CEVAT ÇAPAN ŞİİRİNDE
KISA AMA TATLI BİR YOLCULUK…

Türk şiirinde ayrı bir alanda, farklı bir ses olmayı başarabilmiş ender, usta şairlerden biri olan Cevat Çapan’ın şiirlerini ne zaman okusam; Oktay Rifat’ın şiirin işlevine dair bir söylemişliği aklımdan çıkmaz. Şöyle der Rifat:

“Şiir olmasaydı, yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı; ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı.”

Tam buradan hareketle şunu söylersem sanırım Oktay Rifat’ın cümleleriyle bir paralellik de kurmuş oluruz. Cevat Çapan’ın şiiri işte bu söylenmişlikle sarmalanmıştır adeta. Yaşam ve içinde olan insancıl duygular onun şiirinde apayrıdır. Uyandığımız günün içinde karşılaşabileceğimiz sanki tanıdık, sanki bizden birileri vardır Çapan’ın şiirinde. Bu önemlidir. Zira onun şiirini alabildiğine samimi kılar.

Güneş doğuyor ve batıyor, takvimlerden yapraklar düşüyor ve bizler bir yandan değerli olanın peşinden gitmeye devam ediyoruz. Bugün “değer” kavramının bizlere ne ifade ettiğini burada sorgulayacak ya da konuşacak değiliz elbette; fakat bizim için değerli olan, bugünün penceresinden bakarak söylersem, bize fayda getirendir. Okuduğumuz şiirler de bizde haz sınırlarının değerini göstermesi bakımından önemlidir. Usta şairin şiirlerinde bunu hissederek okuduğumuzu belirtmeliyim.

“İnsan her şeyin ölçüsüdür” der Sokrates. Bu söylem varoluşsal yaklaşımın da aynası gibidir. Şiir de insanı ve ona ait ne varsa dışavurumcu bir edayla bizlere duyumsatır. Çapan’ın şiirlerinde bir ölçü olarak insanın ta kendisi vardır. Bir yanda yaşananlar ve bizim kalbimizin üstünde esen ruhsal dalgalanmalar, bir yanda da evrendeki biricik duygu olan aşkın kendisi bir aynaya vuran ışığın kırılması gibi bizlere ve okura yansır.

Bütün bunlar gerçekleşirken şairin toplu şiirlerinde dikkatimizi çeken bilinçli kullanılmış bazı kelimeler de vardır. Bunlar için anahtar kelimeler diyebilir miyiz? “Dün”, “zaman”, “kadın”, “özel isimler”, “şairler”, “yaz” , “deniz” vb… Hepsinin kullanıldığı yerlerde bambaşka lezzetler alıyoruz.

Lirik bir ses…

Şiirlere genel olarak eğildiğimizde lirik, ince bir ses davet eder bizi kitabın içersine belki de “yavaşça yağmura dokunmalardan” geliyoruzdur; “aynı gün sevip vedalaştığımız” (s. 22). Hüznün tarihine hep beraber şahit oluruz arkası gelen. Şiirlerdeki “ince” ses diğer şiirlerde de kalınlaşmaz ve öylece akıp gider. “Bozkır” adlı şiirinde özlemler vardır örneğin “denizi” ve “ak martıları” dilimizden düşürmediğimiz. Bir ressam gelmiş de bize bir tabiat resminin manzarasını çizivermektedir. Cevat Çapan’ın şiirlerine bu noktadan baktığımızda manzaralar; dağlar, denizler, adalar bambaşkadır.

“Adaları seven bir adam / Adaları da kadınlar kadar” (s. 27)

diyebilecek kadar aşkla doludur. Öyle ya ancak böyle ince ruhlu bir insan “yaşamak doludizgin” diyebilir “Bölünmeyen Bir Sessizlik İçinde” adlı o nefis şiirinde:

“… Derken gemiler yanaşıyor / çok yorgun bir fırtınadan / bağrının rıhtımına- / sürgünden dönenlerle yeniden / yaşamak doludizgin”.

Gündelik hayatın zorluklarını okumak ve yaşamak birebir elbette ki zordur; buna kimsenin farklı bir yanıt, bir yorum yapması da beklenemez. İşte tam bu noktada Çapan, bu zorlukları şiirine de yedirebilmeyi başarır. O şiirin örme işini başarılı bir şekilde gerçekleştirirken bu bahsettiğim zor olanı da bir akıl hocası gibi şiire yedirir. Şair hem okurunu dizeleriyle serinletir hem de ötekini rahatlatır gibidir. Dön Güvercin Dön’deki “Lunapark” şiirini örnek gösterebiliriz.

