AZİZ NESİN'Lİ ANILAR

SUNUŞ: Aziz Nesin’li Anılar” I960’lı yıllarda bir okuru ve hayranı, 70 'li yıllardan ölümüne kadar geçen sürelerde de çalışma ve düşünce arkadaşı olarak zaman zaman çalıştığım, eleştirdiğim, fakat kendisine karşı duygularımda sevgi, saygı ve hayranlığın her zaman üstün geldiği Aziz Nesin'den, benim zihnimde derinliğine iz bırakmış “fotoğraflardır...

Bu son derece öznel fotoğraflardan oluşturmaya çalıştığım Aziz Nesin portresinin, onu yakından tanımış ve sevmiş olanları yadırgatmayacağına, geniş kitlelerdeki Aziz Nesin imajını ise zenginleştireceğine inanıyorum.

ATAOL BEHRAMOĞLU,
İstanbul Eylül 1995



1. GÖZYAŞI SİMYACISI BİR YAZAR

1978 ya da 79’da Vatan Gazetesi’nde Nâzım Hikmet’le ilgili yazılarını yayımlamaya başladığında ona müthiş öfkelenmiştim. Hatta çok ağır bir yergi-şiir yazmıştım. Bu şiiri iyi ki yayımlamamışım. Çünkü sonradan çok utanırdım. Çünkü eğer Aziz Nesin’in, Nâzım Hikmet konusunda yazdıkları haksız ve yersizse, benim Aziz Nesin için söylediklerim daha da haksız ve yersizdi. 1983 Kasımı’nda, Barış Derneği davasından 8 yıla mahkûm olarak İstanbul’da bir odada gizlenmekteyken, Aziz Nesin de felç geçirmiş, Çapa Hastanesi'nde kımıltısız yatmaktaydı. Ve ben, birkaç yıl önce hakkında onca ağır bir yergi-şiir yazdığım insanın ziyaretine gidemediğim, onu hastanedeki odasında kucaklayamadığım için kederden, çaresizlikten ağlıyordum...

Kanlı Sivas olayları

1993’te, o uğursuz 2 Temmuz günü “Sivas’ta ne işi vardı Aziz Nesin’in” diye öfkeyle söylenenlerden biri de benken, ertesi gün, olay anlaşıldığında, medyada ona yöneltilen saldırıların çirkinliğini ve düzeysizliğini gördüğümde, bu kez onu eleştirenleri en ağır sözlerle eleştiren yine ben olmuştum... Aziz Nesin bir kez daha çelişkiye düşürmüştü beni...

Sanıyorum, özellikle TYS yönetim kurullarında birlikte çalıştığımız yıllarda, o da benimle ilgili olarak bazen sevgi, bazen öfke duydu... Benimle ilgili çelişik duygulan, düşünceleri oldu. Fakat yine sanıyorum ki, zaman içinde aramızda “dostluk” diyebileceğim bir duygunun oluştuğunu ikimiz de duyumsadık.

1984, 85, 86 yıllarında Aziz Nesin’le bir süre mektuplaştık. Ben o sırada Fransa’daydım. İlki 23 Temmuz 1984, sonuncusu 24 Nisan 1986 tarihli beş mektubunu bu dizi yazıyı tasarlarken dosyamdan çıkarıp yeniden okudum. Önce bu diziyle birlikte onları da yayımlamayı düşünüyordum. Fakat diziyle ilgisi olmayan (genellikle de benimle ve yakın aile çevremle ilgili kişisel ayrıntılarla okuru yormamak için), bu değerli mektupları ilerde bir başka vesileyle bütünüyle yayımlamak üzere, şimdilik gerektiğinde bazı alıntılarla yetineceğim.

Aziz Nesin’e gönderdiğim ilk mektubun 18 Mart 1984 tarihli olduğunu, onun mektubundan öğreniyorum. 23 Temmuz 1984 tarihli mektubu benim bu ilk mektubuma yanıt. Yazışmamız böylece başlıyor. Aydınlar Dilekçesi konusundaki ilk toplantıdan ve Aziz Nesin’i uğrattığım düş kırıklığından, dizi yazının daha sonraki bir bölümünde, yeri geldiğinde söz edeceğim...

Okuduğum ilk Aziz Nesin kitabı Bursa’daki sürgünlük günlerini anlattığı “Bir Sürgünün Anıları”dır. Bu kitabı okurken, gülmekten çok, gözlerimin duyguyla yaşardığını anımsıyorum... Aziz Nesin bende her zaman, hem yazar hem bir insan olarak, dar anlamda bir gülmece yazarı değil, gerçek duygularını, duygululuğunu gizlemek için işi şakaya vuran, bundan sanki acımsı bir zevk alan çok duygulu bir insan izlenimi bırakmıştır...

Nitekim, ölümünden sonra Cumhuriyet’in “Aziz Nesin Eki”nde yayımlanan eski tarihli bir yazısında, “gözyaşlarını kahkahaya çevirmeyi başaran” bir simyacıya benzetiyor kendisini... Geçen yıl İstanbul Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi’nde izlediğimiz “ Hadi Öldürsene Canikonı”daki traji-komik son yeterince belirgindir... Böyleyken, yapıtlarındaki bu duygusal ya da traji-komik yönlere acaba ne ölçüde değinildi?

“Yetmiş Yaşım Merhaba”yı bana Paris’e göndermişti. Yüze yakın ya da yüzü aşkın yapıtı bulunan Aziz Nesin’in yapıtlarındaki yazınsal özellikler üstüne kendi ülkesinde yazılanların toplamı acaba tek bir kitabı doldurur mu?

