Ölümünün 26 ncı yıldönümünde:
Kimi «Cihangirane bir devlet çıkarttık bir aşiretten» diye sadece Osmanlılığı sayıklıyordu. Kimi, elde bir deste gül, yalnız Müslümanlığı ve ümmetçiliği tutturmuş gidiyordu. Coşkun vatanperver geçinip de «Buharalının hırkasından başka Türkün nesi kalmış ki!» diyenler bile vardı. Arada bir, iyi saatte olsunların bir lütfü ve ilhamı halinde, Türklüğü türkçeciliği ele alıp yüze çıkaran olmuyor değildi. Fakat ne ilimle, ne ısrarla.. Akordu bozan çiy sesler gibi gelip geçici; susturulmaya veya sinmeye mahkûm...
Tanzimattan sonra, Avrupaya harıl harıl talebe gönderiyorduk. Bunlardan çoğu, dönüşlerinde ya sadece ağzı açık garp hayranlığını, ya da garbı acele meşkedip üstüne cila çekmiş eski Osmanlılıklarını getiriyorlardı. İstanbula asıl garbi o Avrupa yolcuları değil, Diyarbakır'dan kalkıp gelen Ziya Bey getirdi. Yalnız garbi mi ya; Türkçülüğün ilmini, metodunu ve şuurunu da. Felâketlerin millet ölçüsünde birbirini kovaladığı o Balkan Harbi, Umumî Harp ve mütareke yıllarında, Ziya Gökalpın yolunu şaşırmış gönüllere tuttuğu ışığı, soğumuş ruhlara bahşettiği harareti o zamanki nesilden minnetle hatırlamıyan var mıdır? O devirleri içli gençliğinin ruh sıtmaları içinde nöbet nöbet yaşayıp san’atına da aksettiren Yakup Kadri şöyle söyler:
«Vatan viranesinin yıkıntıları arasında sendeliyerek, düşe kalka yürürken içimizde ilk defa belli bir hedefe ilerliyen insanların metanetini duymaya başlamıştık. Hattâ, ara sıra çatısı altına sığındığımız bir mâbed bile kurmuştuk: Türk Ocağı. Lâkin bu mâbet, bomboştu. Ne Tanrısı vardı, ne kitabı. Fakat içerisinde bir adam, Buda heykelini andıran bir acayip adam bize, muttasıl gelecek olan bir kurtarıcıdan ve bir kurtuluş gününden bahseder dururdu. Bu adam, şekilce de ruhca da o güne kadar tanıdığımız fikir üstatlarından hiç birine benzemiyordu. Daima kendi üzerine yığılı duran tıknaz vücuduna belli bîr yaş vermek mümkün değildi. Çenesinin iki yanından aşağıya sarkan bakımsız bıyıkları ve hep arkaya itili külah biçimindeki fesiyle onu pekâlâ Tanzimattan evvelki Türkler sırasına sokmak kabildi. Hareketlerindeki ağırlık, nutkundaki tutukluk, gülümseme nedir hiç bilmiyen dudakları da, onu ayrıca eski devirlerin erleri sınıfına lâyık gösteriyordu. Sakın bu Hacı Bektaş ocağının törelerini alttan alta gütmekte olan tebdili kıyafet bir Yeniçeri olmasın? Hayır, o, daha ziyade Horasan illerinden gelmiş bir gizli tarikat mürşidine benziyordu. Memlekette işgal ettiği siyasî mevkiin (Ziya Bey o zaman iktidar partisinin umumî merkez azası idi) şevketine, azametine rağmen hususî hayatı bir târik-i dünyanın maişet tarzından farksızdır. Bütün gösterilerden çekiniyordu. Mâsuva nedir, bilmiyordu. Ve yaşama pratiğinde ise bir masum çocuk kadar acemi idi.»
İşte mürşit Ziya'nın, san’atkâr bir hâfızaya vurmuş hayali. O, böyle dağınık ve çekingen görünmüş amma, bir kere konuşmaya başladı mı yavaş yavaş ısınan bir makine gibi siz farkında olmadan ruhunuzu havasına alır, rüyalar ve umutlar dünyasına götürürmüş. Bu gün sevmiye ve inanmaya, aramaya ve bağlanmaya, su gibi, ekmek gibi muhtaç genç ruhlara ah böyle bir mürşit.
Mütarekenin karanlık yıllarını bir düşünün. Herkes değil kendi kazancından ve hayatından, milletin varlığından bile umudunu kesmiş, köşesine sinmiş, korka korka âkibeti bekliyor. Bir ses, durgun karanlığın içinde bir beyaz fıskiye gibi yükselip ruhların omuzlarından dökülerek kirleri yıkıyor, uyuşuklukları gideriyor. Artık düşünür müsünüz ki; Bu su acaba kireçli mi, bulanık mı, san’atın imbiğinden geçmiş mi, geçmemiş mi? Bu ses makamı düzgün ve ya bozuk, ne zarar, zifiri karanlıkta altın destanı söylüyor:
Yüce dağlar çökmüş, belleri kalmış,
Coşkun ırmakların selleri kalmış,
Hanlar yok meydanda, elleri kalmış,
Düşenler çok amma, kalkan nerede?
Arayım: Sürüye çoban nerede?
