Güneş Saydam Caddesi’nin üzerinde kimsenin gülmediği bir şaka gibiydi, dedi ağabeyim her zamanki neşeli haliyle. Hakan gülümsedi;
ben ağabeyimin ileride büyük bir yazar olacağını düşündüm yine.
"Hava öyle sıcaktı ki denizin tuzu sırtımızda bir pişmanlık gibiydi," dedi ağabeyim. Hakan birden durup çantasını yere koydu. Omuzlarını geriye atarak, sonra da kollarını öne uzatarak rahatlamaya çalıştı. İşe yaramadığını anlayınca elini gömleğinin altına soktu, gözlerini kısarak
sırtını, göğsünü, karnını uzun uzun kaşıdı. Yola çıkmadan son bir kez denize girmek istemiş, duş almadan, ıslak mayomuzun üzerine
pantolonlarımızı giyip atlamıştık otobüse.
Şimdi bütün vücudumuz kavruluyor, geriliyordu. Kaşlarımızda, alnımızda, kollarımızdaki tüylerin üzerinde tuz taneleri vardı.
Küçük Saati geride bırakmış, Saydam Caddesi boyunca yürüyorduk. Manifaturacıların, baharatçıların, eczanelerin, tatlıcıların, kasapların, fırınların beyaz tentelerinin altında. Çantamı sırtıma atmıştım, sırtım terliyordu, kaşınıyordu.
Caddede, dükkân önlerinde insanlar vardı, ama hiç kıpırdamıyorlardı sanki, ses de çıkarmıyorlardı. Kilis Çarşısı’nın girişi bile sessizdi. Çarşının içinden bir yerlerden "Çay çay! Çay içen çay!" diye bağıran çaycının sesi
geliyordu yalnızca. Ağabeyim Hakan’a çarşının ne kadar güzel, hareketli bir yer olduğunu anlatmaya başladı.
"Ama akşam gelmek gerek buraya. Bütün cadde perdesini akşam olunca açar, o zaman başlar gösteri!"
Şalgamcının önünden geçerken ağabeyimin haklı olduğunu düşündüm. Camekânında rengârenk turşu kavanozlarının sıralandığı dükkân daha açılmamıştı bile. Caddede mavi arabasıyla tek bir bici bicici, tahta kutusuna vura vura "Eskimo buz!" diye bağıran tek bir eskimocu, çıngırağını sallayarak sırtında koca güğümüyle dolaşan tek bir aşlamacı
görünmüyordu. Kebapçılar sokağa çıkardıkları mangallarını yakmamışlardı, şirdancıların durduğu köşe boştu, çizgi roman satanların
tezgâhlan kapalıydı ve ağabeyim durmadan olmayan şeyleri anlatıyordu Hakan’a.
"Sen bir de akşam gör burayı!"
Ağabeyim böyle söyledikçe heyecanlanıyor, sabırsızlanıyordum.
58. Sokak’ın köşesine geldiğimizde üçümüzün de yüzü kıpkırmızıydı. Sokağa girdik. Ağabeyimle hemen berbere baktık. Kapalıydı. Dedem çoğunlukla berberin önünde tavla oynardı. Üst kattaki dişçiyle. Yukarı baktık, muayenehanenin penceresi de kapalıydı.
"İhtiyarlar için erken olduğu kadar tehlikeli de bir saat," dedi ağabeyim.
Berberin karşısındaki arsaya baktım, orası da boştu. Kerestecinin önünde otomobil lastikli iki at arabası arka arkaya duruyordu.
"Atın kuyruğu eski bir duvar saatinin sarkacı sanki."
İstiflenmiş kerestelerden güzel bir koku yayılıyordu; yanlarından geçip bahçe duvarlarının dibinden yürüyerek dedemlerin evinin aralığına girdik. Bahçenin kararmış ahşap kapısının üzerinde pırıl pırıl bir plaka asılıydı.
Dedemin taksisinin plakasıydı bu. Hiç kaza yapmadan emekli olduğundan dedeme bir kol saati bir de taksisinin süslü bir plakasını hediye etmişlerdi.
Kapıya üçümüz birden yumruklarımızla vurduk. Açılmasını beklerken ağabeyim Hakan’a küçük dayımdan söz etti: Uzun boyu sayesinde kapının
üzerinden bahçeyi görebiliyordu. Eve geldiğinde, çenesini kapının üstüne dayıyor ve "Meleklerim ben geldim!" diyordu.
"Bunu anlatmıştın," dedi Hakan kolunu kaşıyarak.
Bahçeden anneannemin sesi geldi; Arapça bir şeyler söylüyordu.
"Biziz anneanne biziz," dedi ağabeyim.
"Siz kim?" diye sordu anneannem kapının mandalını kaldırırken.
Bizi buruşuk dudaklarıyla yanaklarımızdan öptü, üçümüzün de yanakları ıslandı.
Ağabeyim Hakan’ın sınıf arkadaşı olduğunu, Mersin’e gençlik kampına gittiğimizi, Ankara’ya dönmeden onu ve dedemi görmek istediğimizi, gece kalıp sabah yola çıkacağımızı anlattı. Sonra bunları bir de uydurduğu Arapça sözcüklerle söyledi. Anneannem önce güldü ardından Arapça bir şeyler söyleyip sessiz sessiz ağlamaya başladı.
