Bedri Rahmi, Karadeniz kıyısındaki Görele'de, beş
kardeşin ikincisi olarak dünyaya geldi. Görele
kaymakamı olan babası Rahmi Bey, özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinde Kütahya ve Artvin yanısıra, Anadolu’nun birçok yöresinde
kaymakam olarak görev yapmıştı. Bu nedenle Bedri Rahmi'nin çocukluk yılları, izleri belleğinden
yıllarca silinmeyen Anadolu kasabalarında geçmişti.
Baba Trabzon milletvekili olunca, aile Trabzon’a yerleşti, orada oturmaya başladı.
Rahmi Bey edebiyatı seven, çocuklarını başına toplayıp onlara Victor Hugo'dan, Moliere'den çeviriler yapan aydın bir babaydı.
Küçük Bedri Rahmi, bir yandan babasından Batı edebiyatını öğrenirken, bir yandan da annesinden dinlediği ninniler, türküler, ilahiler sayesinde Pir Sultan Abdal’ı, Yunus Emre'yi, Karacaoğlan'ı
keşfetmişti. Okulda en başarılı olduğu ders edebiyattı. Hatta, orta ikinci sınıfta okuduğu yıl, birkaç arkadaşıyla birlikte "Serçe" adlı bir
dergi de çıkarmıştı.
"10 numara aldığım tek ders, Türkçe ve Edebiyat idi" diyordu ileriki yıllarında. "Eğer Edebiyat
Fakültesi liseyi bitirmeyenlere "Gel" deyip, kapılarını açsaydı kuşkusuz hemen o tarafa yönelirdim. Lise onuncu sınıfa kadar resmin R'sinden haberim yoktu. Lisede resim ödevlerimi, iki yaş büyüğüm ağabeyim Sebahattin Eyüboğlu’na yaptırırdım."
1927 yılında Trabzon Lisesi’ne Zeki Kocamemi adında genç bir resim öğretmeni atandı. Bedri
Rahmi’nin "resim"le ciddi olarak tanışmasını, bu öğretmeni sağlamıştır. İçinde filizlenen resim aşkının giderek büyümesinde ise, ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’nun büyük payı vardır. Bir burs kazanarak Fransa'ya giden ağabeyi Sabahattin, kardeşine Fransa’dan zaman zaman resim kitapları gönderiyordu. Bedri, heyecanla beklediği bu kitapları yalnızca okumakla
yetinmiyor, bir yandan da içindeki
resimleri kopya ediyordu.
Resim öğretmeni Zeki Kocamemi’nin, bilgiyi öğrencilerine aktarma yöntemindeki ilgi ve sevecenlik ile ağabeyinin Fransa’dan gönderdiği kitaplardaki resimleri kopyalaması, Bedri Rahmi’nin
içinde her an fışkırmaya hazır biçimde bekleyen
bir "sanat lav"ını, çıkış noktası olan kratere doğru
yönlendirmişti. Resim konusunda özel bir yeteneğe sahip olduğunun giderek kendi de ayırdına varınca, okulun, bir askeri kışlayı andıran katı ilkeler
ortamı, onu yavaş yavaş öteki derslerden soğutan
geçerli bir nedene dönüşüverdi. Trabzon Lisesi
müdürünün onu birgün, matematik dersindeki başarısızlığından ötürü tüm öğrencilerin önünde sergilemekten çekinmediği küçük düşürücü davranışı ise, zaten soğumaya başladığı
okuluyla ilgili son anısını oluşturdu.
Delikanlılık günlerinin yüreklerde ve beyinlerde esen fırtısınasıyla, "Karadeniz uşağı" yapısının kanında fıkır fıkır kaynayan doğası, müdürü de, o müdürün müdür olduğu liseyi de, hatta sınıf arkadaşlarını da bir anda gözünden ve gönlünden silivermişti.
Babası o sıralarda ortaokul mezunlarını kabul eden İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını
yaptırdı. Önce Nazmi Ziya'nın, sonra İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. Bu arada edebiyatla ilgisini
kesmedi. Şiiri, bir de çocukluk günlerinden beri tuttuğu günlüğünü yazmayı sürdürüyordu.
Ahmet Haşim'in onun hocası olması, onun için ayrı bir mutluluktu. Şiirlerini düzeltmesi için bir gün bir
fırsatını bulup Ahmet Haşim'e verdi. "Geçen ders verdiğim şiir defterimi hâlâ cebinde, koyduğu yerde gördüm. Acaba çok mu hoşuna gitti, yoksa
hâlâ vakit bulup elini sürmedi mi? Haşim'in
bir sözü, beni bütün gücümle sarılmaya çalıştığım resim mesleğinden soğutup şiire edebiyata sürükleyebilirdi. Şiir defterim bir kaç
hafta hocamızın cebinde gitti geldi. Nihayet
bir gün defterimi bana uzattı, dudaklarında
alaycı bir tebessüm vardı:
‘Vallahi serbest nazım ustaları kadar mükemmel!..’ dedi."
Bu olaydan sonra şiir sevgisini bastırıp, var gücüyle resme kaptırdı kendini. Çallı sayesinde tanıdığı
bir hocası daha vardı. "Güneşler dolusu nur içinde yatan, yüreği yalnızlıktan, kimsesizlikten dilim
dilim dilinmiş, ancak öldükten sonra kadri bilinmiş, ağır işçisi mesleğimizin. Nerede ağzına kadar güneş dolu bir tarla, bir deniz, bir ova, bir bardak su görsem seni hatırlayacağım" diye tanımladığı
Van Gogh bir ömür boyu hayranlığını hep söyleyeceği hocası, ustası olmuştur artık.
Ve üç yılın sonunda bir tek şey öğrenmişti Çallı atölyesinde; "Meslek sevgisi, mesleğe bağlanma sevinci! Mesleğin hiçbir pazarda satılmayan tarafı, bunlar. Sevgi, sevinç! Bunlar alınır satılır mı? Kimin içinde bu kaynaklar gürül gürül kaynıyorsa onu bölüşmek içten gelen, kaçınılmaz olan bir istektir."
Sevgiyi, sevinci, resmi meslek edinmişti, Dostu Abidin Dino'nun da dediği gibi; "Bedri Rahmi, cehenneme bile gitse, cehennemin sevilecek bir yanını bulur. Bedri Rahmi dünyayı sevdirmek için
doğmuştur. Bedri Rahmi taze, düzgün, renkli olan herşeyi sever. Resim yaptığı zaman şekilleri okşar. Sevmediğini okşamaz ısırır. Bedri Rahmi ressam veya şairden fazla Bedri Rahmi’dir."
İki yıl sonunda hocası Çallı babasına "Ne yap yap oğlunu bir an evvel Avrupa'ya gönder, o benden alacağını aldı" dedi. Ama olanaklar kısıtlıydı. Çözüm Sabahattin Eyüboğlu'ndan geldi. Fransa'da burslu okuyan ağabeyi kursunu kardeşiyle paylaşmayı göze alarak onu yanında götürdü. Bir yanda merak, heyecan, tutku dolu bir öğrenci, diğer yanda müzeleri, imrenilecek ressamları içinde barındırarak ışıl ışıl parlayan Paris ve Van Gogh... Bu bir dönüm noktasıydı.
Sabahattin ve Bedri Rahmi, ağabey kardeş ilişkisinden öte kıskanılacak bir dayanışma ve dostluk içinde Lyon'daki yeni yaşamlarına başladılar. Tek bursu küçük bir odada paylaştı iki kardeş. Parasızlığın getirdiği olumsuz koşullara karşın, edebiyat ve resmin zenginliği ile bölüştüler bir parça ekmeği. Bedri Rahmi gündüzleri müzelere gidip, ustaların yapıtlarını inceleyerek, onlardan kopyalar çalıştı, geceleri ağabeyini model yaptı. Van Gogh'tan sonra Gauguin girdi yaşamına Lyon'da.
