
AZİZ NESİN'Lİ ANILAR
SUNUŞ: Aziz Nesin’li
Anılar” I960’lı
yıllarda bir okuru
ve hayranı, 70 'li yıllardan ölümüne
kadar geçen sürelerde de çalışma ve düşünce arkadaşı olarak zaman zaman çalıştığım,
eleştirdiğim, fakat kendisine
karşı duygularımda sevgi, saygı ve hayranlığın
her zaman üstün geldiği Aziz
Nesin'den, benim zihnimde derinliğine iz
bırakmış “fotoğraflardır...
Bu son derece
öznel fotoğraflardan oluşturmaya
çalıştığım Aziz Nesin portresinin, onu
yakından tanımış ve sevmiş olanları yadırgatmayacağına,
geniş kitlelerdeki Aziz
Nesin imajını ise zenginleştireceğine inanıyorum.
ATAOL BEHRAMOĞLU,
İstanbul Eylül 1995

1. GÖZYAŞI SİMYACISI BİR YAZAR
1978 ya da 79’da Vatan Gazetesi’nde
Nâzım Hikmet’le ilgili yazılarını yayımlamaya
başladığında ona müthiş öfkelenmiştim.
Hatta çok ağır bir yergi-şiir yazmıştım.
Bu şiiri iyi ki yayımlamamışım.
Çünkü sonradan çok utanırdım. Çünkü
eğer Aziz Nesin’in, Nâzım Hikmet konusunda
yazdıkları haksız ve yersizse, benim
Aziz Nesin için söylediklerim daha
da haksız ve yersizdi. 1983 Kasımı’nda,
Barış Derneği davasından 8 yıla mahkûm
olarak İstanbul’da bir odada gizlenmekteyken,
Aziz Nesin de felç geçirmiş, Çapa
Hastanesi'nde kımıltısız yatmaktaydı.
Ve ben, birkaç yıl önce hakkında onca ağır
bir yergi-şiir yazdığım insanın ziyaretine
gidemediğim, onu hastanedeki odasında
kucaklayamadığım için kederden, çaresizlikten
ağlıyordum...
Kanlı Sivas olayları
1993’te, o uğursuz 2 Temmuz günü
“Sivas’ta ne işi vardı Aziz Nesin’in” diye
öfkeyle söylenenlerden biri de benken,
ertesi gün, olay anlaşıldığında, medyada
ona yöneltilen saldırıların çirkinliğini ve düzeysizliğini gördüğümde, bu
kez onu eleştirenleri en ağır sözlerle eleştiren yine ben olmuştum... Aziz Nesin
bir kez daha çelişkiye düşürmüştü beni...
Sanıyorum, özellikle TYS yönetim kurullarında
birlikte çalıştığımız yıllarda, o
da benimle ilgili olarak bazen sevgi, bazen
öfke duydu... Benimle ilgili çelişik
duygulan, düşünceleri oldu. Fakat yine sanıyorum
ki, zaman içinde aramızda
“dostluk” diyebileceğim bir duygunun
oluştuğunu ikimiz de duyumsadık.
1984, 85, 86 yıllarında Aziz Nesin’le bir süre
mektuplaştık. Ben o sırada Fransa’daydım.
İlki 23 Temmuz 1984, sonuncusu 24
Nisan 1986 tarihli beş mektubunu bu dizi
yazıyı tasarlarken dosyamdan çıkarıp
yeniden okudum. Önce bu diziyle birlikte
onları da yayımlamayı düşünüyordum.
Fakat diziyle ilgisi olmayan (genellikle de
benimle ve yakın aile çevremle ilgili kişisel ayrıntılarla okuru yormamak için),
bu değerli mektupları ilerde bir başka vesileyle
bütünüyle yayımlamak üzere, şimdilik
gerektiğinde bazı alıntılarla yetineceğim.
Aziz Nesin’e gönderdiğim ilk mektubun
18 Mart 1984 tarihli olduğunu, onun
mektubundan öğreniyorum. 23 Temmuz
1984 tarihli mektubu benim bu ilk mektubuma
yanıt. Yazışmamız böylece başlıyor. Aydınlar Dilekçesi konusundaki ilk
toplantıdan ve Aziz Nesin’i uğrattığım
düş kırıklığından, dizi yazının daha sonraki
bir bölümünde, yeri geldiğinde söz
edeceğim...
Okuduğum ilk Aziz Nesin kitabı Bursa’daki
sürgünlük günlerini anlattığı “Bir
Sürgünün Anıları”dır. Bu kitabı okurken,
gülmekten çok, gözlerimin duyguyla
yaşardığını anımsıyorum... Aziz Nesin
bende her zaman, hem yazar hem bir insan
olarak, dar anlamda bir gülmece yazarı
değil, gerçek duygularını, duygululuğunu
gizlemek için işi şakaya vuran,
bundan sanki acımsı bir zevk alan çok
duygulu bir insan izlenimi bırakmıştır...
Nitekim, ölümünden sonra Cumhuriyet’in
“Aziz Nesin Eki”nde yayımlanan eski tarihli
bir yazısında, “gözyaşlarını kahkahaya
çevirmeyi başaran” bir simyacıya
benzetiyor kendisini... Geçen yıl İstanbul
Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi’nde izlediğimiz
“ Hadi Öldürsene Canikonı”daki
traji-komik son yeterince belirgindir...
Böyleyken, yapıtlarındaki bu
duygusal ya da traji-komik yönlere acaba
ne ölçüde değinildi?
“Yetmiş Yaşım Merhaba”yı bana Paris’e
göndermişti. Yüze yakın ya da yüzü aşkın yapıtı bulunan Aziz Nesin’in
yapıtlarındaki yazınsal özellikler üstüne
kendi ülkesinde yazılanların toplamı acaba
tek bir kitabı doldurur mu?
Aziz Nesin’in kullandığı deyimle, lise
yıllarımda onun da bazı yapıtlarını
okuduğum dönemde, bizim edebiyattan
benim favori yazarlarım Yaşar Kemal,
Orhan Kemal, Sabahattin Ali’ydi...
Aziz Nesin’in ise, asıl, “Yeni Tanin”deki
yazılarıyla tutkulu bir okuyucusuydum...
Güncel politika sorunlarından edebiyat
ya da felsefeye, hemen her konuya
değinilen bu yazılardaki aydınlık düşünce
ve anlatım, toplumcu dünya görüşünü
benimsemem de, sanıyorum ki önemli
bir etken olmuştur... Bu anlamda Aziz
Nesin, düşünsel kimliğimin oluşmasını
sağlayan ilk ustalarımdandır.
Onu ilk kez 1961 ya da 62’de, Siyasal
Bilgiler Fakültesi salonundaki bir açıkoturumda
görmüştüm. Konu, “Türkiye’nin
Durumu”ydu. Aziz Nesin, konuşmasına
“Türkiye’nin durumu efca...”
diye başlamış, sonra sözcüğün anlamını
açıklamıştı: “Efca, yeni fecinin
çoğulu...” Aziz Nesin’den bende kalan ilk
canlı fotoğraf, bir sigara kutusundan (sanırım
Gelincik sigarasıydı) çıkardığı sigaraları
peş peşe tüttürerek, öteki konuşmacılardan çok farklı, çok doğal, hamaratça
diyebileceğim bir canlılıkla konuşmasıydı... Bir de bu “efca” sözü o günden
bu güne zihnimde yer etmiş...
Sonraki
yıllarda, konuşmalarının kederle ağırlaştığına
gölgelendiğine de tanık olacaktım.
Fakat konu, diyebilirim ki hep aynı
kaldı: “Türkiye’nin Durumu”... Ve Aziz
Nesin, bu “efca” sözünü değişik biçimlerde
de olsa kullanmaktan hiç vazgeçmedi...
Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 26-
27 Haziran 1995 tarihindeki 1. Sanat Günleri
öncesinde telefonla konuşuyoruz. Bü-
yükada’dan Çatalca’yı aradım. ATV’nin,
sanat gecelerimizi çekmesini sağlamak ve
sendikaya biraz para kazandırabilmek
için didiniyoruz. (Sonunda çekim, Aziz
Nesin’in çabalarıyla gerçekleşti, fakat
ödeneceği söylenen para şu ana kadar
ödenmiş değil!) Telefondaki ses boğuk,
yorgun. (Son aylardaki telefon konuşmalarımızda
hatırını sorduğum ve kaygılarımı
belirttiğimde, hiç yapmadığı şeyi
yapıyor, kaygılarımı doğrulayarak “evet,
iyi değilim” diyordu.)
Bu son telefon konuşmamızda,
“Aziz ağabey” demiştim,
“sizce yazarlarımız için bu kadar uğraşmamıza değer mi?” “Aslında”, diye
yanıtlamıştı beni, “sen şimdi yine birtakım
vatanseverlik numaralarıyla bana
karşı çıkarsın, ama bu soru vatanımız için de sorulabilir... Çünkü vatanımız
bok içinde ve daha da çok boka
gitmekte... Ama marifet, güllük gülistanlık
bir vatan için değil, bok içindeki
vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır...
Neden? Çünkü bizim vatanımızdır
da ondan...” Yanıtı neredeyse
sözcüğü sözcüğüne böyle olmuştu...
İyimserliklerini kimi kez aptallık derecesine
vardıranlar (ben o gruptanım) düş
kırıklığına da çabuk uğrar ve küskünlüğe, eylemsizliğe daha kolay düşerler...
Aziz Nesin ise, öyle sanıyorum ki, gerçekçi olduğu, kendini işin en başında “efca”ya
hazırladığı için, sonuna dek o inanılmaz
mücadele gücünü, enerjisini yitirmedi...
1972 (ya da 73’te), Aziz Nesin ve Orhan
Apaydın, Dünya Barış Konseyi’nin
bir toplantısına katılmak üzere Moskova’ya
geldiler... Ben de o sırada Moskova
Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde
stajyerdim... İki ya da üç yıldır yurtdışındaydım
ve“Yolculuk, Özlem, Cesaret
ve Kavga Şiirleri” adlı kitabım yayına
hazırdı. Yayımlanmak üzere Türkiye’ye
göndermem gerekiyordu. Aziz Nesin’den
yüz bulamamış olmalıyım ki, (ya da belki
o daha uzun süre kalacaktı Sovyetler
Birliği’nde) dosyamı henüz tanıştığımız
Orhan Apaydın’la göndermiştim Can Yayınevi’ne...
Sıra dışı bir aydın
1974 güzünde yurtdışından İstanbul’a
dönüşümde Türkiye Yazarlar Sendikasına üye oldum. Sendika, o yıl kurulmuştu
ve diyebilirim ki o tarihten bu günlere
Aziz Nesin’le kesintisiz birlikteliğimiz
oldu. O günlerden bende iz bırakan
Aziz Nesin fotoğrafı, gözlerine arada bir
ilaç damlatan, yaşlanmış bir yazardı. Henüz
TYS Başkanı da olmamıştı. Fakat
başkan oluşundan ve yönetim kurulunda
birlikte çalışmaya başlayışımızdan sonra
bambaşka bir Aziz Nesin tanımaya
başladım...
Zihni binbir konuda sayısız tasarı
dolu, bir dakikasını bile boşa geçirmeyen,
akılalmazca enerjik, akılalmazca
disiplinli bir insandı bu. Yani, bizde alışılagelmiş aydın tipine pek de benzemeyen
bambaşka biri... Duygulu, naif, muzip,
çocuksu yanlarını da tanımaya başlamıştım...