Aziz Nesin’in kullandığı deyimle, lise yıllarımda onun da bazı yapıtlarını okuduğum dönemde, bizim edebiyattan benim favori yazarlarım Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali’ydi... Aziz Nesin’in ise, asıl, “Yeni Tanin”deki yazılarıyla tutkulu bir okuyucusuydum... Güncel politika sorunlarından edebiyat ya da felsefeye, hemen her konuya değinilen bu yazılardaki aydınlık düşünce ve anlatım, toplumcu dünya görüşünü benimsemem de, sanıyorum ki önemli bir etken olmuştur... Bu anlamda Aziz Nesin, düşünsel kimliğimin oluşmasını sağlayan ilk ustalarımdandır.

Onu ilk kez 1961 ya da 62’de, Siyasal Bilgiler Fakültesi salonundaki bir açıkoturumda görmüştüm. Konu, “Türkiye’nin Durumu”ydu. Aziz Nesin, konuşmasına “Türkiye’nin durumu efca...” diye başlamış, sonra sözcüğün anlamını açıklamıştı: “Efca, yeni fecinin çoğulu...” Aziz Nesin’den bende kalan ilk canlı fotoğraf, bir sigara kutusundan (sanırım Gelincik sigarasıydı) çıkardığı sigaraları peş peşe tüttürerek, öteki konuşmacılardan çok farklı, çok doğal, hamaratça diyebileceğim bir canlılıkla konuşmasıydı... Bir de bu “efca” sözü o günden bu güne zihnimde yer etmiş...

Sonraki yıllarda, konuşmalarının kederle ağırlaştığına gölgelendiğine de tanık olacaktım. Fakat konu, diyebilirim ki hep aynı kaldı: “Türkiye’nin Durumu”... Ve Aziz Nesin, bu “efca” sözünü değişik biçimlerde de olsa kullanmaktan hiç vazgeçmedi...

Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 26- 27 Haziran 1995 tarihindeki 1. Sanat Günleri öncesinde telefonla konuşuyoruz. Bü- yükada’dan Çatalca’yı aradım. ATV’nin, sanat gecelerimizi çekmesini sağlamak ve sendikaya biraz para kazandırabilmek için didiniyoruz. (Sonunda çekim, Aziz Nesin’in çabalarıyla gerçekleşti, fakat ödeneceği söylenen para şu ana kadar ödenmiş değil!) Telefondaki ses boğuk, yorgun. (Son aylardaki telefon konuşmalarımızda hatırını sorduğum ve kaygılarımı belirttiğimde, hiç yapmadığı şeyi yapıyor, kaygılarımı doğrulayarak “evet, iyi değilim” diyordu.)

Bu son telefon konuşmamızda, “Aziz ağabey” demiştim, “sizce yazarlarımız için bu kadar uğraşmamıza değer mi?” “Aslında”, diye yanıtlamıştı beni, “sen şimdi yine birtakım vatanseverlik numaralarıyla bana karşı çıkarsın, ama bu soru vatanımız için de sorulabilir... Çünkü vatanımız bok içinde ve daha da çok boka gitmekte... Ama marifet, güllük gülistanlık bir vatan için değil, bok içindeki vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır... Neden? Çünkü bizim vatanımızdır da ondan...” Yanıtı neredeyse sözcüğü sözcüğüne böyle olmuştu...

İyimserliklerini kimi kez aptallık derecesine vardıranlar (ben o gruptanım) düş kırıklığına da çabuk uğrar ve küskünlüğe, eylemsizliğe daha kolay düşerler... Aziz Nesin ise, öyle sanıyorum ki, gerçekçi olduğu, kendini işin en başında “efca”ya hazırladığı için, sonuna dek o inanılmaz mücadele gücünü, enerjisini yitirmedi...

1972 (ya da 73’te), Aziz Nesin ve Orhan Apaydın, Dünya Barış Konseyi’nin bir toplantısına katılmak üzere Moskova’ya geldiler... Ben de o sırada Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde stajyerdim... İki ya da üç yıldır yurtdışındaydım ve“Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri” adlı kitabım yayına hazırdı. Yayımlanmak üzere Türkiye’ye göndermem gerekiyordu. Aziz Nesin’den yüz bulamamış olmalıyım ki, (ya da belki o daha uzun süre kalacaktı Sovyetler Birliği’nde) dosyamı henüz tanıştığımız Orhan Apaydın’la göndermiştim Can Yayınevi’ne...

Sıra dışı bir aydın

1974 güzünde yurtdışından İstanbul’a dönüşümde Türkiye Yazarlar Sendikasına üye oldum. Sendika, o yıl kurulmuştu ve diyebilirim ki o tarihten bu günlere Aziz Nesin’le kesintisiz birlikteliğimiz oldu. O günlerden bende iz bırakan Aziz Nesin fotoğrafı, gözlerine arada bir ilaç damlatan, yaşlanmış bir yazardı. Henüz TYS Başkanı da olmamıştı. Fakat başkan oluşundan ve yönetim kurulunda birlikte çalışmaya başlayışımızdan sonra bambaşka bir Aziz Nesin tanımaya başladım...

Zihni binbir konuda sayısız tasarı dolu, bir dakikasını bile boşa geçirmeyen, akılalmazca enerjik, akılalmazca disiplinli bir insandı bu. Yani, bizde alışılagelmiş aydın tipine pek de benzemeyen bambaşka biri... Duygulu, naif, muzip, çocuksu yanlarını da tanımaya başlamıştım...

