San'at her devirde içinde yaşadığı ortamdan bunalan, patlama noktasına gelen insanın kaçıp dinlendiği, ruh sükûnuna kavuştuğu bir sığınak, daha doğrusu, biraz soluk aldığı bir ağaç altı olmuştur. Hele bunalım sebeplerinin bu kadar çok ve çeşitli olduğu günümüzde sanatın vereceği ruh huzuruna insanlığın her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Ne yazık ki burada da jeolojiler büyük gürültülerle tozu dumana katmakta, özlenen huzur ve sükûnete yer bırakmamaktadır. Halbuki san'atın, düşünce ve mantık verimlerini ilimlere terketmesi, kendisine mevzu olarak insan ruhunun derinliklerini alması gerekir. Bu, onun, doğuşundaki hikmeti gerçekleştirmesi olurdu. Özellikle şiirden beklenen bu idi.
Nitekim Asaf Halet Çelebi de «Saf Şiir» (1) isimli yazısında: «Âlim, nasıl bu görünen, maddeden ibaret olduğunu sandığı kâinatın açıklanabilen sırlarını izaha çalışıyorsa, san'atkâr da kendi zaviyesinden ideal bir kâinatın izahını yapmak sevdasındadır. Bu ideal inşada bestekârın kulllandığı iptidai madde nota, ressamın boya, mimarın taş olduğu gibi şairin de iptidai maddesi kelimelerdir. En umumi manâda şiir, bu güzelliğe varmak için kelimeleri tertibetme san'atıdır.» der.
Uzun zaman şiir dünyasına hakim olan kanaate göre, bu tertip san'atı, vezin, kafiye ve manâ üçlüsüyle gerçekleştirilebileceği merkezinde idi. Zaman zaman vezin ve kafiye üzerinde yeni yeni denemelere girişilmiş, yeni ifade, yeni tertip şekilleri aranmış, kapalı kapılar bir hayli zorlanmıştı. Hatta bizde «Garip» çiler bunu bir ekol haline de getirmişlerdi. Fakat manâ feda edilemiyordu. İşte ilk defa Asaf Halet Çelebi bu üçüncü kapıyı da zorlayan ve eserleriyle başarıya ulaşan şairdir, denilebilir. Aslında garp san'atı XX. yüzyıl başlarından itibaren bu sahaya elatmış, sembolizm, dadaizm ve nihayet sürrealizm cereyanlarıyla manâ duvarını evvelâ yoklamış, sonra sarsmış ve nihayet yerle bir etmiştir. Meselâ, Baudelaire, Rimbaud ihsas şiirini, yani manâda müphemiyeti getirmişler, T. Tzara saçmalığın, Paul Elurd ise anlamsızlığın öncülüğünü yapmışlardı.
Bu akımların bize ikinci yeniler adı verilen grubla geldiği söylenir. Bir bakıma doğrudur da. Sadece bizdekiler saf şiirin içine ideoloji karıştırmışlar, yani safiyetini bulandırmışlardır.
Halbuki bu gruptan çok daha önce Asaf Halet Çelebi, sembolizm, dadaizm ve sürrealizm karışımı bir ifade tarzıyla saf şiirin en güzel örneklerini vermeye başlamıştı. Şiirlerinde dadaizmin saçmalığını değil, anlamsızlığını, sürrealizmin şuuraltı verimlerini, sembolizmin ise iç ahenk unsurlarını buluyoruz. Buna göre Asaf Halet Çelebi'nin şiirlerinde, vezin ve kafiye, yerini zengin iç ahenk unsurlarından doğan bir musikiye bırakmıştır. Kelimelerin dizilişi, mısra yapısı anlamsız gibi görünür, aslında bu, şuuraltının zuhura çıkışıdır. Bunu şair şöyle ifade ediyor : «Yani bugünkü saf şiir, küçük kristallerden ziyade büyük bir mücevher gibi ışıldamaktadır. Saf şiir parçalanamayan bir tek kelime olunca ona ne birşey ilâve edilebilir, ne de ondan birşey eksiltmeye imkân vardır. Şiirde bazı kelimelerin lügat manâlarını aramak da bence lüzumsuzdur. Çünkü şiir, kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan bir büyük kelimedir. Bir kelime hecelere ayrıldığı zaman nasıl başlı başına bir manâ ifade etmiyorsa, şiirde de teker teker kelimelerin manâlarıyla uğraşmak boşunadır.»
Gerçekten onun şiirlerinden bir tek kelimeyi çıkartamaz, değişteremez, veya bir başkasını ekliyemezsiniz. Böyle bir denemede birşeylerin kırılıp dağılıverdiğini, sizi saran o büyülü âlemin buhar olup uçuverdiğini hissedersiniz. İşte bu, o zengin musikinin yok oluşudur.
Asaf Halet Çelebi'yi kökleri budizme kadar uzanan mistik, tasavvufi şark kültürü beslemiştir. Bakışları içe dönüktür. Oradan gelen ihsasları mantık süzgeçinden değil de, ancak gerçek şairlerde bulunabilen kelime ahengi süzgecinden geçirerek şekillendirir.
Nitekim bu hali «Siddharta» şiirinde bütün açıklığıyla görmek mümkündür : Onun şuuraltında nereden ve ne zaman itilmişse itilmiş, Tibetli rahiplerin, Lama'ların, dört kelimeden ibaret bir duaları vardır. «Om mani padme hum.» Manâsı, ebedi ruh cevherimin aydınlığı ile şuurluluğun tesirinden sıyrılarak, ten kafesinden kurtulmanın vecdi içinde sonsuzluğa doğru sürüklenip gidiyorum. (2) «İşte bu manâ bir an geliyor ki şaire:
Koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (3defa)
Siddharta buddha
ben bir meyvayım ağacım âlem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (üç defa)
sözlerini söyletiyor. Burada inşanın evrenselliği, âlem-i lâhuttan (yani ruhlar âleminden) âlem-i şuhuda (yani varlık âlemine) geçişi, tekrar ebediliğe (âlem-i lâhuta) yükselişi, kısacası, tasavvuftaki devr-i daim nazariyesinin yepyeni ifade şekilleriyle ortaya konduğunu da hissetmek mümkündür, ama, buğulu bir rüya alemindeymiş gibi! Ayrıca bu, bir tezi müdafaa değil, ölümsüz insanı ifade ediştir. «Om mani padme hum» kelimeleri yalnızca mısralar arasındaki musikinin yaratılmasına yardım etmektedir.
Manâsını bilmeye ihtiyaç duymuyoruz. Anlam, şiirin bütününde, kendi ifadesiyle «bir büyük mücevher gibi ışıldamaktadır.»
Asaf Halet Çelebi'yi günümüzde, ikinci yeniler grubunun iddia ve eserlerini gördükten sonra daha iyi anlıyor ve değerlendirebiliyoruz. Onlar şu halleriyle bir modanın devamcıları gibi görünüyorlar. Yukarıda da ifade edildiği gibi, şiirin safiyetini ideolojiyle bulandırmışlardır. İdeolojik olmak ihtirası onları, ölümsüz insana ulaşmaktan alıkoyuyor. Her ideoloji ölüme mahkûmdur, ama insan ebedidir. İnsan ruhunun derinlikleri yalnızca san'atkâra, fakat, hiçbir peşin fikre saplanmamış san'atkâra açıktır. Çünkü san'atkâr, onun derinliklerine indikçe kendini kaybeder, evvelce bildiklerini tamamen unutur, ancak oralardan çıkardığı mücevherin ışığında etrafını seyreder.
İşte Asaf Halet Çelebi, bu nadir varlıklardan biriydi. Saf şiir özleminin şiddetle hissedildiği devrelerde daima hatırlanacak ve aranacaktır. Tıpkı bugün olduğu gibi...
(1) «Saf Şiir», «İstanbul» mecmuası. 1954. Sayı: 9
(2) Hayat Tarih Mecmuası, Nisan 1966.
YURDAKUL AREN
Taha Toros Arşivi, Hisar, Ağustos 1971
Taha Toros Arşivi, 001640796010

ŞİİRLERİ