Hayatı yazmakla özdeşleştiren bir insan için ölüm yazının bittiği yerde başlar.
Ahmet Oktay, yazarak var olan, varlığına yazıyla anlam katan bir entelektüeldi.
Kendisiyle Caddebostan’da gerçekleştirdiğimiz görüşmede yazmayı bıraktığı anda
hayatın kendisi için duracağını ifade etmişti. 2012’de Kitaplık dergisinde çıkan
bazı şiirleri dışında herhangi bir edebiyat dergisinde görünmemesi aslında onun
hayattan çekildiği anlamına geliyordu. Biyolojik olarak nefes alıp verse de
yaşamanın onun için bir külfete dönüştüğünü düşünmüştüm.
1950’lerden itibaren edebiyat dünyamızda görünmeye başlayan Ahmet Oktay,
yarım asırdan fazla süren yazarlık hayatında kendini öncelikle şair olarak görmüş
ve bu şekilde anılmak istemişti. Araştırma-inceleme, deneme ve fıkra yazarlığı bazı
zamanlarda şairliğini gölgelese de o durumdan rahatsızlığını muhtelif yazılarında
dile getirmiş ve her şeyden önce şair olarak bilinmek istediğini hep vurgulamıştır.
Ürettiği 56 eser azımsanmayacak bir külliyatı meydana getirir. Özellikle 1980’den
sonra kaleme aldığı eserler, Türkiye’de popüler kültürün nasıl bir zihin boşalması
meydana getirdiğine dikkat çeken alanının ilk ikazlarıdır. Araştırma-inceleme
türünde yazdığı eserler Cumhuriyet döneminin genel görünümünü edebî, kültürel
ve siyasî açıdan yakalamaya çalışırken, onun aynı zamanda eleştirmen ve düşünür
kimliğini de ortaya koymaktadır.
Oktay, şairliğini ve eleştirmenliğini kuramsal nitelikteki çalışmaları ile
desteklemiştir. O, özellikle kültürel çalışmalarında belli bir kuram oluşturmanın
kaygısını yaşamış, şiire yaklaşırken de kuramsal tavrını korumuştur. Cumhuriyet
dönemi şiirinin kuramsal açıdan eksikliğini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmaları
önemlidir. Özellikle poetika alanında gerçekleştirdiği çalışmalar dikkat çekicidir.
O, 1960’lardan itibaren kendi içinde tutarlı, nesnelliği temel alan bir şiir kuramının
peşindedir. Muhtelif şairlerin eserleri üzerine yaptığı incelemelerin yanı sıra
doğrudan poetikanın meselelerine yönelmiş, bu alandaki boşluğu doldurmaya
çalışmıştır. "İmkânsız Poetika" bu bağlamda Türk şiirine göz ardı edilemeyecek bir
katkı sağlar.
Şiir teorisiyle yakından ilgilenmesi, şiirlerinin yapı özelliklerini etkilemiştir. Oktay,
şiirin yapılan bir şey olduğunu ve şiiri anlamak ve üretmek için bu alanda mutlaka
bilgi sahibi olunması gerektiğini savunmuştur. Kimya ilmi ile ilgili bir şey
bilmeden nasıl ki herhangi bir çalışma yapılamaz, şiir hakkında bilgi sahibi
olmadan da şiirden anlamak veya şiir üretmek mümkün değildir. Bu sebeple
öncelikle teorik planda şiirin meselelerine yönelmiştir.
Edebiyatın diğer bilim dallarıyla ilişkilendirilmesi, Oktay’ın eserlerinde bütün
boyutlarıyla görülür. O, ilgi alanı oldukça geniş bir yazardır. Felsefeden
sosyolojiye, tarihten resim sanatına farklı bilim ve sanat dallarıyla yakından
ilgilenmesi şiirini ve sanat anlayışını beslemiş, eserlerine entelektüel bir boyut
kazandırmıştır. Özellikle kültür meselelerine olan ilgisi, alanında ilk denilebilecek
çalışmalara yönelmesi (Türkiye’de Popüler Kültür gibi) şiirine doğrudan
yansımıştır. Oktay, şiirini farklı kanallardan beslemiştir. Bu konuda özellikle
felsefe ve resim sanatının Oktay’ın şiirlerinde önemli bir yeri olduğu söylenebilir.
İlk gençlik yıllarından itibaren Marksist bir çevrede hayatı ve dünyayı tanıması,
ilerleyen yıllarda dünya görüşü olarak Marksizm’i tercih etmesi ile
sonuçlanacaktır. Oktay, edebiyat ve sanat dünyasına atıldığı ilk yıllardan itibaren
Marksizm’i benimsemiş; Marksizm’e karşı olumlu veya olumsuz
değerlendirmelerini hep Marksizm’in içinden gerçekleştirmiştir.
Oktay’ın edebiyat dünyasında kendini göstermesi de yetiştiği solcu çevreye bağlı
olarak, dönemin toplumcu gerçekçileri arasında olmuştur. 1954’e kadar, bazı
dergilerde şiirleri yayımlansa da onun asıl çıkışını Mavi dergisinde
gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür. Özellikle 1954 ile 1956 yılları arasında
Mavi dergisinde yayımlanan yazı ve şiirleri onun edebiyat dünyasındaki yerini
tayin etme noktasında önemli bilgiler içerir.
Mavi dergisine 19. sayıdan itibaren
katılan Oktay, Attilâ İlhan’ın dergiye dâhil olmasında başat rol oynar ve dönemin
Hisar gibi sağ görüşe mensup dergileriyle sosyal realizmi savunan tartışmalar
yaşar. Mavi’nin kapanmasının ardından yine bu dönemde kendini gösterdiği ve
daha nesnel, nitelikli yazılarla edebî tartışmalara katıldığı yayın organı Pazar
Postası’dır.
Oktay’ın özellikle 1956-1959 yılları arasında Pazar Postası’nda
yayımlanan yazıları İkinci Yeni’ye karşı, toplumculuğu savunan anlayışı temsil
eder. Oktay, İkinci Yeni’ye karşı olumsuz tavrını teorik düzlemde daha sonraki
dönemde de sürdürecektir. Oktay’ın edebiyat dünyasında kendini göstermesi
toplumcu gerçekçi bir çevre içinde olmuş ve buna bağlı olarak hem Garip
Hareketine hem de İkinci Yeni’ye muhalif bir tavır sergilemiştir.
Oktay’ın 1960’lardan itibaren varoluşçu-bireysel bir söylem içine girmesi,
dönemin sanat ortamından etkilenmesinin ve faydalanmasının bir neticesidir. Pazar
Postası’nda yaşanan edebî tartışmalara aktif olarak katılması şair/eleştirmen olarak
edebiyat dünyasındaki yerini tescillerken, kendisinin de birçok yazısında belirttiği
gibi, İkinci Yeni’nin modern Türk şiirine kazandırdığı yeni imkânlardan ister
istemez esinlenmesine yol açmıştır.
Onun, varoluşçu-bireysel eğilimler içeren
yazılarını daha Pazar Postası’nda iken görmek mümkündür. Ancak bu durumun
ilanı, 1960’tan sonra, Değişim, Dönem, Ant, Ataç, Papirüs, Dost, Seçilmiş
Hikâyeler gibi dergilerde çıkan kuramsal yazıları ile kesinlik kazanacaktır. Sanat
anlayışında yaşanan bu değişime bağlı olarak ürettiği eserler 1980’lere kadar
devam etmiştir.
1960’lardan itibaren, bireyselliği ön plana çıkaran, varoluş felsefesinin etkilerini
taşıyan eserler üretmesi, bu yıllardan itibaren Marksizm’in estetik anlayışına ciddi
eleştiriler getirmesi ile netlik kazanır. Değişen dünya şartlarının, sosyal yapıda
meydana gelen kırılmaların, yeni bir bakış açısı ile incelenmesi gerektiğini
savunur. Sanata nesnelliğin hâkim olması, bir süre sonra sanatsal üretimi
kısırlaştıracaktır. Bu sebeple daha 1960’lardan itibaren toplumcu gerçekçiliği
eleştirmeye başladığı yazılarında, öznelliğin ön plana çıkarılması gerektiğini
savunur.
1986’da yayımlanan ve Sosyalist Realizme eleştiriler içeren Toplumcu
Gerçekçiliğin Kaynakları isimli eseri aslında ilk sinyallerini 1960’larda veren
fikirlerin toplamıdır. Ahmet Oktay’ın bir entelektüel olarak önemi de bundan
kaynaklanır. İdeolojilerin insanı kör ve sağır eden "yanlış bilinç" çarpılmasına
kendini kaptırmaz. O, Marksizm’in kutsal bir din gibi algılandığı ve toz
kondurulmadığı bir dönemde bilimselliğin sınırları içinde kalarak Marksizm’in
çarpıklıklarını, tutarsızlıklarını büyük bir yüreklilikle dile getirmiştir. Onun nesnel
eleştirileri birçok Marksist dostunun kendisine sırtını dönmesiyle neticelenecektir.
1980’lerden itibaren Oktay’ın kültürel konulara ağırlık veren çalışmalarıyla öne
çıktığı görülmektedir. Meslek hayatına bağlı olarak ilgisinin popüler kültür
meselelerine yönelmesi şiirine doğrudan etki etmiştir. Oktay’ın, 1980’lerden
itibaren Frankfurt Okulu ile tanışması sanat anlayışını derinden etkilemesi
itibarıyla değinilmesi gereken bir husustur. Ünsal Oskay’ın Frankfurt Okulu
teorisyenleri üzerine yaptığı çalışmalar ve çeviriler Oktay’a bu konuda rehberlik
etmiştir.
Frankfurt Okulu’nun eleştirel toplum teorisi, Marksizm eleştirisi, sosyal
yapıda yaşanan değişiklikleri çözümleme yöntemi, Oktay’ın araştırma-inceleme
eserlerine ve sanatsal çalışmalarına yeni bir pencere açmıştır. Böylece Oktay,
1980’lerden itibaren şiirine kültür endüstrisi ve popüler kültür meselelerini taşımış,
sosyal hayata dair gözlemlerini sanat ve bilim alanında ürettiği eserlerle gözler
önüne sermiştir.
O, bitmek bilmeyen okuma iştahı içinde mutasavvıfları ve tasavvufun temel
meselelerini incelerken de Marksizm’in sosyal yapı teorisiyle meseleye yaklaşır.
Ona göre Hallac-ı Mansur, Nesimi, Davut-u Tai gibi mutasavvıflar, yaşadıkları
dönemin eşitsizliklerine karşı çıkan, devrimci kişiliklerdir.
Meslek hayatının Oktay’ın sanatını şekillendirdiği söylenebilir. Oktay basın-yayın
hayatının içinde yetişmiş, ilgilerini bu ortam içinde oluşturmuştur. Uzun yıllar
TRT’de ve muhtelif gazetelerde çalışması, sosyal yapıyı analiz ederken kendisine
büyük olanaklar sağlamıştır. Ahmet Oktay, TRT’nin kurucu kadrosu içindedir.
Birçok konuda öngörü sahibi olması; popüler kültür, kültür endüstrisi gibi konuları
daha 1980’lerde şiirine taşıması onun basın hayatı içine, meydana gelen sosyal
değişiklikleri yakından takip etmesiyle ilgilidir. Bu durum onun her zaman
modernist bir şair olmasını sağlamıştır. Şiirini zenginleştirebilecek her konuya açık
olması, belli dönemlerde şiirinde hem içerik hem de yapı açısından önemli
değişiklikler yaşanması ile neticelenir.
Baştan sona intihar temasını ele aldığı Yol Üstündeki Semender isimli eserinde,
intiharı bireysel bir tercih olmasının ötesinde sosyal ve siyasî bir eylem olarak ele
alması da bu anlayışın neticesidir. Yalnızlığı tercih eden birey, toplumla girdiği
iletişimin neticesinde kendini kenara çekmiş ve kenara itilmiştir. Bu nedenle
yalnızlık da sosyal bir durumdur.
Yine 1960’lardan itibaren şiirinde imge, farklı bir boyut kazanır. Toplumcu
gerçekçi şiirin tekrar edile edile ezberlenen imge dünyasından sıyrılır ve İkinci
Yeni’yi anımsatan imge kullanımlarına başvurur. Sürgün ve Dr. Kaligari’nin
Dönüşü gibi eserlerinde mısra ve cümle yapısı tamamen imgeye dayandırılarak
kurulmuştur. Oktay, imgenin şiirde hayal dünyasını yansıtan en önemli araç
olduğuna inanır. Sanatı farklı kılan en büyük güç imgenin sınırsızlığında var olur.
Toplumcu Gerçekçi şiir anlayışına bu yönüyle yeni bir soluk getirmiştir.
Ahmet Oktay’ın neredeyse her mısraında her cümlesinde ısrarla vurguladığı en
önemli düşüncesi; sanatın verili toplum ilişkilerine, mevcut iktidara karşı çıkma
alanı olmasıdır. Şair, sosyal yapı içinde yolunda gitmeyen durumlara itirazını
eseriyle gerçekleştirmelidir. Bu onun görevidir. Bu noktada şiir ile siyaset arasında
birbirinden koparılması mümkün olmayan bir bağ görür. Oysa şair, siyasetçi
değildir. Propagandaya kaçmamalıdır. Ancak şair, estetik kurallar içinde verili
toplum ilişkilerine ve iktidara karşı çıkmalıdır.
Ona göre bir şairin, mevcut iktidar
yönetimiyle uyum hâlinde olması mümkün değildir. Böyle bir mutabakat, o şairin
şiirini ve sanatını öldürür. Entelektüel tavrın esere yansıması olarak algılanması
gereken bu fikirler, her entelektüel gibi Ahmet Oktay’ı da yalnız bırakır.
Marksizm’e yönelttiği eleştiriler onu sol çevrenin belli alanlardan dışlamasıyla
neticelenirken sosyal yapı eşitsizliğinin temeli olarak gördüğü ekonomik
dağılımdaki dengesizliğe dikkat çekmesi farklı anlayıştaki grupların ona mesafeli
yaklaşmalarıyla neticelenmiştir. Ahmet Oktay’ın Araf’ta kalan bu tutumunu
aslında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaşadıklarına benzetebiliriz.
Bir entelektüelin yalnızlığı en somut haliyle Ahmet Oktay’ın cenazesinde
görülmüştür, denilse yeridir. Ölüm haberini aldıktan sonra gazetelere, TV
programlarına, internet sitelerine göz gezdirirken sadece küçük birkaç haber
kırıntısıyla bu ölümün geçiştirilmesi beni şaşırtmadı. Cenazesinde 10-12 kişilik bir
kalabalık, birkaç kamera… o kadar. TRT’nin ilk kurucu kadrosunda yer alan ve bu
kuruma yıllarını veren bir kişinin ölüm haberi birkaç saniye ile dahi olsa haber
olarak verilmedi.
Evet, Oktay en çok karşı çıktığı popüler kültüre dâhil olmamanın saadetini ölümünde yaşadı. Fakat ardında bıraktığı 56 eser, benim güzel ve değerli ülkemin kültür birikimine büyük katkılar sağlayacaktır hiç şüphesiz… Onu, en yakın dostu Edip Cansever’in bir şiiri ile uğurlayalım:
"Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer….
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir…"
Yrd. Doç Dr. MEHMET YILMAZ
Mecmua Dergisi, Bahar 2016, S. 39-43

ŞİİRLERİ