Bence tek eleştirilebilecek yanı, kendine aşırı güveni, kendinden başkalarına ise pek güvenmeyişiydi... Katıldığı toplantılarda gündem, ancak onun kafasındaki gündem olabilirdi... Bu tutumu TYS Yönetim Kurulu toplantılarında bazen gerginliğe yol açıyordu. Bir gün bu toplantılardan birinde Vedat Türkali, “Aziz Bey, siz bir otodidaktsınız!” dedi... Tartışmanın konusu neydi, ya da konu neydi anımsamıyorum, fakat eleştiri dozu yüksekçe bir saptama, bir gözlemdi bu... Bir an sessizlik oldu, sanıyorum karşılıklı olarak başkaca da bir şey söylenmedi... Kendisinin “efca” sözü gibi Vedat Türkali’nin bu “otodidakt”ı da Aziz Nesin’le ilgili bir sözcük olarak zihnimde yer etmiştir..



3. YAŞAMLA BOĞUŞAN ADAM

Ben 1982 Martı'nda Barış Derneği Davası nedeniyle tutuklanmış, Maltepe’de cephanelikten bozma bir cezaevinde, toplam 9 ay 16 gün tutukluluktan sonra 83’ün son günlerinde öteki arkadaşlarla birlikte serbest bırakılmıştım. Hapishanede bulunduğum sırada, daha önce de belirttiğim gibi, 80 öncesindeki bir yazımda hükümetin manevi kişiliğine hakaret suçlamasıyla bir yıllık bir başka mahkûmiyetim (ve birkaç aylık da Erzurum’a sürgün cezası) Yargıtay’ca onaylanmıştı... Bayrampaşa’da bulunduğum sırada 30.11.82’de açılan TYS davası da sürmekteydi..,

Ve yine bu sırada bir de TKP davası gerçekten tüy dikmişti... Böyle bir ortamda ve hiç de kolay olmadığı tahmin edilebilecek koşullarda Türkiye’den ayrılmıştım...

Aziz Nesin, yurtdışına ilk kez, pasaport alamadığı için, sanırım 1960’larda, elli yaşındayken çıkabildi. Hayatı, bu alanda da sürekli iniş çıkışlarla doludur. Ya üst üste yurtdışı yolculukları yaptı ya pasaport alamadı. Türkiye’de siyasal yönetimlerin dengesizliğinden, bu konuda da yaşamı en çok etkilenen kişilerin başında Aziz Nesin gelir.

Birlikte yaptığımız iki yurtdışı yolculuğundan ilki Haziran 1977’dedir. Sofya’da Dünya 1. Yazarlar Kurultayı’na Türkiye’den Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Burhan Arpad ve ben çağrılıydık... Günü gününe tuttuğum gezi ve kurultay notlarımın (Türkiye’de genel seçimlerden bir gün sonraki) 6 Haziran 1977 tarihli ilk sayfası şu cümlelerle başlıyor:

“Seçim günü ertesi, sabahın altısında, Kadıköy rıhtımında Aziz Nesin’i bekliyorum. Sofya’da Dünya Yazarlar Kurultayı’na katılmak üzere. Seçim sonuçlarının ne olabileceğini konuşarak Yeşilköy’e varıyoruz..”

Olaylı Dünya Yazarlar Kurultayı

O sabah Kadıköy rıhtımında buluştuğumuz Aziz Nesin; yine zihnimdeki unutulmaz Aziz Nesin fotoğraflarındandır. Yağmur çiseliyordu. O, kimbilir kaç gün sürecek yolculuğa safari tipi kısa kollu bir gömlek ve elinde küçük bir yol çantasıyla çıkıyordu. Bir yandan da oğullarına söyleniyordu. Sabaha kadar seçim sonuçları için televizyon başında kalıp kendileri de uyumamışlar, onu da uyutmamışlar...

Burhan Arpad’la Yeşilköy’de buluşmuştuk. Yaşar Kemal Sofya’ya Stockholm’den gelmişti. (Bunları notlanmdan yazıyorum.) Yaşar Kemal’le bir gece Boris Parkı’nda yolumuzu kaybettiğimizi, Sofya’da (daha çok Bulgaristanlı Türklerin ve sosyalizmin sorunlanndan söz ederek) saatlerce yürüyüşlerimizi, Burhan Arpad’la da bir akşam müzikli bir kaferestoranda gulaş yediğimizi, şarap içtiğimizi çok iyi anımsıyorum.

9 Haziran 1977 tarihli notlanmda şu satırlar var:

“Öğleden sonra konuşan Yunanistanlı bir delege, Türkiye’ye karşı haksız ve kaba suçlamalarda bulundu. Sözlerinde, geçen yüzyılın Yunan milliyetçiliğinden kaynaklanan çağrışımlar vardı. Benim öğleden sonra yapmak üzere hazırladığım konuşma ise, yine Türk-Yunan ilişkileri konusunda, fakat dostça duygularla doluydu. Yunanistanlı delegenin konuşması üzerine, Burhan Arpad az önce konuşma yapmış olduğu başkanlık divanından inerek, Yaşar Kemal ve ben oturduğumuz yerden kalkarak toplantı salonunu terk ettik. Aziz Nesin yukarda çalışıyordu...”

Bundan sonra olup bitenleri bir filmden görüntüler gibi çok net anımsıyorum. Yaşar Kemal, Burhan Arpad, ben, Yaşar Kemal’le birlikte Stockholm’den gelmiş bir-iki isveçli gazeteci asansöre doluşarak yukarı çıktık. Konuşmasını bir gün önce yapmış olduğu için o günkü oturumları izlemeyen, otelin yukardaki katlarından birindeki odasında çalışmakta olduğunu bildiğimiz Aziz Nesin’in odasının kapısını çaldık. Aziz Nesin üstünde bir atlet, fanila ve bir şortla, kapıyı açtı. Yorgun gözlerle şaşkın şaşkın yüzümüze baktı.

