güzel şiir ve öyküler, tükenmiş sevilerin
cesetleridir.
Doğayı ve insanları, kendisinin yazabilmesi için araç-gereç olarak görmesi, yazarın en
büyük acısıdır da... Neyin acısı mı? Yaşayamamanın. Yazarlara göre bu yaşanılası
güzelim dünya, yaşamak için değil de salt onu yazmak için vardır. İşte bu, yazarın sonsuz
mutsuzluğudur, içinde bulunduğu dünyayı yaşayamamak, yani yaşamak için yaşayamamak, sevmek için sevememek, mutlu olmak için mutlu olamamak... Yazar, salt
yazmak için yaşar, salt yazmak için sever, salt yazmak için mutlu olur. Asl'olan yazmaktır;
sevmek, yaşamak, mutlu olmak, yazmanın gerekçeleridir. Bundan büyük acı
olabilir mi? Kollarının arasındaki sevgilinin bigün öyküleşeceğini, şu güzel çiçeğin öyküleşmek
için bigün solup kuruyup çürüyeceğini, şu güzel çocuğun da yaşlanıp benim
gibi bigün... Ne zor!
Yıllar önce ölmüş olan bir arkadaşım, Ankara'dan İstanbul'a otobüsle gelirken bir kaza
geçirmişti. Otobüs bir kamyonla çarpışmış, arkadaşım da devrilen otobüsün altında
kalmıştı. Bana o anki duygusunu şöyle anlatmıştı:
- Kurtuluş umudu görünmüyordu. Çok acı çekiyordum. Ölüm kesin... O an ne düşündüm,
biliyor musun? "Çok yazık, bu anki duygumu yazamadan öleceğim" diye düşünmüştüm.
İşte yazarlık budur. Ölüm anının duygularını bile yazmak için yaşamak...
O kazadan kurtulan arkadaşım, ne o ölüm anının duygusunu, ne de kalıcı başka bir yapıt yazabildi. Çünkü onda yazarlık tutkusu vardı ama, yazarlık yeteneği ve gücü yoktu.
Evet, seviler bitmedikçe, çiçekler solup kurumadıkça, o güzel çocuklar yaşlanıp çirkinleşmedikçe,
yani bir zamanki kendi güzel dünyalarından uzaklaşmadıkça öyküleşemezler.
Okurlar, okudukları öykülerin öyküsünü bilemezler. Yazarın kanından damıtırcasına,
yaşamak için yaşamadan, salt yazmak için yaşayarak, uzaklaştığı dünyasını yazdığını
nasıl bilecekler...
Bir öyküyü evlerindeki rahat koltuklarında ya da bir kanapeye uzanarak, bir dinlence
ya da gezi sırasındayken bir otel ya da motelde, bir taşıtla yolculuktayken ya da bir çimerliğin
kumlarına sırtüstü uzanmış güneşlenirken ya da yataklarında uyumadan önceki
o kısa zamanda okuyup sevinç duyarak gülen, acı duyarak üzünçlenen ya da düşünen okurlar, okudukları öykünün öyküsünü, o öykünün hangi acılar, çileler yaşandıktan
sonra nasıl uğraşa didine nice uzun zamanda - kimileyin yıllarca çalışılarak - yazıldığını
hiçbir zaman bilemeyeceklerdir. Bu bana sanki yazara haksızlıkmış gibi geliyor.
Bu haksızlık, resim gibi, müzik gibi bütün sanat yapıtları için de geçerlidir. Başka
bir işle uğraşırken, konuşur ya da yazarken o arada dinlediğim bir müziğin yaratılması
için harcanan emeğin, çekilen çilelerin neler olabildiğini sonradan düşünmek beni hep
üzmüştür. Demek, sanat yapıtının yazgısı bu...

Şimdilerde (yetmişbeş yaşımda) kendi
dünyamdan yavaş yavaş uzaklaşarak
kendimi gittikçe uzaklardan seyredebilme ve gözlemleyebilme mutluluğuna erişiyorum.
Yani, gittikçe daha çok öyküleşiyorum. Bu öyküler, kendilerinden uzaklaştıkça güzelliklerini daha iyi anladığım sevdiklerimi, düşkırıklıklarımı, acılarımı, mutluluk ve
mutsuzluklarımı, tutkularımı, çılgınlıklarımı, kandırmalarımı ve kandırılmalarımı, özetleyin
güzellik ve çirkinliklerimle benden uzaklaşmakta olan kendi dünyamı anlatıyor.
Yine de bu öyküler yaşadığım olayların anlatısı değil. Hiçbir öykümün kahramanı ben
değilim ama her öykümde ve her öykümün kahramanında ben varım, tıpkı sizin de olduğunuz
gibi... Çok başka şeyleri ve insanları anlatırken kendimi ve kendimi anlatırken
de başka insanları ve şeyleri anlatmış oluyorum.
Kendimde sizleri ve sîzlerde kendimi anlattığım bu öyküler özyaşamımdan kesitler olmamakla
birlikte, nice yorucu çalışmalar, nice uzun emekler sonucu, sevilerle dolu ve
kahırlı ve çileli yaşamım olan ve benden gittikçe uzaklaşmakta olduğu için daha derinden
duyumsadığım anılarımdan damıtılmıştır.
Ayrımsayamayacağım kertede yavaşlıkla kendisinden uzaklaşmakta olduğum dünyam
gittikçe daha güzelleşiyor ve yavaş yavaş da küçülüyor. Kendisinden uzaklaştığım ya da benden uzaklaşan dünyam küçüle küçüle büsbütün gözden yitince ben de
tükenmiş olacağım. Ama sîzlerde beni ve bende sizleri anlatan bu öykülerim, yaşamımın izleri olarak gittikçe silikleşerek kalacak geride.
Onlarla birlikte mutluyken öyküleşmelerini hiç istemediğim, ama hem sevinin hem yazarın
yazgısı olarak hepsi de öyküleşen bütün sevdiklerime ve bundan sonra da yaşadıkça
sonunda öyküleşecek olan bütün seveceklerime adıyorum bu öykülerimi.
AZİZ NESİN
Taha Toros Arşivi, 001519110006

ŞİİRLERİ