Bir gün ağabeyiyle birlikte Paris'e gitme fırsatı doğdu. Bu gidiş her iki kardeşi de heyecanlandırmıştı. Bedri Rahmi ünlü Andre Lhote Atölyesi'ni ve önceden tanıdığı Cemal Tollu'yu görebilecekti. Paris'e gittiklerinde atölyeyi arayıp buldu. Kapıyı çaldı ve Ernestine çıktı karşısına. Ernestine Hanım, Cemal Tollu'nun orada olmadığını söyleyerek Bedri Rahmi'yi içeriye davet etti. Ona bir kahve yaptı.
Ernestine, Romanyalı bir öğrenciydi. Atölyedeki eğitimi karşılığında atölyenin işlerinden sorumluydu. Bedri Rahmi'nin dikkatle atölyedeki resimleri incelediğini fark eden Ernestine, "Bana en çok beğendiğiniz üç tuvali gösterir misiniz?" dedi.
Bedri Rahmi sıkılgan ve sokaklardan öğrendiği argo sözcüklerin ağırlıkla olduğu Fransızca'sıyla cevap verdi; farklı yerlerde asılı olan üç tuvali gösterdi. Emestine Hanım kıpkırmızı kesilmiştir, seçilen üç resim de kendisine aittir. İleride üç ciltlik kitabı dolduracak olan tutkulu mektupların ve iki yaşamı bırleştirecek büyük bir aşkın habercisı olur bu karşılaşma. Bu karşılaşmanın kahramanı Cemal Tollu o günler için şöyle demektedir:
"Ernestine Bedri hakkındaki düşüncelerimi öğrenmek istiyordu. Ben ise onu Ernestine'den bir
dakika sonra tanımıştım. Bende bıraktığı izlenime göre zeki, yetenekli ve cesurdu. Kendisine aşırı
derecede güveni vardı."
Cemal Tollu'nun o günden sonra Eyüboğulları için anlamı büyüktü. İşte bu yüzden Tollu'nun bir resmi ömürleri boyunca evlerinin baş köşesinde her
zaman asılı durdu.
Bedri Rahmi 1932'de bir süre André Lhote Atölyesi’nde çalıştı. Başta Louvre olmak
üzere önemli resim koleksiyonlarını bitmek bilmeyen merakla geziyordu ve şöyle diyordu:
"Paris benim için muazzam bir resim atölyesi olacaktı. Kartpostallarda Paris'in göbeğinden
fışkıran Eyfel Kulesi’ni ben bir resim sehpası gibi bu atölyenin ortasına dikmiştim." Ernestine, Bedri Rahmi'nin o günleri için, "Çok saf
ve temizdi, antenlerini sonuna kadar açmıştı" demiştir.
Hocalarım diye kabul ettiği ustaları artmıştı.
Van Gogh'a, şimdi de Gauguin, G. Braque,
Matisse, Chagall eklenmişti. Matisse'in resimlerini inceledikçe, doğu minyatürlerindeki zenginliği algıladı. Dünyaları keşfetmiş denli sevindi. Hocası Çallı'ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
"Maalesef İstanbul'da tanıdığım, fakat sevemediğim Doğu minyatürlerine karşı içimde delicesine bir sevgi, bir ihtirastır uyandı.
Bir Türk sanatkârının 'hamam' adlı minyatürünü Matisse'lere Picasso’lara değişmez oldum. Matisse'leri, Picasso'ları bir tarafa bırakıp, yalnız Batı primitifleriyle, doğu minyatürlerini örnek almak istedim. Beni böyle çalışmaya sevk
eden en büyük neden de ‘Yavuz’un direkleri altundandır altundan’ şarkısı oldu. Ve bütün çalışma süresince bu şarkı bana tempo
tuttu. Bir aralık, hocam, içimde
bütün halk şarkılarını boyamak
için bir heves uyandı."