Belli ki çalışma masasından kalkmıştı. Yaşar Kemal öfkeden, biraz da hızlı hareketten tıkanarak, davudi sesiyle olup biteni anlattı.

Bu arada Bulgaristan Yazarlar Birliği yöneticileri de peşimizden yetişmişler, özür dileyerek, üzüntü ve kaygıyla bekleşiyorlardı. Aziz Nesin, Yaşar Kemal’i yatıştırmak için bir şeyler söyledi. Bir süre tartıştılar.

Aziz Nesin’in sükûneti beni etkilemişti. Havayı yumuşatmak için, biraz da minik ve sakin adamla kocaman ve heyecanlı adamın karşı karşıya durup tartışmaları, bana gerçekten “Fareler ve İnsanlar”ın kahramanlarını çağrıştırdığı için, “Şu an tıpkı Leni’yle George’a benziyorsunuz” deyiverdim... (Yaşar ağabey şimdi bilmem gücenir mi, ama o günlerde böyle bir espri yapmama izin verecek yakınlığımız vardı.). Az sonra, Yaşar Kemal’in öfkesi de yatışmıştı. Ne yapabileceğimizi düşündük. Sonrasını yine notlarımdan aktarıyorum:

“Benim konuşmamın sonunda ek olarak okunmak üzere, Türk delegelerinin ortak görüşü olarak bir bildiri hazırladık. Bildiride, Yunanistanlı delegenin söylediklerinin tersine, Kıbrıs’ta sadece Türk ordusunun değil, çeşitli yabancı emparyalist güçler bulunduğunu, Kıbrıs’ın tümüyle yabancı askerlerden ve silahtan arındırılmasından yana olduğumuzu belirttik.”

Bu çözüm, ev sahibi Yazarlar Birliği yöneticilerini rahatlatmış, belki de bir skandal arayan birkaç Batılı gazetecinin hevesleri kursaklarında kalmıştı. Konuşmam ve sonrasında okuduğum ortak bildirimiz, Yunanlı delegenin yarattığı sevimsiz havayı dağıtmış ve bizlere sempati kazandırmıştı...

9 Haziran 1977 günü Sofya’da “Park Otel Maskva”da, Aziz Nesin’in odasının kapısı önünde, iki dev yazarımızın karşı karşıya durup bir an tartışmalarının fotoğrafı bütün canlılığıyla gözlerimin önünde...

Eylül yağmuru altında

Aziz Nesin’li bir başka fotoğraf... Bu kez 1980 Eylül ayının (12 Eylül’ün beş- on gün sonrasına rastlayan) bir günü... Yine sabahın erken bir saati... Yine yağ­ mur çiseliyor... Yine bir yurtdışı yolculuğu öncesinde Aziz Nesin’le Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyoruz... Yine Sofya’da, Dünya Barışçı Yazarlar Kurultayı’nın üçüncüsüne katılacağız. Cağaloğlu yoku­ şunu tırmanan Aziz Nesin’e bakıyorum. Bu kez sırtında bir ceket var ve (yağmur çiselediği için) ceketinin yakalarını kaldırmış... Sırtını hafifçe kamburlaştırmış.

Önce ünsüz bir yazar ve gazeteci, sonra dünyaca ünlü bir yazar olarak sayısız kez inip çıktığı yokuşu, sabahın erken saatinde (o dönemde TYS Genel Sekreteri olan) genç arkadaşıyla tırmanıyor. Azıcık takılıyorum, gülümsüyor... Öfkeli olmaktan çok, hüzünlü... Kimbilir neler geçiyor aklından. Onca mücadeleden sonra işte yine bir askeri darbe olmuş ve ülke yine belirsiz bir geleceğin eşiğinde... Ve nice yılların savaşımcısı Aziz Nesin, ceketinin yakalarını kaldırmış, çiseleyen yağmurun altında, hüzünlü, düşünceli, sabahın erken saatinde, Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyor... Bu fotoğraf, benim için en unutulmaz Aziz Nesin fotoğraflarındandır...

Ben Sofya’dan, 1980 yazında İsviçre’ye giden kardeşim Nihat’la buluşmak için Zürih’e uçtum. Yurtdışında kalmayı düşünmüyordum ve istemiyordum da. Zürih’te bir süre kaldıktan sonra Türkiye’ye dönüşümde güncemdeki notlardan:

“14 Ekim 1980. Bizim derginin kapısı mühürlü. 12 Eylül’den bu yana 1 ayı aş­ kın süre geçtiği halde A. Kadir ve Demirtaş Ceyhun hâlâ içerdeler. Nedeni de belli değil Aziz Nesin yurtdışından daha dönmedi. Sendika da öylece kapalı duruyor.”

Anımsadığımca, Aziz Nesin Sofya’dan Türkiye’ye dönmüştü. Sonra yeniden birkaç kez daha seyahate çıkmış olmalı. Bunlardan birinin (sanırım Asya-Afrika yazarlar Birliği’nin 1982’deki toplantısına katılmak için çıktığı yurtdışı yolculuğunun) epeyce uzun sürdüğünü, Aziz Nesin kaçtı, yurda dönmeyecek türünden söylentilerin çıktığını, basında yalan yanlış haberler yayımlandığını anımsıyorum. Bayrampaşa cezaevinde bulunduğum sırada, 12.12.1982’de güncemde şu notlar var:

“Aziz Nesin Türkiye’ye döndü. Havaalanında karşılayan arkadaşlar arasında olmak isterdim. Yaşlanmış, sevimli bir masal dedesi. Ve hâlâ onbeş yıl kadar hapsi isteniyor. Bu ne alçaklık, ne bitmez bir kin, ne zalimliktir. Anlayabilmek, doğal karşılayabilmek çok güç.”

