Türk edebiyatında bir dönüm noktası olan Edebiyatı Cedideyi üç büyük adam temsil eder; şiirde Tevfik Fikret; nesirde Cenab Şehabeddin, romanda Halid Ziya.. İşte bu üç zirveden Cenab, bundan on sekiz sene önce bugün karların «soldan sağa, sağdan sola lerzanü girizan» olduğu bir günde büyük Hâmidin tabirile «deryayı mağfiret» e gitti. Tabutu eller üzerinde taşınırken «Elhanı Şita» daki mısraları sanki kendisi için söylemişti:
Nâşın üstünde şimdi ey mürde,
Başladı parça parça pervâze
Karlar
Ki semadan düşer düşer ağlar!
Bir şairin hüneri nesrinde yahud nazmında ortaya çıkar. Cenab Şahabeddinin marifeti, her iki edebî çeşidde de kendini gösterir. O nazımda bir kuyumcu, nesrinde ise bir hakkâktır. Her ikisinde de gene şairdir. Şark edebiyatile beslenmiş zekâsı, garb irfanile gelişince Edebiyatı Cedidenin en güzide şahsiyetlerinden biri oldu. Fikretle birlikte «Serveti Fünun» a yazdığı şiirler tam manasile liriktir. Her kuvvetin bir zâfı bulunabilir. Bu kabilden Cenab da ilk şiirlerinin kaynağını yüreğinden gelen hislerde bulduysa da sonradan zeka oyunları bu kaynağı kuruttu. Eğer derin ve samimî hislerin ifadesi olan şiirleri yazdıran duyguları terketmemiş olsaydı, çok daha büyük bir şair olurdu. Bereket versin -son derece- geniş ansiklopedik malûmat hâzinesini haiz olan dimağı, saf şiiri bırakınca, zekâ pırıltılarının cümbüşünden doğan nesir mecmualarını meydana getirdi. Bu bakımdan iki Cenab vardır: Biri 1908 den önceki Serveti Fünunun şairi, diğeri inkılâbdan sonraki Serveti Fünunun nâsiri... Şair Cenab da Fransız romantiklerinden Alfred de Musset ile, bilhassa yakından tanıdığı parnasyen ve sembolistlerin rüzgârı eser. İnsan «Şiiri Mahzun» da Musset’nin hüzünlü mısralarını hatırlar:
Senden evvel eğer ölürsem ben
Gâhü bigâh aç bu defteri sen
Bak şu nazmi şikesti besteye kim
Bana bir hande yollasın senden!
Şu kitabı hazinü piirhunu
Aç da gör kalbi nâle meşhunu
Semti resinde titresin ruhum
Sen okurken bu şi’ri mahzunu.
«Yakazatı Leyliye», «Elhanı Şita», «Temaşayı Leyal, «Temaşayı Hazan», «Ferdayı İftirak» şiirleri, en güzel manzumelerini yazdığı devrin mahsulüdür. Aruz vezninde ilk muvaffakiyetli «sone» tarzını veren de Cenab olmuştur.
Şi’rinde ince bir kelime işçiliği görülen Cenabın nesri, malûmat ile zekânın oymacılığıdır. 1908 den sonraki nesirleri Evrakı Eyyam, Nesri Harb, Nesri Sulh, Afaki Irak birer risale hacmini geçmemekle beraber «hacmi küçük, cevheri büyük» sözünün örnekleridir. Tıb tahsilini yaptıktan sonra vazifeyle Hicaza giden Cenabın «Hac yolunda» adile çıkan mektubları, seyahat edebiyatının en güzel parçalarıdır. Hakikat payı fazla olan «Tiryaki sözleri» ise tatlı bir istihzanın süslediği hikmet kırıntılarıdır: «Hürriyetini suiistimal eden ona liyakatsizliğini itiraf etmiş olur», «Enbiyanın bulunmadığı yerde herkes evliya kesilir», «Dünya çok çabuk döndüğü için rengi belirsizdir» gibi sözleri hafızalarda iz, dudaklarda tebessüm bırakan darbımesellerdir. Fakat buna mukabil sahne edebiyatında, nazım ve nesirdeki hüneri görülmez. Edebî kıymeti fazla olmıyan «Yalan», «Körebe», «Küçük Beyler», «Tamat», isimli piyesleri oynandıysa da sonraları fazla rağbet görmedi. Böylece bu sahne eserlerinin temaşası daha ziyade kâğıd üzerinde kaldı...
Cenabın bir vasfı da «terkib mucidi» oluşudur. Arapca ve Farsçayı gayet iyi bildiği için öyle kelimeler bulur ve onları öyle bir bağlar ki, yukarıdaki ismi ona vermemek elden gelmez. Herkes gibi yazmamak; ayrı bir düşünüş, mantıkla dolu bir fikir, orijinal bir buluş ve süslü bir üslûb.. İşte Cenabın nesrinin ve nazmının bir kaç kelime ile ifadesi.. Onun gibi duyup düşünmiyenler Cenabı çok yadırgarlar. Halbuki aynı hissi duyup anlayanlar için Cenab Şahabeddin az yetişen bir edibdir. Öyle ki Tevfik Fikret 1313 te yazdığı «Cenab» adlı manzumede şöyle der:
Şöyle temsil edeyim: Bir yeni ufku meşhûd,
Bir semaparei nevdide ki her çeşmi şühûd
Göremez, görse de idrak edemez füshatini.
Şinasi ile başlıyan edebiyatta garba yönelme hareketinin en büyük hamlesini, sanat telâkkisinde tam bir anlaşma içerisinde bulunan Serveti Fünun müntesibleri yapmıştır. Edebiyatı Cedidenin nesir temsilcisi Cenab ise, daha ileriye gitmiş, nahivdeki kaideleri yıkarak Türk dilinde adeta bir ihtilâl meydana getirmiştir. Böylece onun nesiri daima zamana uymayı bilmiştir. Eserlerinde, bilhassa makalelerinde en eski nümuneden, en yeni örneğe kadar her çeşidi bulunabilir. Avrupadan dönüşünden sonra Arab memleketlerinden yazdığı «Hac yolunda» ile, hayatının son senelerinde kaleme aldığı makaleleri mukayese edilirse, nesrinin geçirdiği inkılâb derhal sezilir:
«Avdet, eski Kahirenin gölgeli, rutubetli, dar, mu’veç sokaklarını bitirinceye kadar zahmetli, kasvetli oluyor. Bu kapanık, picütaplı yollarda öğleyin, güneşinin yalnız harareti hissolunuyor. Câbecâ yığılı duran süprüntü kümelerinden bir buharı ihtimar çıkıyor, rutubeti mevkiyeyi te’fin ediyordu, insan sahili Nile varıncaya kadar fetehati teneffüsiyesini tıkamak, ciğerlerini hapsetmek, nefes almamak istiyor...»
Halid Ziya, Cenabın lisan ve üslûbuna yapılan tenkidlere, ölümü dolayısile yazdığı makalesinde şu cevabı verir:
«Bugünün lisan cereyanına zıd zannolunan o yüklü ve ağdalı lisan, o günün sanat telâkkisile, o zamanın güzelliklerile görülmek lâzımdır. Sanata aid her eser, resimde, musikide, hâkte, hattâ eşya ve elbise ve bu meyanda edebiyatta zamanına ircaı nefsetmek suretiie tetkik edilmek zarureti vardır.»
Cenab Şahabeddinin 1934 senesinde kaleme aldığı «Şenlik İntibaı» makalesi, üslûbunun geçirdiği değişikliği çok güzel ifade eder:
«Bayram ve şenlik.. Ben bu sözleri daima güneşe kavuşmuş bir çocuk sevincile hecelerim. Fakat Cumhuriyet güzelinin onuncu yıl donanması, ancak çok mesud kavimlerin hayatında bir kere görülebilecek bir nuru zafer hâdisesi idi. Üç gece yepyeni bir İstanbul içinde yaşadık; ziyadan ve renkten süsü ile cenneti andıran İstanbul.. Şüphe yok ki bunak Kostantaniye artık burası olamazdı. Bu gecenin canlı âlâimiseması bütün mahalleleri eski günahlardan ve bin yıllık yosunlu varlığından yıkamıştı. Şimdi şehir yeni bir bekâret içinde Cumhuriyetin taze hayatına giriyordu.»
Cenab Şahabeddinin, -kelimenin tam manasile- kırk yıllık dostu Halid Ziya gene onun için şunları söyler:
«Cenab Şahabeddine bugünün nazariyesile bir töhmet kabilinden atfolunan tasannu ve tecemmül noktalarını bu kaidenin insafına, insafından ziyade mantığına terkettikten sonra onun nesir nahvinde yaptığı ihtilâl tetkik edilirse görülür ki bugünün türkçesi, bünyesini onun türkçesine medyundur.»
Cenabın nesri zamanla nasıl sadeleşmişse, şiir lisanı da o nisbette durulmuştur. Arab ve acemce kelimeler suyun tortusu kabilinden derinlerde, uzaklarda kalmıştır. Şairin ilk şiirlerine nisbetle son şiirleri ayrı iki kutubdur. Fakat, ilhamdide bir ruhtan geldikleri bellidir. Yel eser, kum gider, lâkin ruh kalır. İşte 1925 senesinde bu ruhtan doğan mısralar:
Seni zambak gibi gördükçe açık pencerede
Gül açar bahtımın evvelki hazanlık korusu,
Genc eder ufkumu hülyalarımın genc kokusu,
Sorarım ak saçımın örttüğü yıllar nerede?
Cephemi varsın o solgun seneler soldursun
Yine yıldız gibi doğdukça güzel her akşam,
Gençliğin böyle benimken kocamam, hiç kocamam
Ruhum, ölsem bile ben, sen yaşıyan ruhumsun!
Cenab, son zamanlarında, yakın dostu Akil Muhtarın «Kat’î istirahat» tavsiyesini dinlemiyerek yazmakta devam etti. «Cumhuriyet» gazetesi için fransızca - türkçe bir lügat hazırlarken nezfi dimağiden öldü. Tababet, lisaniyat, tarih, edebiyat ile dolu olan başı daha fazla çalışmaya dayanamadı. Halid Ziyanın dediği gibi: «Bir dimağ ne kadar kavi, ne kadar mukavim olursa olsun ondan bu kadar büyük hizmet beklenemez» di.
CENAB OZANKAN
Torunu

ŞİİRLERİ