Bahçede, dut ağacının altındaki masaya oturduk. Ben divana, ağabeyimle Hakan tahta sandalyelere.
Anneannem mutfağa gitmişti hemen. Mutfak alt kattaki odanın bir köşesindeydi. Kapısı doğrudan bahçeye açılan bu oda anneannemle
dedemin yaşadıkları odaydı aynı zamanda.
Az sonra elinde büyük bir tepsiyle geldi anneannem. Cam kâselerin içinde katma ile buz gibi karpuz getirmişti.
Ağabeyim Hakan’a katmanın ne olduğunu anlattı. Anneanneme dönüp dedemi berberin önünde göremediğimizi söyleyince, "Gelir, gelir," dedi anneannem. Bize bakıp yine sessizce ağlamaya başladı.
Karpuzu da yedikten sonra, bahçenin bir köşesinde, tuvaletle banyonun bulunduğu kulübenin önünde hortumla yıkandık. Ağabeyim ve Hakan yıkanırken hortumu ben tuttum. Ucuna başparmağımı dayayıp hortumu
havaya diktim. Fıskiye gibi oldu.
Derimiz yumuşadı, rahatladık. Basamakları gıcırdayan merdivenden ikinci kattaki odaya girdik. Dut ağacının dalları odanın kapısını neredeyse kapatmıştı.
Islak mayolarımızı çıkarıp kurulandık. Pencerelerde sarı perdeler vardı.Üçümüzün de uykusu geldi.
"Uyuyalım," dedi ağabeyim, "böylece saatler yokuş aşağı yuvarlanır, bir bakmışız akşam olmuş. Ver elini Saydam Caddesi!"
Yokuştan aşağı yavaş yavaş yuvarlanırken uykuya daldım.
Ağzımın kenarına konup duran bir sinek yüzünden uyandım. Ağabeyimle Hakan uyuyordu. Terden sırılsıklam olmuş yataktan kalkıp odanın ahşap zeminine uzandım. Kararmış tahta kalasların arasından
aşağıdaki odaya baktım. Aşağısı karanlıktı. Gözüm alışınca yerden bayağı yüksek yatağına oturmuş anneannemi gördüm. Çalar saati kuruyordu. O saat hep yataklarının başucunda dururdu. Yuvarlaktı. Ortasında bir tavuk
ve birkaç civciv resmi vardı. Tavuk saniyede bir başını indirip küçük birer nokta olarak çizilmiş yemleri yiyordu.
Sokaktan simitçinin sesi geldi: "Kazan gevrek, kazan gevrek!"
Ağabeyim yattığı yerden "Bir tanıdığın selâmı gibi geçiyordu sokaktan simitçi," dedi. Kalkıp giyindi. Hakan da uyanmış geriniyordu.
Aşağıya, bahçeye indik. Merdivenin korkuluğuna asılmış tütün yapraklarının kokusu iyice keskinleşmişti. Anneanneme, çıkıp Saydam
Caddesi’nde gezeceğimizi söyledik. Üçümüz de çok heyecanlıydık.
"Size nohutlu patlıcan dolması yapıyorum," dedi anneannem.
Caddeye doğru yürümeye başladık. Kerestecinin at arabaları gitmişti. Berberin önünde dedemi gördük. Dişçiyle tavla oynuyordu. Elini öptük. O
da bizi yanaklarımızdan öptü. Gülümsüyordu. Altın dişleri görünüyordu. Ağabeyim kampı, Mersin’den gelişimizi, Ankara’ya dönerken
uğradığımızı anlatıyordu ki, dedem kolumuzdan tutup bizi berbere soktu.
"Gelin sizi bir tıraş ettireyim!"
Ağabeyim kampa gitmeden tıraş olduğumuzu söyleyecek oldu ama berber Hakan’ı koltuğa oturtmuştu bile. Makas şakırdamaya başladı.
Dedem mutlu bir gülümsemeyle seyrediyordu, bizse sabırsızlıkla... Hakan’ın ensesi, kulaklarının arkası beyaz beyaz ortaya çıkıyordu.
Hakan’dan sonra ağabeyim oturdu koltuğa.
Dışarıya, karşıdaki arsaya baktım: Tüfekçi gelmişti. Hedef tahtasını kerestecinin duvarına dayamış, küçük taburesinde oturuyordu. Tüfeği iki koluyla birden kucaklamıştı. Müşteri bekliyordu. Kısa pantolonlu bir çocuk gelince, tüfeği kırdı ve arkasında mavi yeşil parlak tüy olan çividen mermileri yerleştirip çocuğa uzattı. Çocuk çömelip nişan aldı...
Ağabeyime baktım. Tıraşı bitmek bilmiyordu. Berber hâlâ çevresinde dönüp duruyordu.
Daha sırada ben vardım.
Bir iki kez hafifçe öksürdüm ve "Saydam Caddesi’nde akşam artık yalnızca uzak bir hayal!" dedim.
BARIŞ BIÇAKÇI
Aramızdaki En Kısa Mesafe, S. 23-28

ŞİİRLERİ