O dönemde bir yurtdışı beraberliğimiz daha var Aziz Nesin’le. Nâzım Hikmet anmaları için Atina ve Selanik’e itmiştik. “Toros Canavarı” Selanik’te sahneleniyordu. Birlikte izledik. 1980 Haziranındaki yurtdışı yolculuğu, benim için de 12 Eylül 1980 öncesinde yaşanmış olan mutlu günlerdendi. Selanik’te “Kaftancıoğlu” stadyumunda onbinlerce kişilik bir topluluk önünde Ritsos ve ben şiir okumuştuk... Teodorakis konser vermişti... Selanik’te bir kafede, Ritsoslu, Aziz Nesinli söyleşilerimizi, birlikte Türkçe ve Rumca türküler söylediğimizi anımsıyorum...

Pasaport yasağı

Yurtdışında uzunca bir süre kaldıktan sonra 1982 yılı aralık ayında ülkeye dönen Aziz Nesin’in yeniden bir yurtdışı gezisi yapabilmesi için yıllarca beklemesi gerekecekti. Çünkü yine pasaport yasaklıları listesine alınmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde kitapları çevrilip yayımlanan çeşitli toplantılara çağrılan, uluslararası üne sahip yazarlarımıza, bir yurtdışı gezisinden kendi ayağıyla döndüğü ülkesinden çıkış yasağı konmuştu... Aziz Nesin, pasaportunu çok geçmeden almış olmalı ki ben Fransa’dan ayrılmadan (87 ya da 88’de, en uzak bir olasılıkla 89 haziranından önce) Paris’te buluştuk. (Bu buluşmadan bir sonraki yazıda söz edeceğim.) Ve ölümüne kadar belki her zamankinden daha çok yurtdışı yolculuklara çıktı. Hayatının bu konuda da sürekli iniş çıkışlarla dolu olduğunu yazmıştım. Nasıl bir yazgı ve nasıl bir ülke bu!



4. ÖLÜMSÜZ AŞKIN PEŞİNDE

94 Eylül’ünde Antalya’da birlikteydik. CHP Gençlik Örgütü bir sanat şöleni düzenlemişti. Aziz Beyin de katılmasını sağlamamı benden rica ettiler. Telefon ettim. “Kendimi iyi hissedersem gelirim, ama arkadaşımla gelirim” dedi. Ayben Hanımla geldiler. Kaleiçi’nde “Begonvil” adlı pansiyonda kalıyorduk. Mutluydu. Ve sanıyorum ki Ayben Hanım, Antalya’nın o eşsiz eylül güneşi gibi, Aziz Nesin’in son birkaç yılını ışıklarla donatmış insandır...

Belediye Kültür Parkı’ndaki salonda HalukÇetin’le şiir-müzik dinletimizi ilk kez sunacaktık. Salon tıklım tıklım doluydu. Metin Demirtaş’tan başka Antalya dışından ya da Antalyalı sanatçı arkadaşlardan izlemeye gelen olmamıştı dinletimizi. Programın başlamasına az bir zaman kala Aziz Nesin ve Ayben Hanım geldiler. Ortalarda bir yere oturdular.

Bir buçuk saatlik dinletinin bitmesine yaklaşık yarım saat kala ışıklar bir şalter patlamasıyla söndü. Bütün o bölgenin ışıkları sönmüştü... (Arkadaşlar sonradan en arka sırada oturan birkaç kişinin ışıklar söndüğü anda bellerinden tabancalarını çekerek şarjörlerine mermi sürdüklerini anlattılar. Herhalde toplantının güvenliğini sağlamak için gelen sivil polislerdi...) Dinletiyi mikrofonsuz sürdürdük ve herhangi bir kısaltma da yapmadık...

Havalandırma da devre dışı kaldığından bir sü­ re sonra yüzümden ve vücudumdan terler akıyordu. Göz ucuyla Aziz Bey’e ve Ayben Hanım’a bakıyordum. Kıpırdamaksızın sonuna kadar izlediler dinletiyi... Dışarı çıktığımızda Aziz Nesin, bir ara çok bunaldığını, fakat dinletiyi çok sevdiğini, bitmeden bırakıp çıkmak istemediğini söyledi... En çok da dinletinin son şiiri “Aşk İki Kişiliktir”i beğenmiş...

Aile özlemi

Aziz Bey’in “çapkın” olduğu yazıldı, söylendi. Kadınları sevdiği muhakkak. Ama “çapkın” mıydı gerçekten?..

1987’de Paris’e geldiğinde Montreuille’deki evimize bir akşam yemeğine konuk olmuştu. Salona girdiğinde çevresine bakınarak, “ Burası bir aile yuvası olmuş” dedi. “Aileyi yine kurmuşsunuz...”

Ve hiç unutamadığım bir Aziz Nesin fotoğrafı daha: Bir yurtdışı yolculuğu öncesinde Feneryolu’ndaki evlerine gittiğimi daha önce yazmıştım. Eşi Sayın Meral Çelen yüzünde tek çizgi kıpırdamaksızın salonda bir köşede kollarını kavuşturmuş oturuyor. Aziz Nesin ise evlerinin bir “aile yuvası”olduğunu kanıtlamak istercesine çırpınıyordu... Mutfaktan bir tabak pilavla çıkıp geldiğini anımsıyorum...

Birkaç yıl önce geçirdiği kalp ameliyatı sonrasında Hüsrevgerede Caddesindeki evinde Ludmila ile ziyaretine gitmiştik. Gözleri artık hemen hemen görmüyordu, fakat yine de bir kâğıt takılıydı daktilosuna, bir öyküye çalışıyordu... Bizi çayla, kurabiyelerle ağırladı. Bir ara azıcık utanarak, yanda bir odada iplerle bağlanmış, üzerinde adlar ve adresler yazılmış mektup demetlerini uzaktan gösterdi. Sevgilisi olan kadınlardan gelen mektuplarmış... Ameliyattan sağ çıkmazsa sahiplerine gönderilmek üzere hazırlamış bu mektup demetlerini...

Bütün bu tanıklıklarıma rağmen ben yine de tekrarlayacağım sorumu: Aziz Nesin “çapkın” biri miydi gerçekten? Paris’e gelişinde, Charles De Gaulle Havaalanında karşılamaya gitmiştik onu. Elinde, yarısı da boş, küçük bir yol çantasıyla, neşesiz, yorgun bir yüzle çıkıp geldi.

(Lise yıllarımda İsmail Dümbüllü’ye hayrandım. Ankara’da bir tiyatroda bir oyununu izledikten sonra oyuncuların çıkacağı kapının yakınında bir yerde durarak çıkmasını bekledim. Kendisine hayranlığımı söylemek istiyordum... Dümbüllü, o büyük komedyen, epeyce bir zaman sonra öyle neşesiz, öyle yorgun bir yüzle çıktı ki kapıdan, söyleyecek hiçbir sözüm kalmamıştı. Olduğum yerde kalarak, onun ayaklarını sürüye sürüye uzaklaşıp gitmesini izlemekle yetindim... Paris Havaalanı’ndaki Aziz Nesin fotoğrafı, bana çok yıllar önceki bu olayı anımsatmıştı...)

Kalabalıkta bile yalnızdı

Aziz Nesin, çevresindeki büyük kalabalıklara rağmen, yalnız, çok yalnız bir insandı bence... Ömrünce tek bir aşkı, ölümsüz bir aşkı, “o hepimizin sevgilisidir” dediği “Yetmiş Yaşım Merhaba ”daki “Tülsü”yü aradığına ve ömrünce içinde bir “aile yuvası” özlemi taşıdığına inanıyorum... Belki Nesin Vakfı bile bu özlemin giderilmesi için yapılmış bir şeydi...

Geçtiğimiz yıl Taksim Sahnesi’nde düzenlenen Aziz Nesin gecesinde, özellikleri sayılırken, “çapkınlığından da söz edilmişti... Birkaç gün sonra telefonla Çatalca’yı aradım... Her zamanki gibi sekretersiz, telesekretersiz, dosdoğru kendisi çıktı... Bazı başka düşüncelerimle birlikte, yukardaki düşüncelerimi de içten gelen bir duyguyla, derin sevgimle, sayıp döktüm ona...

Ne söyledi, şimdi gerçekten anımsamıyorum... Fakat sesindeki dertli, sıcak gülümseyişi ve karşıt hiçbir şey söylemediğini çok iyi anımsıyorum...

Cimri değil tutumluydu

“Çapkın”lığı gibi “cimri”liği de yakıştırmadır. Dostlarını, konuklarını, üstelik kendi eliyle pişirdiği yemeklerle ağırlamaktan zevk duyardı.

Akademi Kitabevi’nin üstünde Düşün Yayınevi’nin bürosundaki balık ziyafetlerinden birine ben de konuk olmuştum.

1980’den sonra 1 Mayıs kutlamalarının yasaklı olduğu dönemde, her 1 Mayıs’ta Nesin Vakfı’nda yemekli şölenler düzenlendi. Bunlardan benim için en unutulmazı (ki zaten yurtdışına çıkmak zorunda kaldığım için sonrakilere katılamadım) 1983 1 Mayısı’dır.

O gün çekilen fotoğraflardan birinde Bekir Yıldız ve ben, sanki hapishanede çekilmiş bir fotoğraftaki gibi elimizde kahve fincanları, çömelmişiz. Ortamızda Adnan Özyalçıner. Arka sırada sağda Aziz Nesin. Kolu Asım Bezirci’nin omuzunda... Yanda Tekin Sönmez. Arka sırada, solda Aziz Çalışlar, ortada Oktay Arayıcı, yanında Rutkay Aziz (yü­ zü görünmüyor). 1983 1 Mayısı, cuntaya, zindanlara girip çıkmış olmaya, sürmekte olan davalara rağmen, en mutlu günlerimizden biri olmuştu ve bu mutlulu­ ğu, vakıfta düzenlediği şölene de bizleri (daha birçok yazar ve sanatçıyı ve ailelerini) bir araya getiren Aziz Nesin’e borçluyuz...

Aziz Nesin’in kendine ait hiçbir lüksü yoktu. En sade biçimde giyinen, en sade biçimde yaşayan bir insandı. “ Cimri”lik yakıştırması, özellikle Yazarlar Sendikası harcamalarındaki tutumluluğundan ötürü yapılmış olsa gerek. Haksız kazanç sahiplerinin savurganlık ve israflarının marifet sayıldığı toplumumuzda, her zaman bir halk insanı olarak kalmış, biriktirdiği şeyleri kendisi için değil başkaları için özellikle de Vakıf’taki çocukları için biriktirmiş olan Aziz Nesin’in tutumluluğu, hiç kuşku yok ki örnek alınması gereken bir erdemdi...

Aziz Nesin, onu tanıyan herkesin çok. iyi bildiği ve daha önce de başka arkadaşlarca yazılmış olduğu gibi olağanüstü çalışkan bir insandı. Zaten bir ömre sığdırılmış sayısız yapıt ve eylem, bu çalışkanlığın somut kanıtıdır. Çalışmak için özel bir zamana gerek olmadığını, her an, her dakika, her zaman çalışılabileceğini, çalışmak gerektiğini ben Aziz Nesin örneğinde somut olarak gördüm... İlgi alanı sınırsız, öğrenme susuzluğu sonsuz bir “otodidakt”tı o gerçekten de...