Türk yurdu uykuda, ey düşman sakın,
Uyuyan ülkeye yapılmaz akın.
Tan yeri ağardı yiğitler kalkın,
Bakın yurt ne halde, Vatan nerede?
Gideyim, arayım yatan nerede?
Sandım gençlik doğar, baktım Mart olmuş,
Gittim ili gezdim genci kart olmuş,
Kimi Kırgız, Kazak, kimi Sart olmuş,
Dedim yahşiler çok, yaman nerede?
Gideyim arayım Şaman nerede?
Tekinler köy beyi, ağalar çoban,
Atsızlar yalancı birer kahraman,
İçinde görmedim maksadı duyan,
Yasanın emrine uyan nerede?
Gideyim, arayım duyan nerede?
Yayların kirişi urgana dönmüş,
Şahin yuvasında Doğan’a dönmüş,
Türk yurdu soyulmuş, soğana dönmüş,
Kılıç satır olmuş takan nerede?
Gideyim, arayım kalkan nerede?
Soyadlar küçülmüş olmuş kurada,
Alplar kız ardında birer hovarda,
Sancağı unuttuk hangi diyarda,
Altın otağ, altın kazan nerede?
Gideyim arayım yârân nerede?
Kursun Altındağ'a İlhan otağı,
Taşları elmastır, yakut toprağı,
Hanlara kımızla sunsun ayağı,
Taç giyme resminin kalmam uzağı,
Sorup öğrenince divan nerede?
Gideyim, arayım kervan nerede?
Ziya Gökalp’in nerededir diye sorduğu kervanı biz, Anadolu içlerinde halk duygusunda ve san’atında izlemeye çalışıyoruz. Kervan orada, devran orada, imkân orada.. Bu, altın destanın o zamanki aranıp kıvranan, geveleyip kekeleyen gençler üzerinde nasıl feyizli bir tesiri olduğunu kestirebiliriz. Her
devirde böyle İlâhî bir nefha ile ruhları doğrultup diriltecek bir şaire ihtiyaç duyulur. Ziya Gökalp’ta bu nefes vardı amma, o sade şair kalmaya ve yetişmeye vakit ayıramıyordu. Ziya Gökalp, bütün makaleleri, manzumeleri, tenkitleri ve konuşmalariyle anlatmak istemiştir ki, Türk dilini ve duygusunu tam veremeyen bir san’at eseri toprağını bulamamış ağaç gibi askıda kalmaya, zamanla kuruyup gitmeye mahkûmdur. Fikirlerini kolay hatırda kalan vecizeler haline sokmak gayretiyle çoğu zaman manzum ifade eden üstad, der ki:
Dinle yeni şair eski ozanı,
Okuyor yürekten altın destanı,
Deme kopuz kırık yoktur çalanı
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç
Halk bir viran kale, duvarı siyah,
Giren pişman olur, girmiyense, ah...
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size gam veren şey bize bir ilâç
Ey şair, Parnas’tan çık gel Ortaç’a,
Bodler'i, Verlen’i kesme haraca,
Sen kendi gücünle tırman yamaca,
Bu yükseliş belki olur bir miyraç!
Ziya Gökalpin istediği gibi, hakkiyle işlenmemiş Türk masallarını, Türk destanlarını ele alan, halk dertlerini ve dileklerini san’at kaygusuyla dile getiren yeni şairlere selâm olsun.
İlim üstadlığı, fikir rehberliği endişeleriyle gündelik siyaset kaygılarından ötede coşkun ruhunun derinliklerinden seslendiği zaman Ziya Bey, Yunus Emre’nin yanısıra yürüyen bir âşıktan farksız, olurdu.
Bir okum ki yoktur yayım,
Ben yerdeyim, gökte ay’ım,
Kanat ver ki fırlayayım,
Kanat sensin Yüce Tanrı.
Hem gönlüme göz vermişsin,
Hem didâra söz vermişsin,
Hayat ta ver öz vermişsin,
Hayat sensin Yüce Tanrı.
Benim gönlüm kış günü aç,
Kalan bülbül gibi muhtaç,
Ruhum hasta, sensin ilâç,
Beni dertten kurtar Tanrım.
Ben görmedim sensin bakan,
Nur olup ta kalbe akan,
Yanıyorsam sensin yakan,
Yakan bir gün yanar Tanrım.
Bize Dede Korkut masallarının kapısını aralıklayan, iki kıt’a arasına sıkışıp kalmış, irfanımızdan, hattâ varlığımızdan şüpheye düştüğümüz günlerde, bizi en hârikalı, en yaratıcı olduğumuz, büyük geçmişin kıyısına götüren bu vecitli adamı, yılda bir olsun en sıcak minnet ve muhabbetle anıp bağrımıza basmak, başımızda eksikliğini duyup yanmak, boynumuzun borcudur. Eğer onun çok uzak, Yahya Kemal'in daha yakın haşmet ve medeniyet günlerinden haber veren müşterek konuşmaları olmasaydı, mütarekede, kaç alıngan ve bunalmış genç, Ziya Gökalp'in ilk gençliğinde yaptığını yapar, alnına tabancayı dayayıp kurşunu sıkardı...
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
Taha Toros Arşivi, 001582133010

ŞİİRLERİ