Kimdir gazeteci? Anın
tarihçisi diyenler var, günün tutanakçısı diyenler
var. Bir iki yıl önce, “Le
Monde”un yeni yönetmeni
Jacques Fauvet, bir
yazısında kendi tavrını
açıklarken, bu tanıma karşı
çıkıyordu. Fauvet’ye göre,
sıcağı sıcağına verilmiş bir
haber, bir “nesne” değil, bir
yargı ürünüdür. Bu yüzden,
salt haber vermekle
yetinen, haberi bir nesne
olarak gören bir gazete
düşünmek bile zor. Kayıtsızlık
da bir yargıdır çünkü.
Yargısı olmamak da bir
yargı.
Abdi İpekçi’nin zamanla
bu düşünceyi haklılaştıran
bir tutum edindiğini görüyoruz. Çeyrek yüzyıllık
“Milliyet” serüveninde onu
ileriye atan iki olay olmuş.
Biri, 1950-60 yılları arasında
DP’yi, 60’tan sonra AP’yi
saran gerici düşüncenin
ağırlık kazanmaya başlaması; bunun, antikomünizm yönsemeleriyle daha
da büyümesi, yaygınlaşması. Öteki de gençlik
hareketleri, işçi sınıfındaki
uyanış ve yükseliş.
1965’ten sonraki hemen
bütün yazılarında özellikle
birinci noktayı hiç gözden
kaçırmamaya başlamıştır.
1966’da şöyle diyordu:
“Demokratik düzen, her ülkede
kuralları bulunan bir
oyundur. Türkiye’de bu
oyunun başlangıç hattını
Cumhuriyet devrimleri
olarak kabul etmek gerekir.
Yarış bu hattın önünde
kalacak veya oyundan
çıkarılacaktır.”
Yine aynı
yıllarda 27 Mayıs hareketinin
de özlenen bir devrim
niteliğine ulaşamadığını
ileri sürmekte, Türkiye’nin
otuz yıldır dinamizmini
yitirdiğini söylemektedir.
1967’de de antikomünizmi
tezgahlayanlar için şöyle
demektedir;
“Ama bu taktik, kendilerine değil, memleketi
komünizm tehlikesi
içinde gösterip bir müdahale
yapmak isteyenlere
yarayacak hale gelmektedir.”
Gerçekçi ve demokrat
bir aydın kimliğindedir Abdi
İpekçi. Bu kimliğiyle ülkemizin
girdiği yeni
koşulları çözümlemeye
çalışmış, kendine göre bazı
sonuçlara varmıştır: Türkiye’de kararlılığın
kurulabilmesi için, toprak
dağılımının yapısını değiştirmek, bu yapılırken, milli
gelir dağılımını da düzeltmek
şarttır. Milli gelir
dağılımında en iyi örnek
olarak İsveç’i gösterir.
Devrim sözcüğünden bir
dizi reformu anlamaktadır.
Demokrasinin klasik
tanımını benimsemiştir:
“Demokrasi, ödünsüz yürümesi mümkün olmayan bir
rejimdir.”
YENİ DOĞRU’LARIN ANLATIMI
Gramsci’nin, bir toplumdaki
“organik aydın”da
gördüğü işleve de değinmek
gerekiyor Abdi İpekçi’nin
yazılarında: Uzlaşıcı, esnek
bir tutum. Her olayın son
noktasında bir bitişme
bağının yitirilmemesi
kaygısı. İktidarları, muhalefetleri,
hatta kişileri eleştirirken de böyledir. Bir militan
olmadığı gibi, bir ideolog
gibi de değildir. Gözlemci,
daha çok uyarıcıdır.
Bu niteliği, onu, olabildiği
kadar açık, yalın yazmaya
götürmüştür. Günlük basında,
gerici yazarlarla
ilericiler arasındaki anlatım
ayrımı, en büyük ara’yı
onun yazılarında bulmaktadır.
Özellikle sağcı yazarlarda,
bir sözcük yaratma, ad
bulma, belirsiz imgelere
sığınma eğilimi var. Daha
doğrusu, çok şeyi anlatır
gibi görünmesine karşın,
hiçbir şey anlatmama eğilimi.