5. DÜNYA ÇAPINDA OYUN YAZARI

Asıl uzmanlık alanı olan yazarlıkta da tek bir türün sınırları içinde kalmadı... Aziz Nesin gelmiş geçmiş ve dünya ölçüsünde en büyük gülmece yazarımız olduğu gibi kanımca, yine dünya ölçüsünde büyük bir oyun yazandır...

“Tut Elimden Rovni”, içeriğiyle de biçimiyle de dünya ölçüsünde değerli bir tiyatro yapıtıdır...

“Surname” adlı romanı kendisinin de en çok değer verdiği yapıtlarındandır. “Zübük”, “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez“ler ve sayısız başka yapıtıyla, çağdaş edebiyatımızın ölümsüzleri arasında olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Fakat kendisinin de yakındığı gibi bu yapıtları konusunda kendi ülkesinde bugüne kadar geniş kapsamlı, kitap boyutlarında bir değerlendirme yapılmamış olmasını, kimi kitaplarının tümüyle yankısız kalmasını, gerçekten de nasıl açıklamalı?

Son fotoğraflar

Ve böylece en son Aziz Nesin fotoğ­ raflarına gelmiş oluyorum...

Bunların kimilerinden, özellikle de son yıllardaki kimi telefon konuşmalarımızdan daha önceki bölümlerde söz etmiştim.

Şimdi son bir-iki yılda bende en çok iz bırakan başkaca karşılaşmalarımızı anlatacağım...

Aziz Nesin Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 9. Genel Kurulu'na gerçekten yorgun ve hasta olarak katıldı. Konuşmaları, tartışma ve suçlamaları kaygıyla izledi. Bu kaygı, gerginlik, fotoğrafında apaçık görülmekte.

Yorgun ve hasta olduğu halde, ertesi gün oy kullanmaya da geldi. Bir köşede sessizce ve (artık hemen hemen hiç göremediği için) güçlükle oy pusulasını doldurdu, oyunu kullandı ve sessizce çıkıp gitti... Onu başkanlık divanı seçimlerinden sonra arayarak sonuçları söyledim. Kutladı, “ Kongrede iyi konuştun” dedi ve sendikanın parçalanmayacağını, bölünmeyeceğini umduğunu söylemekle yetindi...

8 martta Konya’da bir kitabevinde imzası vardı. Tarihi tam olarak biliyorum. Çünkü bizim de Konya Devlet Tiyatrosu’nda şiir-müzik dinletimizin tarihi aynı gündü...

Aziz Nesin. Konya'ya bir ya da iki gün önce gelmiş, otellerin kendisini kabul etmediğine dair haberler ve buna ilişkin yazılar gazetelerde yer almıştı...

Konya’ya gideceğimizi ya da Konya’da olduğumuzu öğrenen arkadaşlarımız arasında ciddi kaygılarla kapılanlar bile olmuştu...

Oysa bizim ayak bastığımız Konya, olağan yaşamını sürdüren bir kent görünümündeydi. O gün öğleden sonra Devlet Tiyatrosu salonuna gitmeden önce Aziz Bey’in kitap imzaladığı kitabevine uğradık. Okur ilgisi dışında herhangi bir olağandışılık yoktu. Kitabevine girdik, orada bir iki sivil polis barikatını aşarak Aziz Bey’in yanına ulaştık.

Epeyce yorgun, neşesiz ve yalnız bir Aziz Nesin fotoğrafı... Gözleri ise yanına gelenin ancak adımı söylediğimde ben olduğumu anlayacak kertede görüyordu. Son görüşmelerimizin hepsinde olduğu gibi eğilip yanaklarını öptüm; o ve Konya’ya birlikte geldikleri Ayben Hanım, aynı akşam trenle dönüyordu, biz ertesi gün dönecektik. Vedalaşıp ayrıldık. Nisanda Ankara Kitap Fuarı’nda kitaplarını yine TYS standında imzaladı. Mutlu, neşeli ve şıktı. Ben de aynı gün kitap imzalıyordum.

Kitap fuarları sırasında hiç değilse birkaç günlüğüne yaşadığımız iyimser duyguların uçarılığıyla, okurlarımız, daha çok da bayan okurlarımızın sayısı konusunda yarışıp şakalaştık...

26-27 hazirandaki TYS Sanat Günleri’nin ilkine onur konuğu olarak katılıp bir konuşma yapmasını telefonla rica ettim. İyi olursa, başkaca da bir engel çıkmazsa katılacağını söyledi.

Sanat günlerinden birkaç gün önce kalbinden rahatsızlanarak Florence Nightingale Hastanesi’ne kaldırıldı.

ATV'nin ayıbı

23 haziran cuma akşamı, Yazarlar Evi sahibi Cengiz Kartal’la, TYS’de Sanat Günleri’yle ilgili bir toplantıdan sonra hastanede ziyaretine gittik.

Yüzünde ona çok yakışan (birkaç günlük) beyaz sakallar, üzerinde yine bir şort ya da kısa bir pijama, yalınayak oturmuş, ortak arkadaşlarımız olan birkaç ziyaretçisiyle konuşuyordu. Sanat günleriyle ilgili gelişmeleri anlattık.

Söz arasında, atv’nin kabul etmişken son anda nedense çekimleri yapmaktan vazgeçtiğini söyledik.