Ama bu hevesini daha ileri bir tarihe erteleyerek akademik çalışmalarını sürdürdü.
Çalışmakla dolu günler hızlı geçmiş, yurda dönüş zamanı gelmişti. İki kardeş, kalan son zamanlarını Londra'da geçirdiler. Burada geçirdiği süre içerisinde hemen hemen her gün National
Gallery’e giderek, resimleri inceledi. El Greco, kendisini bir mıknatıs gibi çekmişti.
Gittiğinden bambaşka bir Bedri Rahmi olarak döndü İstanbul'a. İçinde, Ernestine'den ayrılmanın
burukluğunu taşıyordu. Geçimini sağlamak için de bir işe gereksinimi vardı. Ama bu kolay değildi.
Bir süre Ermeni Lisesi’nde resim öğretmenliğine başladı ama ücretini alamadığı için ayrıldı.
Durmadan resim yapıyordu. Ucuz malzemelerle, mürekkep, guajlarla karton üzerine çalışıyordu. Ara sıra çeşitli işler çıkıyordu. Sigara kutularına çizim yapması istendi bir ara. Ama yaptıkları "oryantal" olarak nitelendirildiği için kabul edilmedi. Bu iş için yabancı bir kişinin çalışması seçildi.
Bedri Rahmi, "Eğer bizde bir yenilik yapılması isteniyorsa yabancı olmak gerekiyor" diye yazıyordu. Kendine bir çevre edinebilmek için her olanağı değerlendirmeye çalıştı. Yeni Adam dergisine resim yapmaya başladı. Böylece
yazın çevresine ilk adımını attı.
1933 Eylül ayı içinde altı genç ressam, ileride Türk resim tarihine "D Grubu" adıyla geçen bir grup
kurmuştu. Bu grup akademizme, körü körüne doğa
taklitçiliğine karşı çıkıyor, kişisel yorumun gereğine dikkat çekiyordu. Cumhuriyet’in kuruluşundan
sonra, batılılaşmanın doğrultusunda sanat
yaşamında atılacak adımları belirliyordu. Yeni Türkiye'nin fikir ve sanat dünyasının, gecikmelere
son vererek, çağa uyma görevini yüklenmesi gerektiğini savunuyordu. Cumhuriyet’in o döneminin görsel sanatlarında etkili ve yönlendirici bir rol oynayacak olan D Grubu, bu doğrultuda çalışmalarına başlamıştı.
Bu idealist düşüncelere, ülkesinin ve sanatın sorumluluğu benimsemiş olan Bedri Rahmi de katıldı. Grubun Galatasaraylılar Kulübü’nde açılan dördüncü sergisine otuz resimle katıldı. Aynı gün, 1
Ocak 1935'te, ilk kişisel sergisini, Ernestine'nin çabaları sonucu Bükreş'te açtı. O sıralarda Ernestine Bükreş'te yaşıyordu. Bedri Rahmi açılışa gidememişti.
Açılışı, Türkiye’nin Romanya Büyükelçisi Hamdullah Suphi Tanrıöver yaptı.
Resimleri çok beğenilmişti. Fakat büyükelçinin, hiçbir resimle ilgilenmeden salondan çıkıp gitmesine herkes şaşırmıştı. Oysa büyükelçinin bu konudaki görüşü kesindi ve bunu herkesin önünde
açıklamaktan da çekinmemişti:
"Bir odada, bu resimlerle başbaşa kalırsam sinirlerim bozulur." En azından bir Türk'e cesaret vermesi beklenilen büyükelçinin, herkesin önünde sarf ettiği bu sözleri, Bedri Rahmi’yle mektuplaşmaları süren Ernestine'yi çok üzdü.
Ailelerin karşı olduğu onların bu beraberliği, vazgeçilecek türden değildi. Her ikisi de büyük bir ayrılık acısı yaşarlarken, bir yandan da gelecekteki yuvalarının düşlerini kurarak kendilerini avutabiliyordu.
Ve ikisi de, durmaksızın resim çalışıyor, okuyor, okuyordu. "Rüzgar büyük alevleri
kamçılar, küçük alevleri söndürür" diyen Emestine, Bükreş'ten İstanbul'a, Bedri Rahmi'ye güç
veriyordu. Sanatçı kimliklerinin oluşmasına giden yolda iki iyi arkadaş olmuşlar, birbirlerine sıkı
sıkıya sanlmışlardı. Mektuplar özlem aşk, sevgi, bilgelik kokuyordu.
Ernestine, "Senin için dünyayı yerinden oynatırım" diyecek kadar sevgisinden emindi. Emestine,
Bedri'nin "Bucişka"sı, "Siyare"si, "Dilimciği"ydi. Ona son bulduğu isim ise, ressam Derain'e benzettiği "Eren" ismi oldu.
1934'te girdiği Akademi diploma yarışmasında üçüncü oldu. Fikret Adil, Bedri Rahmi'ye İstanbul dışında Çerkeş’te bir çevirmenlik işi buldu. Evlenebilmek için gerekli parayı sağlamaya çalışan Bedri Rahmi bu işi hemen kabul etti. Çerkeş köylüleri renkte ve biçimde onun önünde yeni ufuklar açtı. Yazmaya devam ediyordu.
Mayıs 1935'te yeni yayımlanmaya
başlayan Tan gazetesine yazılarını
göndermeye başladı.
16 Nisan 1936'da Eren'le yaşamını birleştirdi. Kıt kanaat yaşarlarken, babası Rahmi Bey’in çabaları sonucu kendisine Tekel’de bir memurluk
işi bulundu. Yaşamlarını rahatlatan bir durumdu bu. 1936 yılı diploma yarışmasında "Hamam" adlı
tablosuyla bu kez birinci oldu.
Cumhuriyet döneminde Türkiye dışında ilk Türk Resim Sergisi Sovyetler Birliği’nde açılmıştı. Salah Cimcoz ve Hasan Ali Yücel, Bedri Rahmi'den üç resim seçtiler. Sonuç sevindiriciydi. Bedri Rahmi'nin resimleri ilgi uyandırmış, gazetelerde olumlu eleştiriler yer almıştı. Renkleri tazeydi, çocuksuydu. Van Gogh'un güneşi, evinde, işinde, resimlerinde parıldıyordu. Çevreleri ve sevgileri günden
güne genişliyordu.
Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü Burhan Toprak, akademide bir takım yeni düzenlemelere
girişmişti. Bunlardan en önemlisi, bütün bölümlere yabancı uzman ve sanatçı öğretim üyelerinin getirilmesiydi. Bu öğretim üyelerinden
birisi, 1936'da akademinin başına getirilen Fransız ressam Leopold Levy’di. Bu durum Bedri Rahmi'nin
yaşamında ve sanatında önemli bir olaydı. Bedri Rahmi Levy'nin gelişinden bir ay sonra emekliliğine
dek sürecek olan akademik kariyerine başladı.
"Leopold Levy'nin bir kolu bendim, bir kolu Cemal Tollu. Onüç sene beraber çalıştık. Levy yüzde yüz namuslu bir insan ve iyi bir ressamdı. Bizim kuşakta büyük etkisi olmuştur" diye yazmıştır o günleriyle ilgili anılarını.
Burhan Toprak’ın bir yeniliği de, yayın
çalışmalarına girişmesiydi. 1937 yazında büyük bir sergi açmaya hazırlanan Nazmi Ziya
için bir kitap yayımlatmayı düşünüyordu.
Bunu Bedri Rahmi'den istedi. Bu kitap, Bedri
Rahmi'nin yayın yaşamındaki ilk kitabı oldu.
Akademi’deki görevine büyük bir tutkuyla sarıldı. Herşeyden önce öğretmeni Çallı’dan edindiği meslek
sevgisini öğrencilerine aşılamayı bir ilke edinmişti. Ona göre "Sanat âşıkları ve sanat eserlerinin arasında köprü işini gören bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç, hocadır."
Bedri Rahmi, bu konudaki görüşünü ayrıntılarıyla şöyle açıklamaktadır:
"Resim sanatı en göz kamaştırıcı çağına, usta çırak geleneğinin tam anlamıyla yaşadığı çağda erişmiştir. Usta çırak geleneğinin kayboluşu
bugün resme heves edenlere pahalıya mal olmuştur. Leonardo'nun öğrencisine 15 yaşında öğrettiği sır, birçok insana, yirminci yüzyılın ressamına, saçları ağarırken öğretilmektedir. Benim gibi binlerce sanat meraklısı, bu ustayı deliler gibi aradık, fakat bulamadık."
Bu düşüncelerle öğrencilerine tam anlamıyla yararlı
bir öğretmen olmayı kafasına koymuştu. İleride
kitaplaştırmayı düşündüğü "Resme Başlarken" kitabını oluşturacak ders notlarını, bu amaçla bölüm bölüm yazmaya başlamıştı.
Bir yandan da bir öğretmen olarak yetişkin öğrencilerinin ilk adımlarını atmasında yardımcı
olmak istiyordu. Öğrencilerinin resimlerinden oluşan karma bir sergiyi "10'lar Grubu" adı altında
açtı. On gençten oluşan bu grubun üyesi sanatçıların sayısı bir yılın sonunda otuza çıktı.
1938 yılında Cumhuriyet Halk Partisi sanat açısından önemli bir olay başlattı. Ressamların yurt
gerçeklerini ve değerlerini kavraması, ulusal sanat hareketine bir başlangıç yapmak amacıyla bir
program oluşturulmuştu. Ressamlar yurdun değişik yerlerine gönderilecekti. Bu gezi için çok heyecanlanan Bedri Rahmi, eşi Eren ve arkadaşı Arif Kaptan'la birlikte Edirne'ye gitti. Bu resimlerinde İstanbul'dan daha canlı bulduğu doğayı işledi.
Oğlu Mehmet'in dünyaya geldiği 1939 yılı ona bir de ödül getirdi. Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde üçüncülük ödülünü Arif Kaptan'la paylaştı. Aynı yıl İkinci Dünya Savaşı gerginliklerinin yaşandığı bir ortamda askere
alındı. Oğlu Mehmet’ine şöyle sesleniyordu askerden:
"Sen büyürken Mehmed’im
koptu dananın kuyruğu
Ve uyandı birden bire içimde
Arzuların en zorlusu, en kalleşi: Yaşamak.
Yaşamak sen büyürken yanı
başında
Yaşamak otça, böcekçe, yaprakça sadece yaşamak."
Askerliği bitirdiğinde "Reis" sözcüğü onda, yaşamı boyunca dilinden düşürmeyeceği bir askerlik anısı olarak kaldı. Askerde yazdığı şiirleri bir kitap olacak kadar çoğalmıştı. 1941'de buram buram
Anadolu kokan ilk şiir kitabı "Yaradana Mektuplar" yayımlandı.
1942'de ikinci yurt gezisinde Çorum'a gitti. "Yavuz'un direkleri altundandır altundan" türküsü burada yeniden canlandı. Burada Anadolu köylüsüyle ilgili temalara başladı. Ömrü boyunca sık sık işleyeceği temaları Çorum gezisinde
oluştu. Kahveler, han avluları, halay çekenler, saz çalan âşıklar, pazardan köye dönenler, bayramlıklarını giymiş köylüler, yoksullar...
Bu dönemde Türk süsleme ve Anadolu halk sanatlarından yola çıkarak kübizm etkili, geometrik, yarı soyut bir anlayışa yöneldi.
Ünlü Karadut şiirindeki "Çatalkaram" deyimiyle de burada tanıştı ve onu burada şiirleştirdi. Çorum
gezisi verimli olmuş, meyvelerini vermeye başlamıştı, Dördüncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde ikincilik ödülü aldı.
1945-47 yıllan arasında bir portre dizisi oluşturdu. Bu dizide özgün bir biçim-içerik ilişkisine ulaştı. Yerel nakışları, çok sevdiği Anadolu motiflerini yeni bir düzenleme ile resimlerine ekledi.
Ayasofya'nın mozaikleri onda yepyeni ufuklar
açtı. Öğrencileri ile birlikte sık sık Bizans mozaiklerini incelemeye gidiyordu. Ona göre, "Mimar eli değmedikçe resim bir göçebe hayatı yaşamaya mahkumdu. Eğer mimarlarımızda
resim sanatına karşı en ufak bir saygı olsaydı, yurdumuzda resim sanatı yüz yıl ileri fırlardı."
Herhangi bir tabloya en uzun ömrü, en büyük seyirci kalabalığını, yaşama karışma gücünü katan
yapı sanatına karışmayı kafasına koymuştu. Ona göre mimar-sanatçı işbirliği şarttı. Sanat yapıtının geleceğe kalması, daha uzun ömürlü olması gerekiyordu. Bu inançla 1943 yılında Ortaköy'deki Lido yüzme havuzu için duvar resimleri yaptı. İlk kez çalıştığı duvar resmi karşısında yaşadığı güçlükleri yazılarında dile getirdi. İkinci çalışmasını Ankara'daki büyük tiyatro girişindeki kapıların üstüne yaptı.
Anadolu'nun bereketliliğini keşfeden Bedri Rahmi, bir ağacın kökleri, dalları gibi toprağa, havaya karışmak, bir arı gibi her çiçekten bal almak için var gücüyle çalışıyor, üretiyordu.
"Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar,
Sevelim, sevelim, sevelim.
Sevebileceğimiz kadar"
diyordu sevda üstüne yazdığı şiirde.
Yazın ve resim arasında gidip geliyordu. Ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu, arkadaşı Cahit Sıtkı Tarancı, Bedri Rahmi'ye tüm gücünü resme vermesini, ikiye bölünmemesi gerektiğini, öncelikle ressam
olduğunu unutmaması gerektiğini söylüyorladı. Ama Bedri Rahmi öyle düşünmüyordu.
Bu konudakli görüşlerini şöyle özetliyordu:
"Yazmak şart. Yazmak bir borç, kaçınılmaz bir ödev. İçinden geleni yazdın mı yalnız dost değil,
düşman da edineceksin, bazen ekmek parandan, bazen en sevdiklerinden olacaksın. Ama kurtuluş yok yazacaksın, yurdunu seven her okur-yazar gibi kendini yazmaya zorlayacaksın."
Bu düşünce içinde 1951 yılında düzenli olarak önce Yeni Sabah’ta yazmaya başladı. Daha sonra
1958’e dek Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü yazılarını.
İkinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle yurt dışına
çıkma olanağı bulamamıştı. "Ancak 1950 yıllarında 5-6 ay Paris'te kalmak nasip oldu. Paris'te öğrencilik hayatımızda adı geçmeyen yepyeni bir müze kurulmuştu: İnsan Müzesi. Bu müzede yeryüzünün her yanındaki yaratıkların el işleri sergileniyordu. Bu müze bana yepyeni bir ufuk
açtı. Güzel faydalı olabilir, faydalı olmak güzelin gücünü eksiltmez.
"Ben arıya arı demem
Arının balı olmalı
Ben güzele güzel demem
Güzel faydalı olmalı."
1950-60 arasında bu anlayış ağır bastı. Yurda döndüğünde sanat tarafı tükenmiş, zanaat tarafı
ağır basan yazmacılığa resim alanından bir şeyler aktarmaya çalışmaya başlamıştı. Bu geleneği öğrencilerine de öğretti. Öğrencileriyle her yıl yazma sergileri açmaya başladı. Bu anlatım dilinin
uzantısı, büyük boyutlu duvar panolarında, mozaik çalışmalarında ortaya çıktı. 1958 Uluslararası
Brüksel Sergisi’ndeki Türk pavyonuna eşiyle birlikte yaptığı 227 metrekarelik düzenlemesiyle altın
madalya aldı. Bir yıl sonra Paris'teki NATO merkezi için 50 metrekarelik bir pano gerçekleştirdi.
1961'de Rockefeller Vakfı’nın bursuyla eşi Eren Eyüboğlu ile birlikte Amerika'ya gitti. Amerika'da
renk konusunu yeniden ele aldı.
"1950-60 döneminde halk sanatlarındaki biçim cesaretine vurulmuştum. Ama 1960-70 arası gözüme ışık tutulmuş gibi renklerle kamaştım, renklere bulaştım. Yepyeni renkler bulmak için
yepyeni dokumalar, araçlar, gereçler bulmaya savaştım" diyordu şimdi.
Alışılmadık renkler bulabilmek için Amerika'dan farklı yöntemler geliştirmiş olarak geri döndü. "Bedroslar" dizisi böylece ortaya çıktı. Bu dönemin de ödülü geldi. 1973'te 33. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne verdiği kum ve akrilikten oluşan "Sarı
Saz" tablosu ile birincilik ödülü aldı.
1930'dan 1974 yılına dek meslek yaşamına kuşbakışı baktığında şöyle diyor Bedri Rahmi:
"Beni sevindiren ve üzen iki nokta var. Halk sanatlarını, örneğin bir kilimi, bir İznik çinisini, su katılmamış bir Orta Anadolu bakır işini, bir
tahta oymayı, kızılcık dalından örülen sepeti, kurt başlı baltayı, nacağı, nakışlı keçiyi her zaman sevdim. Onları hiçbir zaman büyük Batılı ustalardan ayırt etmedim. Sevincim mesleğe başladığım anda ana kaynaklara elimi uzatmış olmaktan geliyor. Üzüntüm de bu güzel, cömert kaynaktan dilediğim kadar faydalanmamış olmaktan geliyor."
“Dün sabah işe giderken
Ölümü gördüm
Ölümü
Ansızın kesti yolumu
Usulca tuttu kolumu
korkma dedi"
Ama korkutucuydu ölüm. Oğlu Mehmet
Eyüboğlu babasının en çok beş altı aylık ömrü kaldığını ansızın öğrenivermişti. Eren Eyüboğ'luyla Paris'te başladığı yolculuğundan biraz erken ayrılacaktı. Canı gibi sevdiği Anadolu toprakları onu çağırıyordu. Bedri Rahmi bir elinde fırçası, bir elinde
kalemi, yazıyor, çiziyor, sevgi tohumları saçıyor her yere... Belki de ağzında bir Karadeniz türküsü var:
"Yavuzun direkleri altundandır altundan".
Yazarın özel notu: Yazıda yer alan şiir ve alıntılar Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları tarafından yayımlanan “Aşk
Mektupları I - II- III” adlı kitaplardan ve
Bilgi Yayınevi’nce yayımlanan ve
Mehmet Eyüboğlu ’nun yayıma hazırladığı
“Bedri Rahmi Eyüboğlu-Bûtün Eserler"
dizisinde çıkan kitaplardan alınmıştır.
SONGÜL SAYDAM
Bütün Dünya, Haziran 2002, S. 19-30

ŞİİRLERİ