Bugün birçok şair tarafından sakıncalı gibi görünen, ama aslına bakıldığında usta bir şairin elinde nasıl da başarılı bir biçimde eğretileyerek sözcüklere sahip ve bir o kadar da hâkim olunabilmesini de bizlere kanıtlar. Sakin, temkinli ve bir o kadar da sade bir dille de şiir yazılabildiğini gösterir durmadan usta şair.

Şimdi okuduğumuz şiirlerin, iç geçirerek içinden geçiyoruz. Estetik olanın anlamına giriyoruz. Tabiatın kollarına kendimizi bırakırken bir yandan Becket’ın Godot’sunu (Godo’yu Beklerken) bekliyor gibi “Kış Bitti” (s. 33) diyeni dinlerken şairle birlikte öğrenme eylemimiz de devam eder bir yandan:

“Bir vapur nasıl kalkar bir limandan / Tren nasıl acı acı öter, öğrendim” diyen şairle birlikte kısacık bir süre içinde okuru da “Vedalaşmanın ilmini” beraber yapıverir.

Yabancı ve yerli kaynaklar…

Ben kendi adıma gururla söylemek isterim ki bugün birçok yabancı şairi usta şairin çevirileriyle tanıdım. Örnek verecek olursak en basitinden Osip Mandelştam… Böylesine nefis ve güçlü şairleri çevirmek, onların şiirine girmek onları yaşamakla bir bana göre. Ancak böylesi bir durumda birbirinden güzel çeviriler yapılabileceğine inananlardan olduğumu belirtmeliyim. Tabiatın kokusunu, kuşların cıvıltısını insan ruhunda rahatlatma hissini uyandırmak kolay değildir. Bunu şüphesiz bir şair becerebilir. Şair bütün bunları gerçekleştirirken tam tersini de ortaya koyabilir. Zamanın sesini, musikisini bir ileri bir geri giden salıncak gibi duyumsatır usta şair. Evet Cevat Çapan ile sevdim ve tanıdım Mandelştam’ı. “Umut” şiirinde şair; bu sevdiğim şairin adını anarken “yumuşak hecelerini” ezberler. Toprağı gür olsun Mehmet H. Doğan bu şiir için bir yazısında “bir şaire yapılan kötülükleri konu edindiği şiirin adı” olarak yazmıştır.

Tanınmış bir filozof olan Ludwing Wittgenstein -ki hepimiz bu ünlü filozofu “mantık ve dil felsefesi” konularında yaptığı çalışmalarıyla tanınırız- dilin “söylenebilen” ve “gösterilebilen” arasındaki ayrımını imlemesi bir yana şair; bu ünlü filozofun adını kullanarak şiirinde:

“İçimin içime sığmaması / Canevimde çırpınan / Küçücük bir kuş / Olmasından mıdır aklın?” şeklindeki dizeleriyle, dilin işlevini sorular sorarak “söylenemeyen”i işaret etmesi bakımından elbette önemlidir. Ayrıca Çapan’ın tercihlerini gözler önüne sermesi bakımından önemlilik arz eden belirgin seçimleri de ilgileri toplaması bakımından önemlidir. Alman estetik kuramcısı olan Walter Benjamin adına şiiri yazması “çağdaş biçimini bulamamış olan bir sanat yapısının bir içerik getiremeyeceği” anlayışını çağdaş bir iyimser olarak şu dizeleri beyinlere muştular niteliktedir:

“nerelerden, nerelerden geçtim / kaybolan zamanın ardında. / Kaçmadım, kovalandım; kıstırıldım / bir sınırda. Belki de bir kurtuluştu / çıktığım son yolculuk / Tarih’in kılavuzluğunda” … (s. 117)

Çapan, bize ait olanı da unutmamıştır. Bir elimizde Batı’nın değerleri, diğer elimizde bize ait olan vardır şiirlerinde. Buna en güzel örnek olarak gösterilebilecek “Hocaların Hocası” (s. 39) şiiri okunmayı dört gözle bekleyen bir şiirdir. Folklor, es geçilemeyecek kadar değerli bir kumaştır onun için. Sadece bizim toplumumuzda değil bütün dünyaca tanınmış bu “halk filozofu” ve “fıkra kahramanı” Nasrettin Hoca, şiire bazı hatırdan çıkmayan fıkralarıyla ancak bu kadar güzel misafir olabilir dedirtir bizlere:

“İçinde ben de vardım / merdivenlerden yuvarlanan cüppenin / bu yüzden maya çaldım göllere / bindiğim dalı kestim / ve komşunun kazanı / tencere doğurunca nur topu gibi / öldürdüm o kazanı”

İnce bir hüzün…

William Blake’in “Acının fazlası güldürür, sevincin fazlası ağlatır” söylemi sanırım Cevat Çapan şiirinin de portesini çıkarır. Bu önemlidir. Zira ince bir hüzün, abartıya kaçmadan bizde tatlı bir tebessüm uyandırır. Öyle ki geçmiş dönem edebiyatlarımızın temel izleklerinden biri “hüzün” olsa da bu duyguyu yadsıyamayız. Hüznü ve hüzünlenmeyi bunu doyasıya yaşamayı seviyoruz, dahası istiyoruz. Bir yaşama biçimi olarak dahi kabullenebiliyoruz. Bunda beslenilen kaynakların da büyük bir etkisi vardır şüphesiz. Fakat Cevat Çapan şiirinde bu duygunun altı kalın bir şekilde çizili olmamakla birlikte okuyanda karamsar bir izlenim bırakmadığını yinelemeliyim. “Yağmurdan Sonra” (s. 49) adlı şiirinde gam, tasa ya da hüzün mü demeliyim mükemmel bir biçimde yağmurlu günlerin ardından belki şair kadar olmasa da bizim kendimizde yaşadıklarımızı canlandırır:

“Sana
bir zamanlar
birlikte yürüdüğümüz o sokakların
serinliğini getirdim bu kez.
Elimden tutarsan,
Altından geçtiğimiz saçakların gölgesi,
Saksı saksı fesleğenlerin kokusu
Sinecek bakışlarına ve soluklarına.
Her şeyin yitirildiği
ve yeniden bulunduğu
bu yol kavşağında
bütün o kalabalıkla karşılaştığımızda,
seni benden uzaklaştıran zamanın
beni sana ne kadar yaklaştırdığını
anlayacaksın.”

Evet bu şiirle; “pasif bir direnme” olarak hüznün; Asaf Halet’in “Sebepsiz hüzün hocamdı!” dizesini kulaklarımızda bir kez daha çınlatır.

Bir Yaz şairi…

Eylem olarak yaz ve mevsimlerden olan yaz… Aralarında ne kadar büyük bir fark varsa da bir “söğüdün serinliğinde” görülen bir “düşsel gerçek”; ancak “en uygun sözcüğü ararken” titreyen kalbin telaşında oluşabilir. Her yazın sonu bir hüzün ve güzdür sararmış yapraklarla bezenmiş; fakat şairin tematik bir boyutta ele aldığı “Yaz Gelir” bölümündeki “Bir Başka Pencereden”e bakmadan önce “yaz” kavramını ele alışı onu yüreğimde “yaz şairi” de yapar. İddialı mı bilemiyorum? Bu söylediğimi pekiştirecek “Güzel Yaz”ı (s. 96) okurken avuçlarımızı heyecanla titreten bir şiir olarak akar yaza ait ne varsa; aşkı ve şairi tasvir edercesine:

“Bir şenlik oduydun sen
baktıkça ışıtan ve ısıtan,
ben küflü kitaplarda
sözcükler, anlamlar
ve tanımlarla boğuşurken,
bir şenlik odu ya da bir sağanak
sevdanın kızgın çeliğine
su veren.

El ele nasıl koşardık denize,
köpüklere, Temmuz’da?
Saçlarında ağustosböceklerinin sevinci,
kollarında zincir sesi
zeytinlik yamaçlarından,
avlular, duvarlar, tel örgüler
üstünden?

Bir şenlik odu- alevlerinde
isteğin kıvılcımları savrulurken
karanlık kış rüzgârlarını
denizin mağaralarına hapseden.”

Yine şairin belli tarihler arasında yazmış olduğu, ve toplu şiirlerine adını da verdiği bölüm olan “Bana Düşlerini Anlat”ta yer alan “Mevsimlerden Yaz”ı (s. 204) görülen bir düş içinde sevilenlerin olduğu ayrı bir yere koyuyorum “cebimizde ipek bir mendil değil” bir ipek yaz şiiri olarak.

Sondan bir önce diyebilirim ki; Bana Düşlerini Anlat harika bir manzara resmi olarak karşımda duruyor ve sadece bir okur olarak ben; ona bugünden şahit oluyorum. Ve manzara resmini seyretmeye devam ediyorum.

Yazımı; şairin bilindik muzip bir şiirini; kaldı ki öğrencilerime de okumaktan haz aldığım ve her okuduğumda bende tebessüm uyandıran oldukça hoş; fakat bir o kadar anne yüreğinin ne kadar büyük ve kırılgan olduğunu bizlere hatırlatan “Tekne Kazıntısı” (s. 140) adlı şiiriyle sonlandırıyorum:

“Babam iki tek atınca,
‘Hadi seni karpuzlara götüreyim,’ derdi.
(Karpuzlar Gebze’de oturan kızlardı.)
Annem kızarır, kızar,
‘Bey, çocuk daha küçük,’ diye çıkışır,
mutfağa gider ağlardı.
Babam karpuzlardan anlardı.”

MUSTAFA FIRAT
Akatalpa, Haziran 2009 - Sayı 114, S. 6-7

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI