.......
İŞTE, çok geçmeden gençlik divaneliklerimden biri olarak telâkki edeceğim böyle bir entelektüel hoppalığı içindedir ki, ben tekrar Cenap Şahabettin Beyle görüşmek arzusuna düştüm. O da benim gibi Kadıköy'de oturuyordu ve adresini de «Bostatul Vaburatül Hidiviyye» deki konuşmalarımız sırasında bana bildirmişti. Bu sayede, bir gün, kendisini gidip evinde buldum.
Ama, ne tuhaf! Bu Cenap Bey beş altı aydan beri, tavur ve edası bakımından değilse bile, vücutca, kıyafetçe bir hayli değişmiş görünüyordu: Elbisesinin içine güçlükle sığacak kadar şişmanlamış ve epeyce de göbek salıvermişti. Biraz sarkan gerdanının altında artık inci iğneli plastron boyunbağından eser yoktu; giydiği kostüm ise bir hazır esvap mağazasından alınmışa benzeyordu. Bundan başka, bütün o dudaklarının ucuyla gülümsemelerine, bütün o şuh ve «élégant» kıpırdanışlarına rağmen, için için durgun ve düşünceli bir hali vardı. Acaba, vakitsiz ve habersiz ziyaretimle onu rahatsız mı etmiştim?
"Affedersiniz, dedim, sizi, damdan düşer gibi bu saatte..."
Sözümü kesti :
"Bilâkis, gelişinize çok memnun oldum. Yazılarınızı okuyor, fakat nerelerde bulunduğunuzu bilmeyordum.
"Ben de «Zaviye-i Felasife»nizi büyük bir zevkle takibediyorum. Hele, bugünkü yazınız yok mu, bundan duyduğum heyecanı size sıcağı sıcağına ifade etmek benim için âdeta..."
Tombul elini «adam sen de değmez o yazılar bu kadar beğenilmeğe» demek ister gibi bir hareketle havaya kaldırarak gene sözümü kesti:
"Bırakın şimdi bunları. Siz ne yapıyorsunuz? Mısırdan Türkiyeye daimi olarak mı geldiniz? Ekseriyetle İzmirde mi, İstanbulda mı bulunuyorsunuz?» şeklinde bir takım sualler sormaya başladı. Cenap Bey, bu suretle, beni vapur yolculuğumuzda olduğu gibi gene edebiyat bahsi dışına çıkarıp gündelik hayat konuları üzerine çekiyordu. Böylece, bir saat süren konuşmalarımız sonunda o benim İstanbulda yerleştiğimi, Kadıköy' de oturduğumu, ben de onun «Sıhhıyye» veya «Karantinalar» Meclisi İdare reisliğine seçildiğini, arasıra da eğlence kabilinden gazetelere yazılar yazmakta olduğunu öğrenmekle kaldık.
Kendisinden ayrılırken büyük ve uzun bir masanın üstüne serili kitaplara bir göz atmak isteyince Cenap Şahabettin bey, sanırım gene edebiyat konularına dönerim korkusuyla hafifçe koluma dokunarak demişti ki:
"Bunlar eskiden kalma şeyler. Hiçbirini okuduğum yok. Burada boşuna yer tutuyorlar. Yakında hepsini sandıklatıp evin bodrumuna indirteceğim..."
Fakat, bu sırada Remy de Gourmont gibi, Max Nordau gibi bir kaç paradokscu yazarın eserleri gözümden kaçmamış ve «Zaviye-I Felasife» ye bunlardan birçok malzeme aktarıldığını anlamakta güçlük çekmemiştim. Ancak, anlamakta epeyce zaman güçlük çektiğim şey Cenap Beyin şiir ve edebiyat bahisleri üzerinde durmaktan niçin çekindiği olmuştur. Bu çekingenliği, büyük ustanın bencileyin acemi çıraklarla bu bahislere dair konuşmağa tenezzülsüzlüğünden mi geliyordu? Yoksa, şairlik vasfından daha yüksek bir vasıf taşıma iddiasından mı?
Ben, bu ikinci ihtimali Dr. Riza Tevfik'i tanıdıktan ve Yahya Kemal'in bazı söylenişlerini işittikten sonra daha kuvvetli bulacaktım. Dr. Riza Tevfik, şair olarak övüldüğü vakit yüzünü ekşitir: "Benim şairliğim (arizi) dir. (Asli) olan filozofluğumdur" derdi. Yahya Kemal ise, aradabir, devrin büyükleri tarafından kendisine bir devlet ve siyaset adamı nazarile bakılmamasından ve yalnız şairliğine değer vermekle kalınmasından yakınırdı: "Bu memlekette bir defa adın şaire çıkmaya gör. Seni hiçbir devlet makamına lâyık bulmazlar. Vatan ve millet yolunda ettiğim mücahadelerin hepsini bir yana atarlar. Meselâ, bilirsin kî, Milli Mücadelede fikir cephesini tutanlardan biri de bendim. Ama, zemana ricali arasında bunu hatırlayan tek kişi yoktur" ve saire, ve saire diye sızlanır dururdu. Hattâ bir gün bu sözlerine muhatap olan eski Hariciye Vekillerimizden Tevfik Rüştü Bey ona: "Kardeşim Kemal, Milli Mücadeleye katılmış binlerce münevver çıkabilir ama, bunlardan hiçbiri senin gibi bir büyük şair olduğunu iddia edemez" cevabını verince büsbütün alınmış ve pek eski dostu Tevfik Rüştü Beyle selâmı sabahı kesmişti.
Tevfik Fikret de ayni ruh hali, daha doğrusu, ayni kompleks içinde değil midir ki, Galatasaray Sultanisi Müdürlüğünden alınıp yerine matematik bilgini Salih Zeki Beyin getirilişi ve hele devrin Maarif Nazırının "Bir şair yerine bir âlim getirmekle fena mı ettik?" deyişi üzerine ateşler püskürmüş ve Tanin gazetesine "Bundan böyle benim irfanım artık (terki tabiiyyet) etmiştir" şeklinde bir beyanda bulunarak Robert College Türkçe öğretmenliğine geçmişti. Kendisini bu hâdiseden sonra tanıdığım için söyleyebilirim ki, Tevfik Fikret, hayatının son yıllarını bu ihtiyari sürgününde memleketine küskün olarak yaşamış ve kahrından ölmüştür.
İşte, Cenap Şahabettin de mutlaka böyle bir azabın acısını çekiyordu ve belki hürriyet mücadelesi uğrunda hiçbir yararlık gösterememiş olmakla beraber eski bir tabirle "devri dilârâyl Meşrutiyet" in ikbal ve şereflerinden payını alamamanın hüsranı içindeydi ve üstelik o da arkadaşı Fikret gibi bir ecnebi müessesenin hizmetinde bulunuyordu. Gerçi, kozmopolit bir ruh taşıdığını bildiğim Cenap Beyin bundan dolayı milli bir izzeti nefis incinmesi duyduğunu söyleyemem; fakat, her Osmanlı aydını gibi gözünün daima devlet kapısında olduğunu da inkâr edemem.
Büyük vatan şairi Namık Kemal bile bütün ömrü boyunca bu ihtirastan kendini kurtaramamıştır. Memurluktan her azledilişinde "Çekildik izzeti ikbal ile babı hükümetten" derdi ama, yeniden bir devlet vazifesine atandığı vakit herhangibir feragat ve istiğnâ eseri göstermezdi. Cenap Bey ki, ne Namık Kemal gibi bir vatan ve hürriyet mücahidi, ne de Fikret gibi bir karakter ve medeni cesaret örneği idi; nasıl olur da yüksek bir devlet makamına erişememenin, ya da Edebiyatı Cedide okulunda dünkü peyki Hüseyin Cahit'i şimdi politika eflâkinde bir kuyruklu yıldız misali parlar görmenin acılığını duymazdı?
Cenap Şahabettin Bey, acaba bu acılığın zehrini içine döke döke mi —biraz yukarıda belirttiğim gibi — vücudca yıpranmış, kıyafetçe derbederleşmiş ve bana bir hayli düşünceli görünmüştü? Pek sanmıyorum.
Bir kaç zaman sonra, edebiyat çevrelerinde dolaşan söylentilerden anlayacaktım ki, kendisini ziyarete gittiğim gün halinde gözüme çarpan bu değişikliklerin sebebini, o sıralarda geçirmekte olduğu bir aşk macerasında da arayabilirdim. Bir aşk... Fakat, bu, gene o söylentilere göre, Cenap Beyi, Halit Ziya'nın "Aşkı Memnu" u gibi içinden çıkılmaz, dolaşık ve hattâ dramatik bir aile meselesi karşısında bırakıyordu. Çünki, sevdiği hanım - kız, hem kendisinden yaşça pek küçüktü, hem de hısım ve akrabalık bakımından pek yakınıydı.
Ama, gönül ferman dinler mi? Hele, Cenap Bey gibi bir Don Juan'ın gönlü. Nitekim, çok sürmeden Tevfik Fikret'in "Yazamam yoksa sana mahiyetini" itirafında bulunduğu bu Edebiyatı Cedide şairi, bütün sosiyal geleneklerin, göreneklerin üstünden atlayarak ve kim bilir nasıl bir aile dramının İçinden sıyrılıp geçerek o gönülün dileğini yerine getirecek ve sanırım, bu başarının verdiği ilham iledir ki, Don Juan başlıklı şu manzumeyi yazacaktı:
Ey, benim münhezim fütadelerim,
Sevdiniz hep sevilmeden beni siz;
Yanmak isterdi göğsünüzde serim,
Ateşimden kül oldu âteşiniz.
Bir kadından geçince diğerine
Zannederdim ki aşkı bulmuştum.
Usanıp busadene kadın yerine
Marazı aşka aşık olmuştum.
Bu manzumeyi Ahmet Haşim'le İzmir' de okuduğumuz vakit hayran gözlerle birbirimize bakakalmış ve: "Bu, Cenabın en güzel şiiri olsa gerektir" demiştik. Bu hayranlığımız, öyle sanıyorum ki, bizim şiir anlayışımızdan gelmiyordu. Gerek Haşim, gerek ben Batı edebiyatında Don Juan denilen İspanyol masal kahramanına dair nice eserler okumuştuk. Fakat, bunlardan hiçbiri bize şimdi onun ruhunu böylesine bir derinlikle tahlil etmiş görünmüyordu. Başta büyük İngiliz şairi Byron olmak üzere bütün ondokuzuncu yüzyıl şairlerinin şiirlerinde, destanlarda, tiyatro piyeslerinde tanıdığımız Don Juan her türlü ahlaki ve insani vasıflardan yoksun, ırz düşmanı ve kendi hevesleri, ihtirasları uğrunda dökmediği kan, kırıp geçirmediği kalp, lekelemediği namus bırakmamış merhametsiz bir yaratıktı. Yazdığı şiirlere "Şer Çiçekleri" adını veren ve çağdaşları tarafından "Lanetleme şair" diye anılan Baudelaire bile onu cehennem azabı içinde dahi dize gelmeyen bir günahkâr olarak betimlemişti.
Cenap Şahabettin ise, onu sadece aşk hastalığına tutulmuş ve hastalığın sıtma ateşinde kendini o kadından bu kadının kucağına atmış, en son hiçbirinde aradığı şifayı bulamayarak bütün gençliği boş yere tükenip gitmiş bir bedbaht hüviyetinde tasavvur etmiş; hattâ, yukarıki manzumesine derin bir hüznü ifade eden şu mısralarla nihayet vermiştir:
Şimdi ben Kayserin şeririnde
Kimsesizlikten ağlayan neferim.
Kendisi, o zamanlar kırkını çoktan aşmış olmakla beraber henüz bu hale düşmemişti sanırım. İmdi, nasıl olmuştu da aşk alanındaki fütuhatı yüzyıllardan beri dillere destan o haşarı masal kahramanını bu acıklı tarafından almasını bilmişti? Bunun için insan ruhunun en derin, en gizli köşelerine dek inmek lâzımgelmez miydi? Yalnız bu kadar değil. Böyle bir özgün görüşe sahip olmak hemen hemen HÜMANİST diyebileceğim geniş bir edebi ve felsefi kültüre bağlıydı. Cenap Beyde ise devrin diğer bütün edebiyatçıları gibi, bu kültürden en hafif bir iz bulunmadığını bitiyordum. Şu halde? Evet, şu halde?
Garip bir tesadüf eseri olarak o günlerde elime geçen bir denemede çözmeye çalıştığım bu meselenin anahtarını bulur gibi olacaktım. Deneme Rus yazarlarından Turgenief'in pek eskiden Fransa'da Fransız diliyle yazılıp yayınlanmış küçük bir eseriydi ve konusunu Don Juan’la Don Quichotte (Don Kişot) teşkil ediyordu. Turgenief'e göre, ne Don Juan şanslı bir kadın avcısı, ne de Don Quichotte gülünç bir tiptir. Bunların her İkisi de ideallerine varamadan ölüp giden birer zavallı insan örneğidir.
Pek ince bir tahlille yazılmış bu eseri okuduktan sonra Cenap Şahabettin'in de mutlaka onu okumuş ve ondan ilham almış olacağını düşünmüştüm. Lâkin, gene o sıralarda ikinci bir tesadüf bana bu düşüncemde ne kadar yanıldığımı gösterecekti. Şöyle ki, bir gün, yakın akrabalarımdan ve pek aziz arkadaşım Suphi (kocamemi) ile İzmir'den Manisa'ya gitmek üzere bindiğimiz trende Cenap Beyle karşı karşıya gelmiştik. "Evrakı Eyyam" şairi eski şuhluğunu, şakraklığını yeniden bulmuş görünüyordu. Yeniden şıklaşmış, tazeleşmişti. Seyahatinin sebebi de, kendi ifadesine göre, o zaman Manisa Mutasarrıfını ziyaret etmek ve nedendir bilmiyorum, hâlâ onun yanında bulunan çocuklarını görmekti. Lâkin ben, Cenap Beyin bu hususta bize bundan fazla malumat vermesini beklemeden hemen sözünü kesmiş:
"Beyefendi, demiştim, Don Juan manzumenizi büyük bir zevkle okudum. Hâlâ da onun tesiri altındayım. Maceraları asırlardan beri türlü yalnış tefsirlere uğrayan bu aşk kahramanını gerçek hüviyetile ilk defa siz dile getirdiniz."
.......
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları

ŞİİRLERİ