Bence tek eleştirilebilecek yanı, kendine
aşırı güveni, kendinden başkalarına
ise pek güvenmeyişiydi... Katıldığı toplantılarda
gündem, ancak onun kafasındaki
gündem olabilirdi... Bu tutumu TYS
Yönetim Kurulu toplantılarında bazen
gerginliğe yol açıyordu. Bir gün bu toplantılardan
birinde Vedat Türkali, “Aziz
Bey, siz bir otodidaktsınız!” dedi... Tartışmanın
konusu neydi, ya da konu neydi
anımsamıyorum, fakat eleştiri dozu
yüksekçe bir saptama, bir gözlemdi bu...
Bir an sessizlik oldu, sanıyorum karşılıklı
olarak başkaca da bir şey söylenmedi...
Kendisinin “efca” sözü gibi Vedat
Türkali’nin bu “otodidakt”ı da Aziz Nesin’le
ilgili bir sözcük olarak zihnimde yer
etmiştir..

3. YAŞAMLA BOĞUŞAN ADAM
Ben 1982 Martı'nda Barış
Derneği Davası nedeniyle
tutuklanmış, Maltepe’de
cephanelikten bozma
bir cezaevinde, toplam
9 ay 16 gün tutukluluktan
sonra 83’ün son günlerinde öteki
arkadaşlarla birlikte serbest bırakılmıştım. Hapishanede bulunduğum sırada,
daha önce de belirttiğim gibi, 80 öncesindeki
bir yazımda hükümetin manevi
kişiliğine hakaret suçlamasıyla bir yıllık
bir başka mahkûmiyetim (ve birkaç aylık
da Erzurum’a sürgün cezası) Yargıtay’ca onaylanmıştı... Bayrampaşa’da bulunduğum
sırada 30.11.82’de açılan TYS
davası da sürmekteydi..,
Ve yine bu sırada bir de TKP davası
gerçekten tüy dikmişti... Böyle bir ortamda
ve hiç de kolay olmadığı tahmin
edilebilecek koşullarda Türkiye’den ayrılmıştım...
Aziz Nesin, yurtdışına ilk kez, pasaport
alamadığı için, sanırım 1960’larda,
elli yaşındayken çıkabildi. Hayatı, bu
alanda da sürekli iniş çıkışlarla doludur.
Ya üst üste yurtdışı yolculukları yaptı ya
pasaport alamadı. Türkiye’de siyasal yönetimlerin dengesizliğinden, bu konuda
da yaşamı en çok etkilenen kişilerin başında Aziz Nesin gelir.
Birlikte yaptığımız iki yurtdışı yolculuğundan
ilki Haziran 1977’dedir. Sofya’da
Dünya 1. Yazarlar Kurultayı’na
Türkiye’den Aziz Nesin, Yaşar Kemal,
Burhan Arpad ve ben çağrılıydık... Günü gününe tuttuğum gezi ve kurultay notlarımın
(Türkiye’de genel seçimlerden
bir gün sonraki) 6 Haziran 1977 tarihli ilk
sayfası şu cümlelerle başlıyor:
“Seçim
günü ertesi, sabahın altısında, Kadıköy
rıhtımında Aziz Nesin’i bekliyorum. Sofya’da
Dünya Yazarlar Kurultayı’na katılmak
üzere. Seçim sonuçlarının ne olabileceğini
konuşarak Yeşilköy’e varıyoruz..”
Olaylı Dünya Yazarlar
Kurultayı
O sabah Kadıköy rıhtımında buluştuğumuz Aziz Nesin; yine zihnimdeki unutulmaz
Aziz Nesin fotoğraflarındandır.
Yağmur çiseliyordu. O, kimbilir kaç gün
sürecek yolculuğa safari tipi kısa kollu bir
gömlek ve elinde küçük bir yol çantasıyla
çıkıyordu. Bir yandan da oğullarına
söyleniyordu. Sabaha kadar seçim sonuçları için televizyon başında kalıp kendileri
de uyumamışlar, onu da uyutmamışlar...
Burhan Arpad’la Yeşilköy’de buluşmuştuk. Yaşar Kemal Sofya’ya Stockholm’den
gelmişti. (Bunları notlanmdan
yazıyorum.) Yaşar Kemal’le bir gece Boris
Parkı’nda yolumuzu kaybettiğimizi,
Sofya’da (daha çok Bulgaristanlı Türklerin
ve sosyalizmin sorunlanndan söz ederek)
saatlerce yürüyüşlerimizi, Burhan
Arpad’la da bir akşam müzikli bir kaferestoranda
gulaş yediğimizi, şarap içtiğimizi
çok iyi anımsıyorum.
9 Haziran 1977 tarihli notlanmda şu
satırlar var:
“Öğleden sonra konuşan Yunanistanlı
bir delege, Türkiye’ye karşı haksız ve kaba
suçlamalarda bulundu. Sözlerinde, geçen yüzyılın Yunan milliyetçiliğinden kaynaklanan
çağrışımlar vardı. Benim öğleden
sonra yapmak üzere hazırladığım konuşma
ise, yine Türk-Yunan ilişkileri konusunda,
fakat dostça duygularla doluydu.
Yunanistanlı delegenin konuşması
üzerine, Burhan Arpad az önce konuşma
yapmış olduğu başkanlık divanından inerek,
Yaşar Kemal ve ben oturduğumuz
yerden kalkarak toplantı salonunu terk
ettik. Aziz Nesin yukarda çalışıyordu...”
Bundan sonra olup bitenleri bir filmden
görüntüler gibi çok net anımsıyorum.
Yaşar Kemal, Burhan Arpad, ben, Yaşar
Kemal’le birlikte Stockholm’den gelmiş
bir-iki isveçli gazeteci asansöre doluşarak yukarı çıktık. Konuşmasını bir gün
önce yapmış olduğu için o günkü oturumları
izlemeyen, otelin yukardaki katlarından
birindeki odasında çalışmakta
olduğunu bildiğimiz Aziz Nesin’in odasının
kapısını çaldık. Aziz Nesin üstünde
bir atlet, fanila ve bir şortla, kapıyı açtı.
Yorgun gözlerle şaşkın şaşkın yüzümüze
baktı.
Belli ki çalışma masasından kalkmıştı. Yaşar Kemal öfkeden, biraz da hızlı hareketten
tıkanarak, davudi sesiyle olup
biteni anlattı.
Bu arada Bulgaristan Yazarlar Birliği
yöneticileri de peşimizden yetişmişler,
özür dileyerek, üzüntü ve kaygıyla bekleşiyorlardı.
Aziz Nesin, Yaşar Kemal’i
yatıştırmak için bir şeyler söyledi. Bir süre tartıştılar.
Aziz Nesin’in sükûneti beni etkilemişti. Havayı yumuşatmak için, biraz da minik
ve sakin adamla kocaman ve heyecanlı
adamın karşı karşıya durup tartışmaları,
bana gerçekten “Fareler ve İnsanlar”ın
kahramanlarını çağrıştırdığı için, “Şu an
tıpkı Leni’yle George’a benziyorsunuz”
deyiverdim... (Yaşar ağabey şimdi bilmem
gücenir mi, ama o günlerde böyle
bir espri yapmama izin verecek yakınlığımız vardı.). Az sonra, Yaşar Kemal’in
öfkesi de yatışmıştı. Ne yapabileceğimizi
düşündük. Sonrasını yine notlarımdan
aktarıyorum:
“Benim konuşmamın sonunda ek olarak
okunmak üzere, Türk delegelerinin
ortak görüşü olarak bir bildiri hazırladık.
Bildiride, Yunanistanlı delegenin söylediklerinin
tersine, Kıbrıs’ta sadece Türk
ordusunun değil, çeşitli yabancı emparyalist
güçler bulunduğunu, Kıbrıs’ın tümüyle
yabancı askerlerden ve silahtan arındırılmasından yana olduğumuzu belirttik.”
Bu çözüm, ev sahibi Yazarlar Birliği
yöneticilerini rahatlatmış, belki de bir
skandal arayan birkaç Batılı gazetecinin
hevesleri kursaklarında kalmıştı. Konuşmam ve sonrasında okuduğum ortak bildirimiz,
Yunanlı delegenin yarattığı sevimsiz
havayı dağıtmış ve bizlere sempati
kazandırmıştı...
9 Haziran 1977 günü Sofya’da “Park
Otel Maskva”da, Aziz Nesin’in odasının
kapısı önünde, iki dev yazarımızın karşı
karşıya durup bir an tartışmalarının fotoğrafı
bütün canlılığıyla gözlerimin
önünde...
Eylül yağmuru altında
Aziz Nesin’li bir başka fotoğraf... Bu
kez 1980 Eylül ayının (12 Eylül’ün beş-
on gün sonrasına rastlayan) bir günü...
Yine sabahın erken bir saati... Yine yağ
mur çiseliyor... Yine bir yurtdışı yolculuğu öncesinde Aziz Nesin’le Cağaloğlu
yokuşunu tırmanıyoruz... Yine Sofya’da,
Dünya Barışçı Yazarlar Kurultayı’nın
üçüncüsüne katılacağız. Cağaloğlu yoku
şunu tırmanan Aziz Nesin’e bakıyorum.
Bu kez sırtında bir ceket var ve (yağmur
çiselediği için) ceketinin yakalarını kaldırmış...
Sırtını hafifçe kamburlaştırmış.
Önce ünsüz bir yazar ve gazeteci, sonra
dünyaca ünlü bir yazar olarak sayısız kez
inip çıktığı yokuşu, sabahın erken saatinde
(o dönemde TYS Genel Sekreteri
olan) genç arkadaşıyla tırmanıyor. Azıcık
takılıyorum, gülümsüyor... Öfkeli olmaktan
çok, hüzünlü... Kimbilir neler geçiyor
aklından. Onca mücadeleden sonra işte
yine bir askeri darbe olmuş ve ülke yine
belirsiz bir geleceğin eşiğinde... Ve nice
yılların savaşımcısı Aziz Nesin, ceketinin
yakalarını kaldırmış, çiseleyen yağmurun
altında, hüzünlü, düşünceli, sabahın
erken saatinde, Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyor...
Bu fotoğraf, benim için en
unutulmaz Aziz Nesin fotoğraflarındandır...
Ben Sofya’dan, 1980 yazında İsviçre’ye giden kardeşim Nihat’la buluşmak
için Zürih’e uçtum. Yurtdışında kalmayı
düşünmüyordum ve istemiyordum da.
Zürih’te bir süre kaldıktan sonra Türkiye’ye
dönüşümde güncemdeki notlardan:
“14 Ekim 1980. Bizim derginin kapısı
mühürlü. 12 Eylül’den bu yana 1 ayı aş
kın süre geçtiği halde A. Kadir ve Demirtaş
Ceyhun hâlâ içerdeler. Nedeni de belli
değil Aziz Nesin yurtdışından daha dönmedi.
Sendika da öylece kapalı duruyor.”
Anımsadığımca, Aziz Nesin Sofya’dan
Türkiye’ye dönmüştü. Sonra yeniden birkaç
kez daha seyahate çıkmış olmalı.
Bunlardan birinin (sanırım Asya-Afrika
yazarlar Birliği’nin 1982’deki toplantısına katılmak için çıktığı yurtdışı yolculuğunun) epeyce uzun sürdüğünü, Aziz Nesin
kaçtı, yurda dönmeyecek türünden
söylentilerin çıktığını, basında yalan yanlış
haberler yayımlandığını anımsıyorum.
Bayrampaşa cezaevinde bulunduğum sırada, 12.12.1982’de güncemde şu notlar
var:
“Aziz Nesin Türkiye’ye döndü. Havaalanında
karşılayan arkadaşlar arasında
olmak isterdim. Yaşlanmış, sevimli bir
masal dedesi. Ve hâlâ onbeş yıl kadar hapsi
isteniyor. Bu ne alçaklık, ne bitmez bir
kin, ne zalimliktir. Anlayabilmek, doğal
karşılayabilmek çok güç.”
O dönemde bir yurtdışı beraberliğimiz
daha var Aziz Nesin’le. Nâzım Hikmet
anmaları için Atina ve Selanik’e itmiştik. “Toros Canavarı” Selanik’te sahneleniyordu. Birlikte izledik. 1980 Haziranındaki
yurtdışı yolculuğu, benim için de 12
Eylül 1980 öncesinde yaşanmış olan mutlu
günlerdendi. Selanik’te “Kaftancıoğlu” stadyumunda onbinlerce kişilik bir
topluluk önünde Ritsos ve ben şiir okumuştuk...
Teodorakis konser vermişti...
Selanik’te bir kafede, Ritsoslu, Aziz Nesinli
söyleşilerimizi, birlikte Türkçe ve
Rumca türküler söylediğimizi anımsıyorum...
Pasaport yasağı
Yurtdışında uzunca bir süre kaldıktan
sonra 1982 yılı aralık ayında ülkeye dönen Aziz Nesin’in yeniden bir yurtdışı
gezisi yapabilmesi için yıllarca beklemesi
gerekecekti. Çünkü yine pasaport yasaklıları
listesine alınmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde kitapları çevrilip yayımlanan
çeşitli toplantılara çağrılan, uluslararası
üne sahip yazarlarımıza, bir yurtdışı
gezisinden kendi ayağıyla döndüğü ülkesinden
çıkış yasağı konmuştu... Aziz Nesin,
pasaportunu çok geçmeden almış olmalı
ki ben Fransa’dan ayrılmadan (87 ya
da 88’de, en uzak bir olasılıkla 89 haziranından
önce) Paris’te buluştuk. (Bu buluşmadan
bir sonraki yazıda söz edeceğim.) Ve ölümüne kadar belki her zamankinden
daha çok yurtdışı yolculuklara
çıktı. Hayatının bu konuda da sürekli iniş
çıkışlarla dolu olduğunu yazmıştım. Nasıl
bir yazgı ve nasıl bir ülke bu!

4. ÖLÜMSÜZ AŞKIN PEŞİNDE
94 Eylül’ünde Antalya’da birlikteydik.
CHP Gençlik Örgütü
bir sanat şöleni düzenlemişti.
Aziz Beyin de katılmasını
sağlamamı benden rica
ettiler. Telefon ettim. “Kendimi
iyi hissedersem gelirim, ama arkadaşımla
gelirim” dedi. Ayben Hanımla geldiler. Kaleiçi’nde “Begonvil”
adlı pansiyonda kalıyorduk. Mutluydu.
Ve sanıyorum ki Ayben Hanım, Antalya’nın
o eşsiz eylül güneşi gibi, Aziz
Nesin’in son birkaç yılını ışıklarla donatmış
insandır...
Belediye Kültür Parkı’ndaki
salonda HalukÇetin’le şiir-müzik dinletimizi ilk kez sunacaktık. Salon
tıklım tıklım doluydu. Metin Demirtaş’tan
başka Antalya dışından ya da Antalyalı
sanatçı arkadaşlardan izlemeye
gelen olmamıştı dinletimizi. Programın
başlamasına az bir zaman kala Aziz Nesin
ve Ayben Hanım geldiler. Ortalarda
bir yere oturdular.
Bir buçuk saatlik dinletinin
bitmesine yaklaşık yarım saat kala
ışıklar bir şalter patlamasıyla söndü.
Bütün o bölgenin ışıkları sönmüştü...
(Arkadaşlar sonradan en arka sırada oturan
birkaç kişinin ışıklar söndüğü anda
bellerinden tabancalarını çekerek şarjörlerine
mermi sürdüklerini anlattılar.
Herhalde toplantının güvenliğini sağlamak
için gelen sivil polislerdi...) Dinletiyi
mikrofonsuz sürdürdük ve herhangi
bir kısaltma da yapmadık...
Havalandırma
da devre dışı kaldığından bir sü
re sonra yüzümden ve vücudumdan terler
akıyordu. Göz ucuyla Aziz Bey’e
ve Ayben Hanım’a bakıyordum. Kıpırdamaksızın
sonuna kadar izlediler dinletiyi...
Dışarı çıktığımızda Aziz Nesin,
bir ara çok bunaldığını, fakat dinletiyi
çok sevdiğini, bitmeden bırakıp çıkmak
istemediğini söyledi... En çok da dinletinin
son şiiri “Aşk İki Kişiliktir”i beğenmiş...
Aile özlemi
Aziz Bey’in “çapkın” olduğu
yazıldı, söylendi. Kadınları sevdiği
muhakkak. Ama “çapkın” mıydı
gerçekten?..
1987’de Paris’e geldiğinde Montreuille’deki
evimize bir akşam yemeğine konuk
olmuştu. Salona girdiğinde çevresine
bakınarak, “ Burası bir aile yuvası
olmuş” dedi. “Aileyi yine kurmuşsunuz...”
Ve hiç unutamadığım bir Aziz
Nesin fotoğrafı daha: Bir yurtdışı yolculuğu
öncesinde Feneryolu’ndaki evlerine
gittiğimi daha önce yazmıştım. Eşi Sayın
Meral Çelen yüzünde tek çizgi kıpırdamaksızın
salonda bir köşede kollarını
kavuşturmuş oturuyor. Aziz Nesin ise
evlerinin bir “aile yuvası”olduğunu kanıtlamak
istercesine çırpınıyordu... Mutfaktan
bir tabak pilavla çıkıp geldiğini
anımsıyorum...
Birkaç yıl önce geçirdiği kalp ameliyatı
sonrasında Hüsrevgerede Caddesindeki
evinde Ludmila ile ziyaretine
gitmiştik. Gözleri artık hemen hemen
görmüyordu, fakat yine de bir kâğıt takılıydı daktilosuna, bir öyküye çalışıyordu... Bizi çayla, kurabiyelerle ağırladı.
Bir ara azıcık utanarak, yanda bir
odada iplerle bağlanmış, üzerinde adlar
ve adresler yazılmış mektup demetlerini
uzaktan gösterdi. Sevgilisi olan kadınlardan
gelen mektuplarmış... Ameliyattan
sağ çıkmazsa sahiplerine gönderilmek
üzere hazırlamış bu mektup demetlerini...
Bütün bu tanıklıklarıma rağmen ben
yine de tekrarlayacağım sorumu: Aziz
Nesin “çapkın” biri miydi gerçekten?
Paris’e gelişinde, Charles De Gaulle Havaalanında
karşılamaya gitmiştik onu.
Elinde, yarısı da boş, küçük bir yol çantasıyla,
neşesiz, yorgun bir yüzle çıkıp
geldi.
(Lise yıllarımda İsmail Dümbüllü’ye
hayrandım. Ankara’da bir tiyatroda bir
oyununu izledikten sonra oyuncuların
çıkacağı kapının yakınında bir yerde durarak
çıkmasını bekledim. Kendisine
hayranlığımı söylemek istiyordum...
Dümbüllü, o büyük komedyen, epeyce
bir zaman sonra öyle neşesiz, öyle yorgun
bir yüzle çıktı ki kapıdan, söyleyecek
hiçbir sözüm kalmamıştı. Olduğum
yerde kalarak, onun ayaklarını sürüye
sürüye uzaklaşıp gitmesini izlemekle yetindim...
Paris Havaalanı’ndaki Aziz Nesin
fotoğrafı, bana çok yıllar önceki bu
olayı anımsatmıştı...)
Kalabalıkta bile yalnızdı
Aziz Nesin, çevresindeki büyük kalabalıklara
rağmen, yalnız, çok yalnız bir
insandı bence... Ömrünce tek bir aşkı,
ölümsüz bir aşkı, “o hepimizin sevgilisidir”
dediği “Yetmiş Yaşım Merhaba
”daki “Tülsü”yü aradığına ve ömrünce
içinde bir “aile yuvası” özlemi taşıdığına inanıyorum... Belki Nesin Vakfı
bile bu özlemin giderilmesi için yapılmış
bir şeydi...
Geçtiğimiz yıl Taksim
Sahnesi’nde düzenlenen Aziz Nesin gecesinde,
özellikleri sayılırken, “çapkınlığından
da söz edilmişti... Birkaç
gün sonra telefonla Çatalca’yı aradım...
Her zamanki gibi sekretersiz, telesekretersiz,
dosdoğru kendisi çıktı... Bazı başka düşüncelerimle birlikte, yukardaki
düşüncelerimi de içten gelen bir duyguyla,
derin sevgimle, sayıp döktüm
ona...
Ne söyledi, şimdi gerçekten anımsamıyorum...
Fakat sesindeki dertli, sıcak gülümseyişi ve karşıt hiçbir şey söylemediğini
çok iyi anımsıyorum...
Cimri değil tutumluydu
“Çapkın”lığı gibi “cimri”liği de yakıştırmadır.
Dostlarını, konuklarını, üstelik
kendi eliyle pişirdiği yemeklerle
ağırlamaktan zevk duyardı.
Akademi Kitabevi’nin üstünde Düşün Yayınevi’nin bürosundaki balık ziyafetlerinden
birine ben de konuk olmuştum.
1980’den sonra 1 Mayıs kutlamalarının yasaklı olduğu dönemde, her 1 Mayıs’ta
Nesin Vakfı’nda yemekli şölenler
düzenlendi. Bunlardan benim için en
unutulmazı (ki zaten yurtdışına çıkmak
zorunda kaldığım için sonrakilere katılamadım) 1983 1 Mayısı’dır.
O gün çekilen fotoğraflardan birinde
Bekir Yıldız ve ben, sanki hapishanede
çekilmiş bir fotoğraftaki gibi elimizde
kahve fincanları, çömelmişiz. Ortamızda
Adnan Özyalçıner. Arka sırada sağda Aziz Nesin. Kolu Asım Bezirci’nin
omuzunda... Yanda Tekin Sönmez. Arka
sırada, solda Aziz Çalışlar, ortada
Oktay Arayıcı, yanında Rutkay Aziz (yü
zü görünmüyor). 1983 1 Mayısı, cuntaya,
zindanlara girip çıkmış olmaya, sürmekte
olan davalara rağmen, en mutlu günlerimizden
biri olmuştu ve bu mutlulu
ğu, vakıfta düzenlediği şölene de bizleri
(daha birçok yazar ve sanatçıyı ve ailelerini)
bir araya getiren Aziz Nesin’e
borçluyuz...
Aziz Nesin’in kendine ait
hiçbir lüksü yoktu. En sade biçimde giyinen, en sade biçimde yaşayan bir insandı. “ Cimri”lik
yakıştırması, özellikle Yazarlar Sendikası
harcamalarındaki tutumluluğundan
ötürü yapılmış olsa gerek. Haksız kazanç
sahiplerinin savurganlık ve israflarının
marifet sayıldığı toplumumuzda,
her zaman bir halk insanı olarak kalmış,
biriktirdiği şeyleri kendisi için değil başkaları için özellikle de Vakıf’taki çocukları
için biriktirmiş olan Aziz Nesin’in
tutumluluğu, hiç kuşku yok ki örnek
alınması gereken bir erdemdi...
Aziz Nesin, onu tanıyan herkesin çok.
iyi bildiği ve daha önce de başka arkadaşlarca
yazılmış olduğu gibi olağanüstü
çalışkan bir insandı. Zaten bir ömre
sığdırılmış sayısız yapıt ve eylem, bu
çalışkanlığın somut kanıtıdır. Çalışmak
için özel bir zamana gerek olmadığını,
her an, her dakika, her zaman çalışılabileceğini,
çalışmak gerektiğini ben Aziz
Nesin örneğinde somut olarak gördüm...
İlgi alanı sınırsız, öğrenme susuzluğu
sonsuz bir “otodidakt”tı o gerçekten
de...

5. DÜNYA ÇAPINDA OYUN YAZARI
Asıl uzmanlık alanı olan
yazarlıkta da tek bir türün sınırları içinde kalmadı... Aziz Nesin gelmiş
geçmiş ve dünya
ölçüsünde en büyük
gülmece yazarımız olduğu gibi kanımca,
yine dünya ölçüsünde büyük bir
oyun yazandır...
“Tut Elimden Rovni”, içeriğiyle de
biçimiyle de dünya ölçüsünde değerli
bir tiyatro yapıtıdır...
“Surname” adlı romanı kendisinin
de en çok değer verdiği yapıtlarındandır.
“Zübük”, “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez“ler
ve sayısız başka yapıtıyla, çağdaş edebiyatımızın ölümsüzleri arasında
olduğundan kimsenin kuşkusu yok.
Fakat kendisinin de yakındığı gibi bu
yapıtları konusunda kendi ülkesinde bugüne
kadar geniş kapsamlı, kitap boyutlarında
bir değerlendirme yapılmamış
olmasını, kimi kitaplarının tümüyle yankısız
kalmasını, gerçekten de nasıl açıklamalı?
Son fotoğraflar
Ve böylece en son Aziz Nesin fotoğ
raflarına gelmiş oluyorum...
Bunların kimilerinden, özellikle de
son yıllardaki kimi telefon konuşmalarımızdan
daha önceki bölümlerde söz
etmiştim.
Şimdi son bir-iki yılda bende en çok
iz bırakan başkaca karşılaşmalarımızı
anlatacağım...
Aziz Nesin Türkiye Yazarlar
Sendikası’nın
9. Genel Kurulu'na gerçekten yorgun
ve hasta olarak katıldı. Konuşmaları,
tartışma ve suçlamaları kaygıyla izledi.
Bu kaygı, gerginlik, fotoğrafında
apaçık görülmekte.
Yorgun ve hasta olduğu halde, ertesi
gün oy kullanmaya da geldi. Bir köşede
sessizce ve (artık hemen hemen hiç göremediği için) güçlükle oy pusulasını
doldurdu, oyunu kullandı ve sessizce çıkıp gitti... Onu başkanlık divanı seçimlerinden
sonra arayarak sonuçları söyledim.
Kutladı, “ Kongrede iyi konuştun” dedi ve sendikanın parçalanmayacağını,
bölünmeyeceğini umduğunu
söylemekle yetindi...
8 martta Konya’da bir kitabevinde imzası
vardı. Tarihi tam olarak biliyorum.
Çünkü bizim de Konya Devlet Tiyatrosu’nda
şiir-müzik dinletimizin tarihi aynı
gündü...
Aziz Nesin. Konya'ya bir ya da iki
gün önce gelmiş, otellerin kendisini kabul
etmediğine dair haberler ve buna
ilişkin yazılar gazetelerde yer almıştı...
Konya’ya gideceğimizi ya da Konya’da
olduğumuzu öğrenen arkadaşlarımız arasında ciddi kaygılarla kapılanlar
bile olmuştu...
Oysa bizim ayak bastığımız Konya,
olağan yaşamını sürdüren bir kent görünümündeydi. O gün öğleden sonra Devlet
Tiyatrosu salonuna gitmeden önce
Aziz Bey’in kitap imzaladığı kitabevine
uğradık. Okur ilgisi dışında herhangi
bir olağandışılık yoktu. Kitabevine
girdik, orada bir iki sivil polis barikatını aşarak Aziz Bey’in yanına ulaştık.
Epeyce yorgun, neşesiz ve yalnız bir
Aziz Nesin fotoğrafı... Gözleri ise yanına gelenin ancak adımı söylediğimde
ben olduğumu anlayacak kertede görüyordu. Son görüşmelerimizin hepsinde
olduğu gibi eğilip yanaklarını öptüm; o
ve Konya’ya birlikte geldikleri Ayben
Hanım, aynı akşam trenle dönüyordu,
biz ertesi gün dönecektik. Vedalaşıp ayrıldık.
Nisanda Ankara Kitap Fuarı’nda kitaplarını
yine TYS standında imzaladı.
Mutlu, neşeli ve şıktı. Ben de aynı gün
kitap imzalıyordum.
Kitap fuarları sırasında hiç değilse
birkaç günlüğüne yaşadığımız iyimser
duyguların uçarılığıyla, okurlarımız, daha
çok da bayan okurlarımızın sayısı konusunda
yarışıp şakalaştık...
26-27 hazirandaki TYS Sanat Günleri’nin
ilkine onur konuğu olarak katılıp
bir konuşma yapmasını telefonla rica ettim.
İyi olursa, başkaca da bir engel çıkmazsa
katılacağını söyledi.
Sanat günlerinden birkaç gün önce
kalbinden rahatsızlanarak Florence
Nightingale Hastanesi’ne kaldırıldı.
ATV'nin ayıbı
23 haziran cuma akşamı, Yazarlar Evi
sahibi Cengiz Kartal’la, TYS’de Sanat
Günleri’yle ilgili bir toplantıdan sonra
hastanede ziyaretine gittik.
Yüzünde ona çok yakışan (birkaç
günlük) beyaz sakallar, üzerinde yine
bir şort ya da kısa bir pijama, yalınayak
oturmuş, ortak arkadaşlarımız olan birkaç
ziyaretçisiyle konuşuyordu. Sanat
günleriyle ilgili gelişmeleri anlattık.
Söz arasında, atv’nin kabul etmişken
son anda nedense çekimleri yapmaktan
vazgeçtiğini söyledik.
Aziz Bey, bizden bir iki gerekli bilgi
edindikten sonra atv’yi telefonla aradı
ve ertesi gün sorun çözümlenmişti...
(Nitekim 1. Sanat Günleri çekim hakkını tek televizyon kanalı olarak bizden
alan atv, çekimleri yaptı, Aziz Bey’in
ölümünden sonra “çok özel” spotlarıyla
çekimlerden bölümler gösterildi; fakat
bugüne kadar herhangi bir atv yetkilisiyle
görüşmemiz mümkün olmadı,
yazılı mesajlarımıza da yanıt alamıyoruz.)

7. SON BÜYÜK ROMANTİK
Anton Çehov, Yalta’da ölmüş,
cenazesi Moskova’ya
trenle getirilmişti. Gorki’nin “Anton
Çehov” başlıklı yazısında, unutulmaz bir cenaze
töreni bölümü vardır:
“Moskova’nın ‘içten sevdiği’ yazarın
tabutu, kapısında iri harflerle ‘İstiridye
Vagonu' yazılı yeşil bir vagonda
getirildi. Yazarı karşılamak üzere istasyona
toplanmış kalabalığın bir bölümü, Mançurya'dan getirilen General
Keller’in tabutunun peşine takıldı ve
Çehov’un neden askeri bando eşliğinde
mezara götürüldüğüne şaştılar.
Yanlış anlaşıldığında, doğuştan şen
şakrak bazı kişiler gülmeye başladı.
Çehov’ un cenazesine çok çok yüz kişi
katıldı.. ...... Cenaze alayının başında iri
yarı beyaz bir ata binmiş ızbandut gibi
bir polis vardı.”
Aziz Nesin’in tabutu 6 temmuz perşembe gecesi saat 11 sularında, Yeşilköy
Havaalanı’nın kargo bölümünden çıkarıldı...
Başlangıçta, sivil ve resmi polisler,
TV kameramanları ve gazete fotoğrafçıları kalabalığı dışında birkaç kişiydik. Belki de kimileri Aziz Nesin’i normal
yolcu çıkış kapısında bekliyorlardı...
Çatalca Belediye Başkanı Aykut Fırat, resmi arabasıyla gelince kameramanlarda
bir canlanma oldu. Az sonra
Aykut Fırat’la konuşmaya başladığımızda,
iki saattir oralarda sessizce beklemekte
olan kişinin de herhalde “önemli biri”
olabileceğini düşünen kameraman ve
fotoğrafçıların flaş ateşleri altında kaldık...
Aziz Nesin’in kargodan çıkarılan
üzerine ayyıldızlı bayrak örtülmüş tabutu,
omuzlar üzerinde cenaze arabasına
konuldu ve oradan da Çapa Hastanesi
Anatomi Bölümü’ne götürüldü. (Sonradan
topluca gelen bir grup arasında yazar
arkadaşlardan Emin Karaca’yı, Suna
Aras’ı seçebildim.)
Karanlık hastane avlusunda yersiz
yurtsuz bir sarhoş, yarı deli biri, sağa sola
ana avrat sövgüler yağdırıyordu. Genç
kameramanlardan biri kendini tutamayarak
adamı şiddetle itekledi. Yere kapaklanan
sarhoş, sövgünün dozunu daha da
arttırdı. Aziz Nesin’in cenazesini, anatomi
bölümü nöbetçi hekimlerine, oğullarına,
vakıftan ve Çatalca’dan birkaç arkadaşa
bırakarak bu hüzünlü ortamdan ayrıldık...
“Öldüğünün gecesi” benim görebildiklerim
bunlar oldu...
Aziz Nesin, bütün büyük mücadele
adamları gibi büyük bir romantikti de...
Soyu artık tükenmiş ya da çok geçmeden
tükenecek olan büyük romantiklerdendi...
Aziz Nesin, Türk halkının ya da devletin
aptal olduğunu söylerken bunu özlediği
bir halk, özlediği bir devlet, özlediği
bir toplum için yapıyordu. Gelmiş
geçmiş en büyük, en ödünsüz vatanseverlerden biri olduğundan kim kuşku duyabilir?
Hatta günümüzde bazı aydınlar arasında
modası geçmiş sayılan, eski tip bir
vatanseverlikti onunkisi...
Taraflarından biri olduğu (ve genellikle
de tek başına kaldığı) bir tartışmanın
keskinleştiği ya da tartışılan sorunun çözümsüzleştiği anlarda, durur, derin bir
nefes alırdı... Buna çok kez tanık oldum...
O derin nefesi, uzun atlayıcıların, daha
ileriye sıçrayabilmek için havada attıkları
makasa benzetirdim...
İnançlarını savunmada onun kadar savaşkan,
onun kadar kararlı onun kadar
inatçı bir başka insan bulabilmek güçtür... Son saniyelerine tanık olan Ayben
Hanım’ın anlattıklarından (odada koşuşturması, çırpınması), o son saniyelerde
de ölüme kolayca teslim olmadığı, çırpındığı,
boğuştuğu, teke tek, göğüs göğüse bir mücadele verdiği anlaşılıyor...
Aziz Nesin, Tanzimat’tan günümüze
Türkiye aydınlanma hareketlerinin en büyük, en özgün öncülerinden biriydi.
Toplumcu yazar kimliğini toplumsal
eylemci kimliğiyle ve her ikisini birey
olabilme bilinciyle birleştirebilmiş eşsiz
bir insandı...
“Küçük bir kardeş” ya da “oğul”
yaşında bir arkadaşı, bir öğrencisi olarak
ona zaman zaman güvensizlik duymuş,
onu kırmış da olsam, onun çok farklı,
olağandışı, olağanüstü bir insan olduğunun
bilincini her zaman taşıdım ve ondan
pek çok şey öğrendim... Kendimce bir
portresini çizmeye çalıştığım bu yazılarda,
ona karşı duyduğum hayranlığı, sevgiyi
borçluluk duygusunu, bilmem bir ölçüde olsun dile getirebildim mi?
ATAOL BEHRAMOĞLU Cumhuriyet Gazetesi, 10-16 Eylül 1995
 ŞİİRLERİ
| | | | | |