Dilin yapısına kadar
uzanmış bir sözcük mistifikasyonu...
Oysa, “gerçekler
ortaya çıkalı doğruların
azaldığı”, ya da gerçeklerin
getirdiği yeni doğruların
söz konusu olduğu ülkemizde,
ilerici yazar da gerçek,
dilin karacümlesi oluyor bir
yerde.
Abdi İpekçi’nin bir anlatım
savı yok. Onun için önemli olan, gözlemin, düşüncenin olduğu gibi okura
aktarılmasıdır. Yazar olarak
önemi, daha çok,
yazdıklarının çok etkin oluşunda, bunların okurda yarattığı
inanırlık ölçüsündedir
diyorum. Bu açıdan,
Abdi İpekçi için, 1950 gazeteci
kuşağının önde gelen
beş on yazarından sadece
biri demek yanlış olmaz.
“ABDİ İPEKÇİ OKULU”
Onun asıl önemini gazete
yönetmenliğinde, yaratıp
bugüne getirdiği
“ Milliyet”te aramak gerek.
Günlük basının
Bünyamin’i, bu alanda gerçekten tektir ve ulaşılmazdır.
Tek sözcükle, büyük!
Ülkemizde en ilginç basın
deneyinin “Milliyet”te gerçekleştirildiğine inanıyorum.
En büyük gazeteci de
kuşkusuz Abdi İpekçi olmuştur.
Yeni günlük yayın
organlarının ya da atılım
yapmak isteyen gazetelerin
hepsinde ona öykünen, ona
benzemek isteyen bir yan
yok mu? Bu yüzden, onun
basınımıza getirdiği yeni olanaklardan
söz ederken
“Abdi İpekçi Okulu” deyimini
kullananlar hiç de haksız
değiller.
Giderek büyüyen, transatlantik gibi bir
yayın organı olan “Milliyet”te,
Abdi İpekçi’nin nasıl
olup da bir dergi özenini
(hem biçim, hem içerik
yönünden) hiçbir zaman yitirmeyişine hep şaşmışımdır.
Kuşkusuz, bunu her
şeyden önce onun iyi ve tutarlı
bir kadroyla çalışmasına, çalışanlar arasındaki
orkestra düzenini hiç bozmadan
sürdürmesine bağlamalıyız.
Hem ağırbaşlı,
hem gülümseyen bir Milliyet...
1972’de, bir yazısında
şöyle diyor:
“Ciddi görünmek
için gülmemek, gülümsememek gerektiği yolunda
yaratılmış şartlanmayı
yıksak, bir de gülmek,
gülümsemek için sadece mizahçılara
muhtaç olmaktan
kurtulsak...”
Bir yandan “Cumhuriyet”i
gözden kaçırmamak,
öbür yandan “Hürriyet”in
yolunu kesmek kaygısı ya
da tutkusu, Abdi İpekçi’ye
büyük yayın ufukları açmış,
onu ilginç girişimlere atmıştır.
Sonuç ortadadır.
Televizyonun devreye
girmesi, her yerde olduğu
gibi ülkemizde de günlük
yazılı basında bir dönüşüm
zorunluluğu yaratmıştır.
İnsanlar, bir olay çıktığı
zaman eskiden bir gazete
almak için sokağa fırlıyorlardı,
bugünse, televizyon
karşısına geçmek için evlerinin
yolunu tutuyorlar.
Abdi İpekçi, bu dönüşüm
zorunluluğunu çok iyi görmüştür.
Önceleri yazılı basmda,
gazeteci demek, olayları
“ham” olarak ortaya koyan
adam demekti. Bunları, sonradan daha uzman eller
işleyecek, kotaracaktı.
Haber? Haberin kotarılması
da yeraltından maden
cevherinin çıkarılması gibi
bir şeydi. Gazetecinin görevi haberi bulmak ve başka
ellere ulaştırmaktı. Bir
bakıma edilgindi gazeteci.
Gazetecilik röportajcılık
demekti. Araçları: bir not
defteri, bir çift sağlam ökçeli pabuç.
Nicedir bu alanda büyük
bir değişme görüyoruz.
Bugün haber dünyanın her
yerinde bir dönüştürme sanayii
haline gelmiştir. Haberin tazeliği ve niteliği
yanında, onun kamuoyuna
uyarlanması da büyük önem
kazanıyor. Gazeteciden, bir
bakıma, iletişim adamına
geçiliyor. Gazeteci, bir
iletişim adamı olarak, günlük
haberleri zaten bürosuna
geldiği zaman masasınm
üstünde bulmaktadır.
Evinde radyoyu, televizyonu
izlemiştir. Onun rolü
dört noktada özetlenebilir:
Yalınlaştırmak, yoğunlaştırmak, seçmek ve bireştirmek.
Burada en yaratıcı iş
bireştirmektir. Bireştirmek
deyince işin içine kişisel
görüşler, kanılar da giriyor.
Daha çok Birleşik Devletler’de
beliren bu “yeni gazeteci”
tipi bugün bütün
ülkelerde de yaygınlaşmaktadır.
Abdi İpekçi’nin
başarısı, “Milliyet”te bu
yönden karma bir yöntem
uygulanmasında, klasik gazeteci
tipinin yanında “yeni
gazeteci” tipine de yer
vermesindedir. Gazetede
olanaklar tanıdığı genç
yazarların kendi türlerinde
genellikle en iyiler arasından
seçiliyor olması da ayrı.
Sözgelimi, bir Çetin Altan’ın
“yeni gazeteci” tipinin
bizde ilk örneklerinden biri
olduğunu söyleyemez
miyiz?
HOŞGÖRÜ: “ÖZGÜRLÜK ARAŞTIRMASI”
Yine yazar Abdi îpekçi’ye dönelim. Onun bir
denge adamı, bir hoşgörü
adamı olduğu herkesçe söyleniyor. Hatta bu hoşgörüsünden ötürü kendisine
çatanlar da olmuştur. Evet,
bir hoşgörü adamı. Doğru
bu. Ama bir nokta var ki,
görmezden gelemeyiz.
Hoşgörü diyoruz, nedir
hoşgörü? Anlayışılı davranmak
mı, özürlü bulmak mı?
Bağışlamak mı? Katlanmak
mı? İşi çekimserliğe
vurmak mı? Gerçekte hiçbiri değil. Hoşgörü, ancak
bir “özgürlük araştırması” ,
bilinçli bir seçme işi olduğu
zaman makbul bir kavram.
Abdi ipekçi, hoşgörürken,
kendisinin bağlı olduğu
temel değerleri zedelememeye
çalışmış, özellikle
1968’den sonraki döneminde
bu değerler adına hareket
etmiştir. Dikkat edilirse.
çeşitli siyasal çevrelere yaptığı
çağrılarını, onlardaki
gerici olmayan kesimlere
yöneltmiştir.
Yukarıda Jacques Fauvet’nin
gazeteci tanımından
söz etmiştim. Bu yazar
gazeteleri de üç bölüğe
ayırıyor:
Salt haber gazetesi
(“var mı öyle gazete?”), bir
görüşün partizanı olan
gazete, bağımsız gazete.
Abdi İpekçi, partizan olmayıp
gericiliğe karşı ittifakları
bulunan bir gazete peşinde olmuştur. Bugünkü
(27 Mayıs’tan sonraki)
demokrasiyi her şeyiyle savunan,
ona temelden bağlı
bir gazete kurmuştur.
Hatta, denebilir ki, ülkemizde,
bazı arındırmalar ve
reformlarla günümüz
demokrasisinin elverir bir
noktaya geleceğine inanan,
başkalarını da inandırmaya
çalışan yazarların başında o
gelmekteydi. Düşüncelerini
tartışabiliriz. Ama, onun
bunları en açık ve en içten
bir tavırla savunduğunu hiç
kimse yadsıyamaz.
Bu yüzden, Matteotti
gibi öldürülüşü de her türlü
rastlantı olasılığının dışında
bir olaydır.
Gerçek şudur: Demokrasiye
kıymaya yeltenenler
onun en etkin temsilcilerinden
birini yok ederek
bir adım daha atmak istemişlerdir.
CEMAL SÜREYA
Milliyet Sanat Dergisi, 12 Şubat 1979, Sayı: 310

ŞİİRLERİ