21. yüzyılda şair kadınların çoğalması, Türk şiirinde varlık göstermeleri, önemli bir gelişmedir. 1923’e gelinceye kadar (Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşuna kadar) şair kadınların sayısı birkaçı geçmez. Halk, Divan; Tanzimat, Fecr-i Ati, Beş Hececiler, Yedi Meş'ale, Garip şiiri kadın duyarlığından ve algısından yoksundur. Zorlandığında Osmanlı döneminde şair kadın olarak Zeynep Hatun, Mihrî Hatun, Ani Hatun, Fıtnat Hanım, Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Âdile Sultan, Tevhîde Hanım, Feride Hanım, Hatice Nakiye Hanım, Sırrî Hanım, Münire Hanım, Fıtnat Hanım (Trabzonlu), Habibe Hanım, Hasibe Maide Hanım, Hatice İffet Hanım, Leylâ Hanım (Saz), Nigâr Hanım; Cumhuriyetin ilk yıllarında da Makbule Leman, İhsan Raif, Şükûfe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, adlarıyla karşılaşılıyor.
Bunların zengin ailelerden gelmesi, çok iyi eğitim almaları da ustan çıkartılmamalıdır. Yazdıkları şiirler taklit olduğu için, özgünlüklerinden söz edilemez pek. Daha çok erkeklerin yazdığı dille yazmışlardır şiirlerini. Kendi algılarından, duygularından uzaktırlar genellikle. Onların şiirlerinde bir kadın insanı bütün özellikleriyle bulmak olanaksızdır neredeyse.
Görünen o ki modern Türk şiirinde şair kadının varlığını Gülten Akın’la başlatmak gerekiyor. Bu doğrultuda Melisa Gürpınar, Sennur Sezer hemen anımsanabilir. Ama 1980’den sonra, bu bağlamda tam bir patlama yaşanıyor denilebilir. Artık şair kadınların Türk şiirindeki ağırlığı daha bir hissedilir durumda. Dahası, onların belirleyici bir konuma geldiklerini söylemek yanlış olmaz. Kadınlar, Türk şiirinde bir cephe açıyorlar kendilerine. Bunu doğrulayan pek çok şair kadın var günümüzde.
Şair kadınların sayısında görülen patlama; bu sosyolojik durum Türk şiirinin zenginleşmesini de getiriyor beraberinde. Erkek duyarlığı, kadın duyarlığıyla dengelenmeye başlanmış gibi. Şair kadınlarla birlikte, Türk şiirinde büyük bir eksiklik olan kadına özgü dil de şiir dili olarak işlerliğe girmiş; insanı anlama ve anlatma olanaklarını geliştirmeye başlamıştır. Şair kadınlar, erkek egemen söylemi kırdıkça, kadın bireye özgü dili eksiksiz kurdukça, Türk şiirinin bundan alabildiğine kazançlı çıkacağını belirlemek isterim. Şair kadınların çoğalması ve başarıları; Türk şiirinin nicel olduğu kadar, nitel bir gelişimini de imlemektedir.
Kendine haklı bir yer edinmiş kadın şairlerden bir de Aslıhan Tüylüoğlu. Durmadan "Bir kadın Masalı"na çalışıyor. Kadın kokuşlu şiirler yazıyor. Çiçeklerin; begonya, iğde kokularının, balkon yalnızlarının şairi gibi görünüyor. İlk verdiği algı bu; ama öyle değil. İçindeki, dibi olmayan bir kuyudan sesleniyor daha çok. Olanı değil, olması gerekeni göstermek istiyor insana. Çelişen insanî durumları şiirleştirirken; bir yürek yorgunu olarak kendisi beliriyor şiirlerde. Bireyselliğin evrenselliği var yazdıklarında.
İlk kitabı "Balkon Yalnızları"da (2008); hayatın kıyısında durdurulan ve eylemsiz bırakılan kadını anlatıyor. Hayatın buluşturuculuğunu, kadın-erkek buluşmasının önemi vurguluyor. Ama şiirlerine sinen hüznü de koruyor. Buradan bakınca Aslıhan Tüylüoğlu için, hüznün şairi olduğu söylenebilir.
Yeni kitabı "Yokuş Çıkan Su" (2011) adlı kitabında ise; hayatı eksiksiz yaşamanın coşkusu var. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, direnen kadın-insanın şiirleri. Kadına dayatılanlara karşı çıkışın; kadın derinliğinin şiirleri.
Aslıhan Tüylüoğlu bireysel, psikolojik, toplumsal nedenlerle yazıyor şiirlerini. Bu bütünsellik içerisinde izleklerini seçip yaşamın bütününü nasıl algıladığını yansıtıyor şiirleriyle. Şiire güveniyor. "Bir tek şiir var bizi kurtaracak" derken şiire kaldıramayacağı bir görev de yüklemiş oluyor. Ellbette İlhan Berk'in dediği gibi "Şiir bizi kurtarmaz, ama insanın elinden tutar." denilebilir rahatça. Doğru olan da budur diye düşünülebilir.; ama Aslıhan Tüylüoğlu'nun algısı da yabana atılamaz.
Şiiri bir kurtarıcı olarak görmek, yaşamı taşıyabilmek için şiire yaslanmak, şiiri güvenilecek bir dağ gibi görmek; kısaca bir şiir fanatiği olmak yadırganmamalı. Buradan bakıldığında Aslıhan Tüylüoğlu bir şiir fanatiğidir denilebilir. Onun böyle olması doğal, çünkü insanın bu dünyadaki varlık sorununu da şiir üzerinden algılıyor ve kendini bu bağlamda açıklıyor. Onun: "Zamana tırnaklarımı geçirmek için yazıyorum" dizesi, bu bağlamda oldukça açıklayıcı görünüyor. Kalıcılığın bir olanağı olarak görüyor yazma eylemliliğini. Çünkü bu emperyalist çağda "katı olan her şeyin buharlaştığının" bilincinde.
Zaman, aslında insanın ve doğanın durmadan değişmesi; nicel birikimler sonucu nitel dönüşümlere uğraması değil midir? Bunun kabullenilişinden yola çıkarak; Aslıhan Tüylüoğlu bir var olma olanağı, kalıcılığın biricik yolu olarak yazmanın peşine düşüyor. Dünyada ve bir bireyi olduğu toplumda gözlediklerinden oldukça rahatsız. Bir sis çanı gibi bunun uyarısını yapıyor sürekli.
Kapitalizmin belirleyip biçimlediği, oluşturduğu insan tipinden rahatsız Aslıhan Tüylüoğlu. Bireyin tüm davranışlarında merkeze kendisini koymasının getirdiği yabancılaşma çağın bir açmazı olarak yansıtılıyor şiirlerde.
uzaklarda açan çiçek bilir bunu
yalnızlık bir iklim sorunu.
Bu dizelerde de yansıtıldığı gibi; artık toplumlar "birlikte yalnızlıklar"ın yaşandığı kalabalıktan başka bir şey değil. Kolayca gözlenebiliyor bu. Zaten bir başkası düşünüldüğünde yalnızlık olgusu işlemeye başlar. Birileri olmasa, belki de yalnızlıktan hiç söz edilemeyecekti. Birileri var; ama her anlamda yaşanan iletişimsizlik, yalnızlığı da açığa çıkartıyor ve can yakıcı oluyor. Bu toplumsal yabancılaşmanın bir göstergesi de bireyin bilinçten yoksun olması; insani değerlere rağmen bir yaşam biçimi geliştirmesi olsa gerek. Aslıhan Tüylüoğlu,
Bir sürü tanrı var aramızda, egosuyla gezen
dizesiyle, bu olumsuz insan tipinin keskin bir eleştirisini yapıyor. Yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın temel nedeni de ego değil mi? Bunu belirleyerek, şiirine eğitici bir boyut da katıyor. İnsanın kirlenmesi, insanî değerlerin iyice cılızlaşması; çağın açmazları olarak belirtilir hep. Çağ (yaşanan zaman, Dünya) kesinlikle kendiliğinden suçlu değildir. Suçlu ve sorumlu olan; eden, eyleyen, kılan, yapan insandan başkası değildir. Şiirlerde buna dikkat çekilirken; duyumsanan acının şiirini yazıyor Aslıhan Tüylüoğlu. Uyarıcı olmak istiyor. En insanî olan durumlardan biri olan aşk olgusunda da iyimser değil şair. Aşk adına bu çağda yaşananlara; daha doğrusu aşktır diye insanın geliştirdiği ilişkilenmelere baktıkça;
Eski bir söylencede ayarlanır aşk
Modern zamanların sevgisizliğine
dizelerinde yansıtıldığı gibi; geçmişe, o güzel insanların atlarına binip gitmedikleri zamanlara gider. Aşkı eski bir söylencedeki gibi görmeyi ve yaşamayı önerir. 21. yüzyılın sevgisizliğiyle başa çıkmanın olanağı yok gibidir çünkü. Modern denilen bu çağda, aşk da metalaşmıştır. İnsan metalaştırılmıştır çünkü. Bu yüzden "Kendine bir aşk borçlusun" dizesi; bir ünlem, bir uyarı değeri kazanır. Böyledir ama umutsuz da değildir şair. Çünkü bilir ve bilinsin ister,
Bir aşk bir yenilgiyi kurtarır
Bir ip bir uçurumu.
Çünkü doğru yaşanan, tarafların bütün anlamlarda örtüştüğü ve eşitlendiği her aşk politiktir ve çağın, kapitalizmin kirliliğine karşıdır. Böylesine bir buluşma içerisinde aşk metalaşmamıştır çünkü. Yaşanan olumsuzlukları, değişik temalarla sürekli şiirinde gündeme getirir Aslıhan Tüylüoğlu. Şiirin doğrudan yana olduğunu imler. Şiire olan güveni de bunu açıklıyor zaten. Birileri için şiir, örneğin İsrail başbakanlarından Moşe Dayan'a göre Fetva Tukan'ın bir şiiri on Filistinli gerillaya bedeldir. Bu nedenle kendisi için tehlikelidir. Marks ise kapitalizmin sanata, özellikle şiire düşman olduğunu saptar. Çünkü "namus işçisi"dir şair. Aslıhan Tüylüoğlu da tamamıyla böyle düşünür ve haklı olanların işlediği 'güzel suç' olarak görür şiiri. Ondan olacak, şu dizeleri yazar:
Bir şiir de öyle, upuzun
Asılsın yaşamın darağacına
Bu aranış sürdürülerek çok şey söylenebilir; ama Aslıhan Tüylüoğlu'nun tüm şiirlerindeki toplum algısı bu doğrultuda değerlendirilirse yanlış olmaz. Elbette bu kadar değil. Aslıhan Tüylüoğlu'nu izlenimci bir tutumunun olduğunu da belirlemek gerekiyor. "feleğen, akasya, elma çiçeği, siklamen, çuha çiçeği, açelya, karanfil, lale, gül, erik çiçeği, gelincik, pat, yağmur gülü, lavanta, ayva çiçeği, zambak, küstüm..." gibi çiçekleri ve çiçeği olan bitkileri anması yanıltıcı olmamalı. Görüleceği üzere bilenen ortaklaşa kullanılan kavramlara yenilerini katıyor, yeni adlandırmalara girişiyor.
En güzel örneklerini Metin Eloğlu'da gördüğümüz bu aranışın bir uzantısı olarak; bu şiir dilinin peşine düşüyor. Başarıyor da bunu. "Sözcük, çiçek..." gibi, çokça kullandığı sözcükleri de var. Bu, onun şiirinde bir açmaz oluşturmuyor; çünkü bir sözcüğü sıkça kullanabilir bir şair. Yeter ki her seferinde yeni bir anlam oluşturabilsin. Bunun başarıldığı görülür onun şiirlerinde. Öte yandan bütün nesneleri; daha doğrusu nesnelerin adı olan sözcükleri bulmak olanaklı Aslıhan Tüylüoğlu'nun şiirlerinde. Çünkü insanı doğal ve kurmaca çevresinden soyutlayarak yazmıyor.
Okunaksız aklına yazdığı
Acıyan yanlarıyla gülümseyen bir kadın
Kıyısında oturduğu boşluk yok artık
Düşürülen bir sehpa, arsız suçlara.
Dizelerinde olduğu gibi insanın başkalarıyla olan ilişkisi gibi nesnelerle de vazgeçemediği ilişkileri var. Bu düşünceyle insanı yaşadığı ortamda, yaşamını bölüştüğü nesnelerle (eşyalarla) birlikte yansıtıyor şiirlerinde. Bir anlamda bu, onun gerçekçiliği oluyor. Böylece şiirlerindeki insan soyut bir varlık olmaktan çıkıyor; alabildiğine somutlaşarak bir gerçeklik, bir canlılık kazanıyor. Bir birey olarak kendini de bu kavrayışla yazıyor. Kendinde olan geneli ilgilendiriyorsa, buna şiirinde yer veriyor. Bu tutum onun bireyciliğe düşmesini önlediği gibi; bireyin öne çıkmasını da sağlıyor. Bireyi ufka koyması, bireyi önemsemesi; giderek genelde insanı önemsemesine dönüşüyor.
Aslıhan Tüylüoğlu'nun şiirlerindeki bu boyut yabana atılamayacak bir içerik, bir uyarı da taşıyor.
Onun şiirlerinde, yer yer kendini ele veren feminist kavrayış da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Tarihteki onca ezilmişliğini düşünüp kadından yana olmak; bu bağlamda ayrımcı davranmak, haklı bir istek olarak algılanmalı. Bu, erkeğe karşı düşmanca bir tutum değil. Çünkü kadını gözetmek, erkeği de gözetmek anlamına geldiğini çok iyi biliyor şair. Şiirlerini de bu titizlikle yazıyor. Toplumsal yapının kıstırdığı kadını anlatırken, erkek egemen yapının bir eleştirisini de yapıyor, uyarıcı oluyor. Hiç değişmeyen görüntüdür: Pencereye ya da balkon demirine yaslanmış, boşluğu izleyen, zaman kavramını yitirmiş çok kadın görmüştür herkes. Kadının gelişmesini kemiren, bir başınalığının ortamıdır ev. Pencerede ve balkonda gözlenen kadının, daha doğrusu yalnızlığın fotoğrafıdır. Aşağıdaki dizeler, balkon izleğini bu içerikle yüklü olarak yansıtıyor. Sezai Karakoç'un balkon algısından sonra, Türk şiirinde yepyeni bir algıdır bu:
Olmasa evlerin balkonları
Yalnız olduğumuz anlaşılmayacak
***
Bir başka balkona dayamış alnını ev
***
Sabahsız oteller, simit evleri, pastaneler
Bilmezdim, balkon demirleri soğurken
Yedi saatlerde terk edilmiş kadın bekleyişini
***
Ben pencerelerden bakarım aya
İçimdeki kamaşığı sustururum
Yukarıdaki dizelerde yansıtılan kadının, kendisinin onca açmazı olmasına karşın başkalarını düşünmesi, bir özne olarak başkalarının sorunlarını içselleştirmesi şöyle şiire dönüştürülüyor:
Böyleyim aldırmam da kendi perişanlığıma
Üzülürüm bir arkadaşın söküğüne
Aslıhan Tüylüoğlu şiirlerine özne ve nesne kıldığı kadının özel durumlarını da yazmaktan geriye kalmıyor. Kadın, hep bekleyendir. Sevgili ya da eşin çeşitli nedenlerle savruluşu, otel küflerine bulaşması ne denli kötüyse; yalnız kalan kadının acıkan çıplaklığı da o denli olumsuz bir durumdur. Geride kalan, bekleyen durmadan kanamaktadır. Bekleyişle geçen haftalar kanamalıdır, buna karşın bağlılık vazgeçilmezdir. Bütün bu olumsuzluklar düşünsel olarak aşılsa da; bunun yaşamda bir karşılığı olamamakta. Şiirdeki öznenin dışının minnacık olması bu olsa gerek. Aşağıdaki dizeler, bu algıların bir yansıması:
Teninde otel küfleri, büyüyen çıplaklığım
dünyaya doluyor
giyinmeyi beceremeyen kadınlığım
***
kalansa durmadan kanayacak
***
Bir yanda açelya sadakati
akasya kanaması haftalar
***
tükenmiş
aralığa bakıyorum
amansız bir senenin eşiğine
içimde dünyaya varan bir genişleme
dışım minnacık!
Bu olumsuzlukları, bu açmazları yaşayan biri, birileri olduğu kadar diğerleri de vardır. Aşağıdaki dizeler dedikoduyla beslenen insan tipini alabildiğine yansıttığı gibi içe dönük, sorunlarını yoğunluğuna yaşayanları da anlatıyor. Kadınca bir algı bu ve alabildiğine güzel dizeler:
Alt komşu dışını dinler
Ben içimi
İkimiz de uyuyamayız gürültüden
Şair kadınların çoğalması Türk şiirinde yepyeni olanaklar kazandıracak. Bunun yabana atılmayıp önemsenmesi ve sahiplenilmesi gerekiyor. Toplumun yarısını kadınların oluşturduğu gerçeği düşünülünce daha bir önem kazanıyor kadınların söz alıp konuşması. Bugüne kadar kadın algısı ve duyarlığından yoksun bir şiirin eksik olacağının düşünülmeyişi ürkütücü olsa gerek. Şimdilerde bu eksikliğin giderilmesi, erkeklerin yazdığı şiiri de besleyecektir. Aslıhan Tüylüoğlu, bu sürecin şairidir, o eksikliği gideren şiirler yazıyor.
Not: Yazıdaki dizeler ve dize kümeleri Aslıhan Tüylüoğlu'nun 'Balkon Yalnızları' ( Etki/Dize y. 2008) ve 'Yokuş Çıkan Su' ( Etki/Dize y. 2011) adlı kitaplarından alınmıştır.
VEYSEL ÇOLAK
Özgür Edebiyat, Ocak-Şubat 2012, Sayı31, S. 101

ŞİİRLERİ