Aziz Bey, bizden bir iki gerekli bilgi edindikten sonra atv’yi telefonla aradı ve ertesi gün sorun çözümlenmişti... (Nitekim 1. Sanat Günleri çekim hakkını tek televizyon kanalı olarak bizden alan atv, çekimleri yaptı, Aziz Bey’in ölümünden sonra “çok özel” spotlarıyla çekimlerden bölümler gösterildi; fakat bugüne kadar herhangi bir atv yetkilisiyle görüşmemiz mümkün olmadı, yazılı mesajlarımıza da yanıt alamıyoruz.)



7. SON BÜYÜK ROMANTİK

Anton Çehov, Yalta’da ölmüş, cenazesi Moskova’ya trenle getirilmişti. Gorki’nin “Anton Çehov” başlıklı yazısında, unutulmaz bir cenaze töreni bölümü vardır:

“Moskova’nın ‘içten sevdiği’ yazarın tabutu, kapısında iri harflerle ‘İstiridye Vagonu' yazılı yeşil bir vagonda getirildi. Yazarı karşılamak üzere istasyona toplanmış kalabalığın bir bölümü, Mançurya'dan getirilen General Keller’in tabutunun peşine takıldı ve Çehov’un neden askeri bando eşliğinde mezara götürüldüğüne şaştılar. Yanlış anlaşıldığında, doğuştan şen şakrak bazı kişiler gülmeye başladı. Çehov’ un cenazesine çok çok yüz kişi katıldı.. ...... Cenaze alayının başında iri yarı beyaz bir ata binmiş ızbandut gibi bir polis vardı.”

Aziz Nesin’in tabutu 6 temmuz perşembe gecesi saat 11 sularında, Yeşilköy Havaalanı’nın kargo bölümünden çıkarıldı... Başlangıçta, sivil ve resmi polisler, TV kameramanları ve gazete fotoğrafçıları kalabalığı dışında birkaç kişiydik. Belki de kimileri Aziz Nesin’i normal yolcu çıkış kapısında bekliyorlardı...

Çatalca Belediye Başkanı Aykut Fırat, resmi arabasıyla gelince kameramanlarda bir canlanma oldu. Az sonra Aykut Fırat’la konuşmaya başladığımızda, iki saattir oralarda sessizce beklemekte olan kişinin de herhalde “önemli biri” olabileceğini düşünen kameraman ve fotoğrafçıların flaş ateşleri altında kaldık...

Aziz Nesin’in kargodan çıkarılan üzerine ayyıldızlı bayrak örtülmüş tabutu, omuzlar üzerinde cenaze arabasına konuldu ve oradan da Çapa Hastanesi Anatomi Bölümü’ne götürüldü. (Sonradan topluca gelen bir grup arasında yazar arkadaşlardan Emin Karaca’yı, Suna Aras’ı seçebildim.)

Karanlık hastane avlusunda yersiz yurtsuz bir sarhoş, yarı deli biri, sağa sola ana avrat sövgüler yağdırıyordu. Genç kameramanlardan biri kendini tutamayarak adamı şiddetle itekledi. Yere kapaklanan sarhoş, sövgünün dozunu daha da arttırdı. Aziz Nesin’in cenazesini, anatomi bölümü nöbetçi hekimlerine, oğullarına, vakıftan ve Çatalca’dan birkaç arkadaşa bırakarak bu hüzünlü ortamdan ayrıldık...

“Öldüğünün gecesi” benim görebildiklerim bunlar oldu...

Aziz Nesin, bütün büyük mücadele adamları gibi büyük bir romantikti de... Soyu artık tükenmiş ya da çok geçmeden tükenecek olan büyük romantiklerdendi...

Aziz Nesin, Türk halkının ya da devletin aptal olduğunu söylerken bunu özlediği bir halk, özlediği bir devlet, özlediği bir toplum için yapıyordu. Gelmiş geçmiş en büyük, en ödünsüz vatanseverlerden biri olduğundan kim kuşku duyabilir? Hatta günümüzde bazı aydınlar arasında modası geçmiş sayılan, eski tip bir vatanseverlikti onunkisi...

Taraflarından biri olduğu (ve genellikle de tek başına kaldığı) bir tartışmanın keskinleştiği ya da tartışılan sorunun çözümsüzleştiği anlarda, durur, derin bir nefes alırdı... Buna çok kez tanık oldum... O derin nefesi, uzun atlayıcıların, daha ileriye sıçrayabilmek için havada attıkları makasa benzetirdim...

İnançlarını savunmada onun kadar savaşkan, onun kadar kararlı onun kadar inatçı bir başka insan bulabilmek güçtür... Son saniyelerine tanık olan Ayben Hanım’ın anlattıklarından (odada koşuşturması, çırpınması), o son saniyelerde de ölüme kolayca teslim olmadığı, çırpındığı, boğuştuğu, teke tek, göğüs göğüse bir mücadele verdiği anlaşılıyor...

Aziz Nesin, Tanzimat’tan günümüze Türkiye aydınlanma hareketlerinin en büyük, en özgün öncülerinden biriydi.

Toplumcu yazar kimliğini toplumsal eylemci kimliğiyle ve her ikisini birey olabilme bilinciyle birleştirebilmiş eşsiz bir insandı...

“Küçük bir kardeş” ya da “oğul” yaşında bir arkadaşı, bir öğrencisi olarak ona zaman zaman güvensizlik duymuş, onu kırmış da olsam, onun çok farklı, olağandışı, olağanüstü bir insan olduğunun bilincini her zaman taşıdım ve ondan pek çok şey öğrendim... Kendimce bir portresini çizmeye çalıştığım bu yazılarda, ona karşı duyduğum hayranlığı, sevgiyi borçluluk duygusunu, bilmem bir ölçüde olsun dile getirebildim mi?

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet Gazetesi, 10-16 Eylül 1995

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI