21 Eylül l 975'te, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun ölümüyle resmimizin Batı'ya açılan büyük penceresi kapandı. Meseleyi bu yönden ele alışımızın önemli bir sebebi var. Yüzyıllar boyu mimarlığımızı İslam mimarlığı, süslemeciliğimizi Arap süslemesi, halı ve minyatürlerimizi İran halı ve minyatürü olarak gören Batı, bu inkârcılığı Bedri'nin verdiği somut örnekler karşısında (başka delillerin de yardımıyla) ancak bırakabildi.
Uzun bir süredir onun Milletlerarası Brüksel Fuarı'ndaki 227 metrekarelik mozaik panosunda, Paris-Unesco binasının lokantasındaki büyük
mozaik panoda, Washington Başkanlık koleksiyonunda bulunan kesme kristal «Tepsili» ve 'Vagon Restoran"da bizi seyrediyorlar artık... Bedri, bu toprağın nadir yetiştirdiği ressam, şair ve yazarlardandı. Bizim'di ve bizim olanı veriyordu.
Bedri'nin resimlerini tahlil edince iki temele ulaşmak mümkün: Biri; şair duyarlığının kendine özgü yaratışıyla kişisel kalan yönü. Öbürü, sanat felsefesi ve hayat görüşüne eklenen teknik olgunluğuyla yerli köklere inebilen ve o yüzden bütün dünyaya hitabedebilen tarafı.
Önce, bu nokta üzerinde durmak istiyorum. Yirmi yıl kadar önce, Milletlerarası Sanat Tenkitçileri Derneği'nin Napoli ve Palermo'da yapılan kongresine katıldığım zaman, gelecek Dubrovnik toplantısının ana teması, Fransız tenkitçisi Jean Leymarie'nin teklifiyle "Sanat eserinin
yerli kökleri ve evrensel yanı" olarak tesbit edilmişti. Kısmet olupda Dubrovnik'e gidebilseydim, son derece canlı bir örnekle, yani Bedri Rahmi Eyüboğlu ile bu konuda bir tebliğ verecek ve görüşümüzü savunacaktım. Gerçekten de Bedri, bu temanın en tipik örneğiydi: Yerli olduğu nisbette evrenseldi o.
Daha 1937 yılında yayınlanmış olan "Nazmi Ziya"
adlı monografisi, bizim için o zamanlar yeni görüşler getiriyordu. Bu görüşler kendisinin ne kadar sağlam bir eğitimden geçmiş, nasıl kişilik sahibi bir sanatçı olduğunun deliliydi.
"Ekserisi tahta ve bir kısmı da mukavva üzerine yapılmış olan bu resimler arasında Nazmi Ziya'nın birçok resimlerinde yer alan güneş buğusu yoktu. Hatta bunlar içerisinde bir Çin veya Japon estampını andıracak kadar sarih armonilere bürünmüş ve güneş tesirlerinden kurtulmuş resimler vardı. Nazmi Ziya'nın şarklılığını, tezyini kıymetlere karşı olan zatını bu resimler meydana koymakta idi. Gerek şark minyatürlerini ve gerek bu minyatürlerden müteessir olan ressamları (Matisse müstesna) Nazmi Ziya her zaman sevmiştir ve resimde daima bir tezyini kıymet aramıştır" diyordu Bedri.
Bunları yazdığı zaman Paris'ten döneli üç,
dört yıl olmuştu ve henüz 36 yaşındaydı. Kitabın bir başka yerinde de şunları söylüyordu:
"Nazmı Ziya'yı şark minyatürlerine yaklaştıran, onun resimlerinde düz renklere verdiği ehemmiyet ve tezyini zevk olduğu gibi onu garp resmine yaklaştıran da eserlerinde çizgiye (kontur)
yer vermemesi ve şark işlerinde hiçbir zaman kullanılmayan "ışık-gölge" ile çalışması olmuştur" .
Bilhassa bu son hüküm, sanki Nazmi Ziya hakkında değil, Bedri Rahmi'nin gelecekteki eserleri için söylenmişti. Çünkü resminden ışık-gölge tesirlerini atmış, grafizme yönelmiş bir sanatçı olarak çıkacaktı karşımıza kısa zamanda. Hocasına bulduğu en belli başlı kusur ise, onun her türlü
tesire kapalı olması, tesir altında kalmaktan korkmasıydı. Oysa Bedri'ye göre bir ustanın eteğine yapışmak ve sırası geldiğinde bu tesirden kurtulabilmek, kendini bulmak, sanatta gelişmenin en tabii şartlarındandı.
Nitekim, o satırları yazdığı yıllarda Paris'te Lhote'la
yıllarca çalışmış, ama Dufy'yi sevmiş ve benimsemiş, Matisse'e bayılmış bir ressamdı Bedri. Kendi sözlerine kendisinden örnek vermek istiyormuş gibi, kısa zamanda bu tesirden sıyrıldı. Taklitle tesir arasındaki farkın bilincindeydi ve eteğini bıraktığı ustaların bağlı olduğu ilkeleri benimsemişti sadece.
Nitekim, kısa zamanda, üçüncü boyut ve perspektif derdini de bir yana bırakarak, resmi bir düzey sanatı olarak görecek, yalnız düz renklerle grafizme varan bir çizgi ustalığı edinerek az buçuk perspektif kırıntısını desene bırakacaktı. Tıpkı Picasso gibi, o da salt soyut, konusuz resme iltifat etmeyecek, ama figürü alabildiğine deforme etmekten çekinmeyecek, biçimleri yüzeyin formuna yatırarak şekillendirecekti. Yeni Adam dergisine resim yaptığı 1934-1936 yılları sırasında İsmail Hakkı Baltacıoğlu hayrete varan bir hayranlıkla ondan "Adam, yazı yazar gibi resim yapıveriyor" diye söz ederdi...
Kırk yılı aşan bir tanışıklığın, dostluk ve arkadaşlığın duygusallığından sıyrılarak Bedri'nin resimlerini değerlendirmeğe çalıştığım zaman ne büyük bir sanatçı olduğunu daha iyi görüyorum. Onu evrensel yapan, dünyaya açılmış bir pencere halinde resmimizi Batı'ya gösteren yönünü araştırınca kendi iç dünyasının yanı sıra teknik olgunluğunu ve folklora olan düşkünlüğünü başlıca sebepler arasında görüyorum: Çizgisi yazmaların çizgisi, renkleri çorapların renkleri, istifi halk sanatının istifiydi. Avrupaları, Amerikaları gezmiş,
dünyanın en büyük sanatçılarını tanımış, sevmiş olan Bedri, hiç bir zaman uydu-sanatçı haline düşmedi.
Bu gücünü nereden alıyordu? Zekası, bilgisi, kültürü, çevresi dışında halka dönük olması onun en büyük kuvvetiydi. Konularına bakın bir kere: "Yavuz geliyor Yavuz", "Tophane Kahvesi", "Çınaraltı", "Halay" , "Horon", Balıkçılar, kemençe Çalanlar, Han Kahvelerinde Oturanlar, Kız Kaçıran Koçyiğit Köroğlu, yurdun çeşitli bölgelerinden manzaralar, bizi biz yapan ne varsa, halkın
günlük hayatında tatlı, acı ne bulduysa, resimlerine aktardı konu olarak, tema olarak, nakış olarak...
Hiçbir Batılı sanatçı veya tenkitçi, onun resimlerine Pierre Loti'nin Haliç'e baktığı gözle bakmağa cesaret edemedi. Bizim iç gerçeğimizi buldu onda. Halk sanatının kişiselleşmiş, kişilik haline gelmiş çağdaş ürününü buldu. Bedri Rahmi, ne minyatür boyadı, ne çorap dokudu resimlerinde. Onun, "D Grubu"nun ilk sergilerinde gösterdiği kızkardeşi "Nezahat'ın Portresi", ki sonradan "Genç Kız Portresi" olarak Resim ve Heykel Müzesi'ne
girmiş, yazılı kaynaklarda bu isimle anılır olmuştur,
Matisse olduğu kadar da Bedri'nin gelecekteki yolunu açık seçik belirleyen bir eserdir.
Mütemadiyen araştıran, boyuna kendini yenileyen,
ama ana çizgilerini hiçbir zaman kaybetmeyen bu büyük sanatçının şair duyarlığı, kendine özgü yaratışıyla kişisel kalan, onu herkesten ayıran üslup ve anlatım yolu üzerinde de biraz durmak istiyorum.
Resim, şiir ve müzik, Bedri'nin bütün hayatıydı. Her
yerde, her araçtan yararlanarak resim yapardı . Korkunç bir enerjinin güttüğü bir çalışma makinesiydi sanki. Tabii bilinçli bir çalışma. Yorulmak nedir bilmezdi. Birçok sanatçı gibi o da uğraştığı dalın yalınlığıyla yetinmez, ister istemez başka anlatım yollarından da yararlanırdı.
Bilhassa şiirden. Bundan kaçınması zaten imkansızdı. Şairdi çünkü. Kelimelerle şiir söylemek resimlerine de sinmişti. Nitekim makalelerinde ne kadar şiir unsuru varsa o kadar da resim unsuru bulunurdu. Sadece birinin aracı söz, ötekinin aracı renk ve çizgiydi. Bedri'nin resimlerine sinen o pırıl pırıl renk tazeliğini, şiirinden aldığı besbelli:
Kolu mor, kanadı yeşil
Halinden şikayetçi değil
Yeşil
Yeşil
Yeşil
Allah sizden razı olsun
Benden değil...
demiyor muydu "Karadut'ta?
Onun şiirlerini, kelime çeşitleri bakımından tarayacak olan bir araştırmacı kullandığı sıfat sayısından, renk adlarından dolayı hayretler içinde kalacaktır. Bu tutum ve davranış, onun tabiat karşısında, olaylar karşısında, hayat ve bilhassa ölüm karşısında duyduğu heyecanın en kesin, matematik bir belirtisidir. Onun zeytin
gibi simsiyah, zekâ dolu gözlerinde parıltı bir hayretle: "Yahu Reis, şuraya bak, nasıl da oturtmuş turuncuyu tam yerine... " tarzındaki cümlelerini pek çoğumuz, yıllar yılı duymuşuzdur.
Hayatına bakın: Öğrenim yılları ve
yurt dışındaki seyahatları hariç, Bedri'nin en zevkaldığı şeyler - resim yapmayı bir yana bırakırsak - neydi? Mavi yolculuklar, Anadolu'nun "şahrem şahrem yarılmış", berekete gebe, ama şimdi çorak toprakları, ağaçlar, ağaçlar
ve yine ağaçlar... Saçları kirden taraz taraz olmuş, suratı kirden görünmeyen bir küçücük kız çocuğu, onun yüreğini allak bullak etmeye yeterdi. Ekonomi doktrinleriyle ilgisi emekçiye, çalışana, ezilene, yoksula daha iyi hayat şartları dilemekten ileri gitmeyen, baskıya hiçbir zaman gelmeyen, milletini, içinde yaşadığı toplumu dile getirmek için bir ömür boyu çalışan Bedri'nin bütün eylemi, sanatında kendini göstermiştir. Hiçbir zaman sanatın tesirli gücünü inkar etmemiş. ama hiçbir zaman sanatını soysuz bir propaganda aracı olarak da görmemiştir.
Böyle bir dünya görüşü ve böylesine zengin, halk
masallarıyla, halk şiiriyle beslenmiş bir iç dünyanın sahibi olarak bizi, Batıya turist gözüyle değil, olduğumuz gibi göstermesini bilen Bedri'nin vakitsiz ölümü, işte bu sebeplerden dolayı, sanatımızın Batı'ya açılan büyük penceresinin kapanması anlamına geliyor benim gözümde.
(Kültür ve Sanat, Yıl 2, Sayı 4, Haziran 1 976)
ZAHİR GÜVEMLİ
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Türk
Büyükleri Dizisi / 159, S. 126-131

ŞİİRLERİ