BİR GÜNÜM NASIL GEÇER?

Geçenlerde incelemelerde bulunmak üzere Nesin Vakfı ’na Danimarka’dan yirmi kişi gelmişti. Konuşma sırasında içlerinden biri,

- Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? diye sordu.

Bir haftalık uzamış sakallarımdan sıkılıyordum.

- Boş zaman bulabilirsem tıraş olurum... dedim.

Bir günlerinin, örneğin hafta sonu ya da iş günlerinin nasıl geçtiğini anlatabilen, boş zamanları olup da onu değerlendirebilen insanlar ne mutludur. Onlara imreniyorum. Kimdi o, Kant mı? Sabahları sokağının belli yerinden geçerken onu görenler saatlerini ayar ederlermiş. Her sabah hep aynı yerden aynı saatte geçiyor. Ben de böyle olmak isterdim.

Tam tersi oldum. Dünüm bugünüme, bugünüm yarınıma, hiçbir günüm öbür günüme benzemiyor. Niçin böyleyim? Hiç de çapaçulluğumdan, boşvermişliğimden, kendimi yaşamın akışına kapıp koyvermişliğimden değil... Kendimce çok düzenli, düzenceliyimdir de... Düzenim düzencem bozulunca çok da tedirgin olurum.

Örneğin çalışma masamın üstünde yığınla birikmiş belki yüz mektubu iki-üç aydan beri yanıtlayamamış olmam yüzünden çok tedirginim. Yazmam gerekip de yazamadığım yazılar, yapmam gerekip de yapamadığım işler, okumam gerekip de okuyamadığım kitaplar, en olmadık yerlerde ve en olmadık zamanlarda birden aklıma gelir, içim içime sığmaz olur.

Yaşamım boyunca hep altında ezileceğim kertede çok iş, görev, ödev yüklendim. Çünkü kendimi çok şeyden - belki herşeyden - sorumlu saydım ve çünkü kendimi toplumuma ve dünyaya çok borçlu duyumsadım. Bir günümün öbür günüme benzememesi, yüklendiğim işleri yetiştirememem yüzünden. Cezaevlerinde bile böyle oldu.

Diyelim cezaevinde, hem de bir hücredeyim, daracık dört duvar... Oradaki yapayalnızlığımda bile kendime o denli iş yarattım ki, her gece uyumadan önce yazdığım ya da tasarladığım ertesi günkü iş izlencemin yarısını bile yetiştirmeye gün yetmez.

Yarınki işler izlencesi benim için öyle önemli ki... Bunu bana, onbir yaşımda Darüşşafaka’da öğrenciliğimde öğretmenimiz Rıfkı Bey öğretmişti. Altmışdört yıl öncesinden sesi kulağımda:

- Gece yattığınızda, uyumadan önce, o gün neler yaptığınızı düşünün. Kendi kendinizle hesaplaşın. Neleri iyi, neleri kötü, neleri doğru, neleri yanlış yaptınız? Bunları bir bir düşünün. Hangi işlerinizi eksik bırakıp ertesi güne devrettiniz? En sonra da “yarınki işler”inizin neler olduğunu düşünüp izlencenizi yapın!

Yaşamım boyunca beni tedirgin eden mutluluğumun tohumunu serpmişti beynime Rıfkı Bey, ben daha onbir yaşımdayken... (Evet, tedirgin eden. Çünkü uygarlık, tedirgin olmasını bilme yetisidir!)

Gençliğimde uykuya düşmandım. Uykuyu, bir anlama ölüm sayardım. Çünkü yaşamın üçte biri uykuda, yani çalışmadan, yani ölü geçiyor. Zamandan kazanmak için, elimden geldiğince az uyumaya çalışırdım.

Ortaokul öğrencisiyken bir yerde okumuştum: Uyku, insanın doğal gereksinimi değilmiş. İlkel insan gece karanlığında gözleri görmediğinden iş yapamadığı için bir kuytuya çekilip devinisiz kalırmış. Bu böyle binlerce yıl süre süre, insan geceleri uyuşukluğa, uykuya alışmış. Yani uyku bir gereksinim değil, bir alışkanlıkmış. Ama baktım ki, hele yaşlandıkça uykuyu yenmem olanaksız, o zaman uykumdan da yararlanma, uykumda bile çalışma yolunu denedim.

İlk kez bir gizimi vereyim mi size? Erginlik çağımdan sonra bütün yaşamım boyunca hiçbir gece yalnız yatmadım. Her gece koynumda bir dünya güzeli saydığım bir öykü, bir şiir, bir oyun, bir roman, herhangi bir yazı tasarısı olmuştur; onlarla rüyalarımda yaşamışımdır. Kimi geceler de, ağırceza mahkemeleri, sıkıyönetim, devlet güvenlik mahkemelerinde yapacağım savunmamın tasarısıyla koyun koyuna yatmışımdır.

Her gece mi her gece, yatmadan önce, ertesi gün yapacağım işleri "yarınki işler" başlıklı bir kâğıda yazarım; kâğıda değil, bir yüzü kullanılmış kâğıt parçalarına, kullanılmış zarflara, kutu mukavvalarına, kâğıt peçetelere... Yazık ki, değerini çok geç anlayabildiğim için ancak onbeş-yirmi yıldan beri bunları “ yarınki işler” dosyasında topluyorum.

Cezaevlerinde, hücrelerde bile demiştim. Evet, 1946 yılı 16 Aralık’ında Sansaryan Han’daki Emniyet Müdürlüğü’nün siyasi şubesinin penceresiz bir daracık hücresine kapattıklarında, intihar etmiyeyim diye, ayakkabımın bağlarını, belkemerimi, ceket yakamdaki topluiğneyi, kurşun ve dolma kalemimi ve benzeri herşeyimi üstümden almışlardı. Yazacak hiçbir şeyim yoktu.

Aynı şey 1948 yılında Harbiye Askeri Cezaevi’nde, dışarıya yazı çıkarmamam için kapısında sürgülü nöbetçi bekletilen hücreye attıklarında da olmuştu. Oralarda bile her gece "Yarınki işler"i yazar ve ertesi gün o işleri bitirmeye çalışır, ama yetiştiremezdim. Neyle mi yazardım? O zamanlar cıgara içiyordum. Cıgaramı yaktığım kibritlerin yanık uçlarıyla kirli duvarlara yazardım. O yazılar pek de yazı sayılamazdı, okunamazdı ama, olsun, ben o işaretleri anlayabilirdim.

...... Kimileyin öyle yorulur, bunalırım ki, elim kalem tutamaz. Öyle zamanlarımda kendi kendimi şöyle yüreklendirmeye çalışırım:

- Hadi kalk oğlum Aziz! Nasıl olsa kimse yardım edemez, bu işleri yine sen yapacaksın, yapmak zorundasın. Öyleyse, hadi kalk çalış!

Ve kalkar çalışırım, örneğin şimdi bu yazıyı yazdığım gibi.

Benim hergünüm, birbirine benzemez biçimde işte böyle geçer.

AZİZ NESİN
Güneş, 6 Mayıs 1990

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI