
EY GÜZEL YETMİŞ YAŞIM, MERHABA!
Demek, yetmiş yaşındaki insan işte
böyle, yani benim gibi olurmuş,
inanılır gibi değil! inanılır gibi olmadığı
için, ben de inanmıyorum ya...
Haaa, inanmayan bir ben değilim, yarı
yaşımdaki kimi arkadaşlarım da inanmıyor ve özellikle hanım arkadaşlarım.
Her zamanki gibi çok açık söylemeliyim:
Lise öğrenciliğimde, elli yaşında biri
ölünce, eh, ölme zamanı gelmiş de ölmüş,
diye düşünürdüm. Altmışında biri ölmüşse, sanki ölüme biraz gecikmiş gibi gelirdi
bana. Hele yetmişindekiler? Niçin ortalarda
dolanıp kalabalık ediyorlardı? En
çok, yirmi-otuz yaşlarında ölenlere acırdım.
Bu acımasızlığım hayınlığımdan gelmiyordu.
Öyleyse ya neden? Zaman ve
uzun değerlendirmelerimizin yaşımızla
değişmesinden. Çocukluğumuzda ova kadar
geniş sandığımız bir oyun alanı, oraya
kırk yaşımızda gittiğimizde avuç içi kadar
daracık gelemez mi bize? Çocukluğumuzda
oyunla geçen bir yarım gün, bitip
tükenmezmiş gibi gelirken, elli yaşımızdan
sonra göz açıp kapayana dek yıllarımız hafta gibi çabuk geçmiyor mu? Ölüm
yaşı da işte öyle. On sekiz yaşımızdayken,
elli yaş, altmış yaş, yetmiş yaş öyle uzaklarda
sanılıyor ki...
Bir giz daha vereyim size: Benim yaşıma gelip de, dişlerini, tırnaklarını, ellerinin
arasından kaymakta olan yaşama geçirip, kendi gözlerinde bile aşağılanıp küçülerek ille de ölmemek için direnenlerden
iğreniyorum; yaşlılık işte o zaman bana
acıklı ve acınası geliyor. Asıl olan yaşamaktır; ama yaşam, her ne
olursa olsun yaşamak için yaşamak değil ki....
Son yıllarda, benden ononbeş
yaş küçük ya da daha
genç bir tanıdığım, dostum,
arkadaşım ölünce, onca genç
biri ölmüşken hâlâ yaşamaktan,
utanca benzer bir duygu
duyuyor, kendimi sanki suçlu
duyumsuyorum. Hele ölen,
yaratıcı, üretici biriyse bu
duygum daha da artıyor.
Paris’te, Londra’da, Moskova’da,
Berlin’de, İstanbul’da,
her yerde gördüm onları; ama
en çok İstanbul’da Nuruosmaniye
Camisi’nin oralarda,
Kapalıçarşı’ya girip çıkarlarken
görüyorum. İnsanın genç
yaşında, orta yaşında dünyayı
gezip dolaşmasını anlıyorum.
Ama bunlar tiridi çıkmış yaşlı
kadınlar, erkekler, kokanalar,
moruklar; içleri de geçmiş dışları da... Sarsak sarsak yürürler,
elleri titrer, başları titrer,
sesleri titrer, kimbilir daha neleri
ve nereleri titrer... Yürürken
birbirlerine dayana dayana
düşmemeye çalışırlar. Desteklenmeden
basamak çıkamazlar,
otobüse binemezler.
Taaa dünyanın nerelerinden,
kalkıp gelmişler. Ne o, bir cami,
bir kilise, bir eskil taş seyredecekler.
Böylelerini görünce
içimden hep şöyle demek
geçer:
“Bir camiyi, bir kiliseyi gördükten
sonra ölmekle, görmeden
ölmek arasında nasıl bir
ayrım var ki bu yaşınızda
bunca zahmete katlanıyorsunuz
a enayiler!”
Biliyor musunuz, beş on yıldanberi
aynı enayiliğin başka
bir biçimini kendim yaşamaktayım.
Okumak isteyip de bir
türlü okumaya zaman ve fırsat
bulamadığım kitaplarıma bakıp
“Ah, ya bunları okuyamadan ölürsem...” Acımasızca düşündüklerimi
anımsayıp kendi kendime şöyle diyorum:
“A enayi, bu kitapları okuduktan sonra
ölmekle okumadan ölmek arasında nasıl
bir ayrım var ki bu yaştan sonra böyle
yazıklanıyorsun?”
Olsun işte, sanki bu kitapları okuduktan
sonra ölüm, daha bir güzelleşecekmiş
gibi geliyor ve o yaşlı turistlerin tarihsel
yapıların duvarlarına neden enayi enayi
bakıp durduklarını şimdi anlıyorum. Ne
güzel bir enayilik!

Yaşlandığımı en çok ne zaman anlıyorum,
biliyor musunuz? Eskiden basılmış
kitaplarımı yeni basım için düzeltip dü
zenlerken. Örneğin, kırk yaşımda yazdı
ğım bir öykümde şöyle demişim: “Elli yaşındaki moruk, yirmisindeki fıstık gibi kızı almış...” Elli yaşıma gelip de bu kitabımın yeni bakımını yaparken o sözü şöyle değiştiriyorum: “Altmış yaşındaki, yirmisindeki
fıstık gibi kızı almış...” Altmış yaşıma geldiğimde moruğun yaşı da yetmiş
oluyor: “Yetmiş yaşındaki moruk, yirmisindeki
fıstık gibi kızı almış...”
Şimdi yetmiş yaşındayım. Benim için
yetmiş yaşındaki insan moruk olmayacağına göre o sözü yine değiştiriyorum :
“Seksen yaşındaki moruk, yirmisindeki
fıstık gibi kızı almış...”
Seksen yaşıma gelebilirsem, elbet moruğun
yaşı da doksan olacak, ama o fıstık
gibi kızın yaşı hiç değişmeyecek, hep yirmisin
dedir fıstık.

Safiye Ayla bir gün bana şöyle demişti:
“Telefon defterimdeki numaraları çize
çize, şimdi her sayfada ya bir, ya iki numara
kaldı, kimi sayfada hiç kalmadı.”
Bu yaşlara gelen hepimizin çektiği ortaklaşa
bir acı bu... Ölümün defterlerini
dürdüğü dostlarımızın telefon numaralarını
telefon defterimizden çiziyoruz. Bu
acıyı elimden geldiğince az duyabilmek
için, her yıl, hatta altı ayda bir, yeni telefon
defteri alıyorum.

Ölümün bana en gülünçlü gelen yanı,
öteki dünyada yaşayacağımız tasarısıdır.
O olmayan öteki dünyayı varsayarsak ve
öteki dünyada yaşayacaksak, bizden önce
oraya gidenlerle karşılaşıp buluşmamız
çok gülünç olacaktır. Çünkü, ölüler yaşlanmadıklarından -anılarımızdaki gibi
kaldıklarından- yaşıtım hatta yaşları benden
büyük olan pek çok arkadaşım, dostum
öteki dünyada bana ağabey demek
zorunda kalacak.
Düşünebiliyor musunuz,
Orhan Veli’den daha şimdiden otuz
dört yaş, Orhan Kemal’den on dört yaş
büyüğüm. Benden dokuz yıl önce doğmuş olan Sait Faik’ten otuz yaş büyük oldum
daha şimdiden. Kemal Tahir benden
beş yaş büyüktü, şimdi ben ondan da on
iki yaş büyük oldum. Benden on dört yaş
büyük olan Nâzım Hikmet’in öteki dünyada,
bugün bile kendisinden on yaş büyük olduğum için bana “Aziz Ağabey”
dediğini düşünsenize... Hem niçin salt bizimkiler?
Moliere’ler, O. Henry’ler, daha
kimler kimler bana öteki dünyada, Aziz
Ağabey neyse de, Aziz Amca derlerse ne
olacak?

Yaşıtlarımdan kimilerinin yirmi beşle
kırk yaş arasındaki güzel hanımlara -hem
de içleri giderek- “kızım ”, “hanım kızım”, “evladım”, “yavrum” filan diyerek
baba numaraları yapmalarından, hele hele
sözde babaca okşayıp makas almalarından
iğrenirim. Ne edepsiz şu yaşlı erkekler!
Ama onlardan daha çok iğrendiklerim
de var. Yukarıdaki yaşlarda bir güzel
hanım arkadaşımla birlikte olduğum zamanlar
bana,
- Kızınız mı efendim? diye şaka yollu
soran yaşlıca kadınlardan, içyüzlerini gördüğüm
için tiksiniyorum.

Eskiden... Ama ne kadar eskiden?
otuz-kırk yıl eskiden, konuşulması bile
ayıp sayılan, özellikle cinsellik üzerine kimi
konular, şimdilerde evlere giren gazetelerde
yazılıyor, çocuklara bile anlatılıp
açıklanıyor. Böyle olunca artık ben de bu
konuya ucundan, kıyısından değinebilirim.
Biz erkek milleti varız ya, bu cinsellik
konusunda çok palavracıyızdır ve yaşlandıkça cinsellik üstüne palavracılığımız
da artar. Bir gün Müjdat Gezen’in arabasındayım.
Arabada yaşıtım bir yazar da
var. Yaşıtım ama, beş dakika önce söylediğini
ve kendisine söylenileni unutuyor.
Damar sertliği var; her yanı yumuşamış
da salt damarları sertleşmiş zavallının.
Müjdat Gezen, benim yaşıma vardığında
başına neler geleceğini merak ettiğinden
öğrenmek için,
- Ağabey, kaç diye sordu.
Ne de olsa eski kuşaktan olduğumdan
böyle konularda konuşmayı sevmem. Yanıt
vermeyecek, sözü değiştirecektim.
Ama damar sertleşmesi unutkanı yazar
arkadaşım birden sesini de sertleştirerek,
- En az iki!... diye bağırmaz mı?
Hay sen çok yaşa, e mi?

On yıl önce, İsviçre’de yaşayan Avusturyalı
ünlü bir oyun yazarı konuk gelmişti
İstanbul’a. Benden, çok değil, iki üç
yaş büyüktü. Bir akşam yemeği söyleşisinde
demişti ki:
- Tren yolculuklarında filan kimileyin
yaşımı unutup genç hanımlarla kırıştırmaya
kalkıyorum. Onlar da uygun davranıyorlar.
Sonra birden aklım başıma geliyor.
“Ya evet derse, ben ne yaparım!.,
diye paniğe kapılıp kendime geliyorum.
Yaşlı erkeklerin palavrasıdır demenizi
de göze alarak söyleyeyim: Ben, genç hanımların
bana evet demelerinden değil,
hayır demelerinden korkuyorum. Her yaşın bir kendine göreliği vardır. Önemli
olan, yetmiş yaşındayken insanın kendisini
kırk yaşındaymış gibisine yutturmaya
kalkıp da kalpazanlık ederek rezil olmamasıdır.

Benim en amansız eleştirmenim ve en
iyi arkadaşım olan oğlum Ali Nesin, yetmişinci
yaşım dolayısıyla Amerika’dan
gönderdiği mektubunda bu konuda şunları
yazıyor:
“Tam Aziz Nesin’lik bir olay duydum
burda. Bir gülüt (fıkra) değil, gerçekten
yaşanmış bir olay. Bunun neden tam
Aziz Nesin’lik olduğunu benden başka
kimse anlayamaz.
Bir Amerikan yargıcı emekli olmuş.
Doksan yaşına gelmiş. Ama çok dinç olduğu
için hâlâ çalışıyormuş. Bir gün arkadaşlarıyla
yolda giderken önlerinden
olağanüstü çekici, çok güzel bir kız geçiyormuş.
Doksanlık yargıç, genç kızı görünce bir ıslık öttürüp,
- Ah, demiş, şimdi yetmiş yaşımda olacaktım
ki...”

Hızlı yaşamak diye bir şey
var ya, gençken de hızlı yaşardım,
ama yaşım ilerledikçe yaşam hızım da artıyor. Yanlış
anlaşılmak istemem; hızlı yaşamak,
güçlü yaşamak değildir.
Yetmiş yaşında insanın gücü
her neyse, işte o güçle yaşıyorum,
ne artık, ne eksik... Ama
hızlı, daha daha hızlanarak..
Yaşamın sonuna yaklaştıkça
neden böyle artarak hızlanmakta
olduğumun -kendimcebilimsel-
açıklamasını da buldum.
Ortaokul fizik dersinden
(m2.L = X) formülünü anımsayacaksınız.
Yüksekten atılan
herhangi bir cismin düşüş hızı
(kitlesinin karesiyle yükseklik
çarpımı kadar) yere yaklaştıkça
artar. Eh, ben de toprağa doğ
ru yaklaştıkça doğal olarak hızlanıyorum;
en hızlı zamanımda
toprağa düşmüş olacağım.

Ancak bu yaşımda ayrımsayabildiğim
kimi doğrular beni
şaşırtıyor. Örneğin kimi şeyleri
(hatta pek çok şeyi) kendimiz
düşünüp araştırıp denemeden,
başkaları bize nasıl ezberleterek
öğretmişse, biz de böylece
doğru doğru sayıp bilmekteyiz.
Bize yanlış öğretilenlerden biri
de, yaşamamızdan pişman olmamamız
gerektiğidir. Bize sık
sık sorarlar:
“Bir kez daha doğsanız nasıl
yaşardınız, ne olmak isterdiniz?”
“Yeniden dünyaya gelseniz
ne yapardınız?”
Çoğumuzun yanıtı hazırdır:
“Yine aynı şeyleri yapar, aynı
biçimde yaşardım.”
Ben de kaç kez bu soruyu
hep bu biçim de yanıtladım .
Bir kez de “Her ne yaptımsa,
onları daha çok ve daha güçlü
yapardım ...’ gibilerden yanıt
vermiştim. Ne kendini beğenmişlik!..
Çünkü bize, yaşadığımızdan pişman olmamayı yiğitlik diye belletmişlerdi.
Pişman olmamak, yaşamdan ders almamak,
yani boşuna yaşamak demektir.
Ders almayacaksam, yanlışımı anlamayacaksam,
daha güzelini yapmak ve yaşamak
istemeyeceksem ben o geçmişi niçin
yaşadım?
Şimdi yetmiş yaşımda, yaşadıklarımdan
pek çok pişmanlıklar duyuyorum. Öyle
çok, öyle çok yanlışlar yaptım ki... Her
şeyden önce, en değerli varlığım ve her
şeyim olan zamanımı isteğimce ve iyi kullanamadım.
Bugün yetmiş yaşımdayım.
Bana öyle geliyor ki, zamanımı iyi kullanabilseydim,
bugün yetmiş değil, bu yetmiş
yılda yüz kırk yaşımda, yani enaz iki
kat verimli olurdum. Yarı yarıya zamanımı, yani kendimi ziyan etmişim demek.

Bu yetmiş yılda ne yaptım? Yetmiş
sekiz kitap yazdım. Şimdi size bir itirafta
bulunuyorum : Her biri beş-on basım
yapmış olan bunca kitap bana, sanki
yazacağım kitabın müsvettesi gibi gelmiştir. Yetmiş sekiz kitapta, hep ileride -ne
zaman olduğunu bilemediğim zamanda- yazacağım
o kitabın müsvettesini yaptım,
kim bilir, belki de hep müsvette
yapıyorum, yaşamım belki de bu müsvetteler
içinde geçip gidecek, o kitabı -hangi
kitapsa- hiçbir zaman yazamadan...
Gençlikle yaşlılığın en büyük ayrımı,
yüreklilik ve korkaklıkta görülür. Çoğunlukla
gençler yürekli ve çoğunlukla yaşlılar korkak olur. Ne var ki gencin yürekliliği,
bir kör yürekliliktir. Bu yüzden,
daha yaşam güzelliklerinin tadına bile
varamamış körpecik gençleri savaşlarda
kolaylıkla ölüme sürerler.
Buna karşılık, seyrek de olsa, bilinçten
kaynaklanan yaşlılığın yürekliliği karşısında
durulmaz. Bence güzel bir yaşlılık,
korku duvarını aşmak demektir. Ölümün
eşiğindeki akıllı bir yaşlı artık neden
korksun ki... Böyle bir yaşlı, korkan değil,
korkulan insandır.

Peki, bu yetmiş yaşımda ben ne istiyorum?
istediğim tek şey var: Ölümü
hak etmek... Ölen insanların pek
çoğunun ölümü hak ederek ölmüş olduklarına inanmıyorum. Ölüm, insanın
ulaşabileceği en üst düzey, en yüce, en
ulu yer bence... Çünkü yaşamın en olgunluğunda
ölüyoruz. Bu yüce, bu ulu, bu en
üst düzeydeki yere layık olarak, ölümü
hak ederek mi ölüyoruz? Hak edilmesi en
zor şey ölümdür. Bence ölünce, ölümü
hak etmiş olmayı isterim. Kaç ölü, ölümü
hak etmiştir? Ölümü hak etmemiş olanlar,
yaşamışlardır ama, yaşadıkları yaşamı
da hak etmemişlerdir. Ölümlerini hak etmiş
olanlar ancak yaşamlarını da hakketmiş,
hatta yaşamdan alacaklı kalmış olurlar.
Yetmiş yaşımdayım ve dolu dolu seviyorum
ve yetmiş yaşımı seviyorum. Ey
benim güzel yetmiş yaşım, sana merhaba
demek ne güzel! Elbet bundan daha
güzeli var. Kimbilir, belki o güzeli de
yaşarım. Umut işte...
Ey benim güzel yetmiş yaşım, merhaba!
Ey benim bunca yıllık pişmanlıklarım,
merhaba!
Nesin Vakfı
10 Kasım 1984 Cumartesi
AZİZ NESİN Cumhuriyet Kitap, Sayı 283, S. 9
 ŞİİRLERİ
| | | | | |