Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiriyle tanıştığımda 15 yaşındaydım. Yüz yüze geldiğimizde 20'ye yaklaşmıştım sanırım. Şiirini tutkuyla sevdim. Çok sevdim. Dil ustalığının hayranıyım. Yazdıklarımı etkilemiştir dizeleri, sözcükleri. İki sözü üst üste koymuşluğumuz da oldu. Ne ki, öyle uzun süreli değil. Öğütlerinden de, yazdıklarındaki görüşlerinden de çok yararlandım. İşimi, sözümü güzelleştiren dizeleri yüzünden “bedel” de ödedim, yüksünmedim; ödül gibi taşırım anılarım arasında bunları.
Yıllar sonra, o 94'ünü sürer, ben 60'ına merdiven dayarken, siz Ataşehir Ev&Kültür dergisi okurları için bir araya geldik. Korka korka gittiğim, bacaklarımın titremesini, kalbimin yerinden çıkacakmış gibi çarpmasını zor bastırdığım bir buluşmada, beklediğimden de uzun ve derin bir “sohbete” daldık.
Her gün yenilediği, ilerlettiği şiirinin arkasında "nöbetçi asker" gibi uyanık duran, söz söylerken gereksizleri, sözcük seçerken yabancıları ayıklayan bir bilge kişiyle birlikte olmanın doyumsuzluğunu yaşadım. Her türlü övgüyle karşılaşmış, doygun, kendini ve insanı aşmış bir şiir ustası; şiirimizin doruğu. Vedat Günyol'un saptamasıyla "görünenle olan, görünmeyenle düşünen"; Orhan Burian'ın "şiiri ya cinnete, ya dehaya varacak" yargısını "deha"dan yana ağır bastıran Dağlarca.
4 Kasım'da gerçekleştirdiğimiz söyleşimizin bir bölümünü Aralık 2007 sayımızda yayımladık: Karşılaşmamıza, askerliğine, eğitimin önemine değinen, "Atatürk'ün bir gereksinim" olduğunu vurgulayan o söyleşiyi Dağlarca'nın, son milletvekili ve halkoylaması sonuçlarına göre "Ataşehir'in çok ileri durumda" bulunduğuna ilişkin saptamasıyla bitirmiştik: "Ataşehir çok ileri durumda, Türkiye ortalamasına göre. Hiç değilse Ataşehir gibi olsun Türkiye'nin her yeri."
Kaldığımız yerden sürdürüyoruz söyleşmeyi:
- Dersiniz ki "ben çok konuşmak istemem; bir kişi iken bile çok kişilik konuştuğuma göre çok konuştuğum sürelerde aşırı kalabalık olmak tedirgin eder beni. Bu duygu yaşlandıkça artmakta."
Böyle dersiniz de yine bir başka konuşmanızda yüz yıl daha yaşamaktan da söz edersiniz. Yaşlılık sizce nasıl bir şey. Şair yaşlanır mı? Şiir mi yaşlanır? Siz hiç kendinizi yaşlı duyumsadınız mı?
- Yaşlılık bir büyük parayı nakte çevirememek sıkıntısıdır. Elinizde 80-90 yaş vardır. Onu verip bir saniye bile satın alamazsınız. Yaşlılık bunun azabıdır. Gençlik de başka türlü bir acı kaynağıdır. Hani bir laf var ya; "gençler bilse, yaşlılar yapabilse" sözü, bu çok doğrudur. İnsan, ne yazık ki, eğer zamanında bedenen bir şey yapamamışsa, o eksikliğiyle göçüp gidiyor. O nedenle her şeyi zamanında yapacaksın. En iyisini yapacaksın ve o "en iyiyi" geleceğe bırakacaksın. Bir gün sen bu dergiyi çıkarmakla çok övüneceksin. Onun koleksiyonunu okşarken yüksek, büyük zevk duyacaksın. Bazı güzel dergiler çıkmıştır; onları çıkaranlar göçüp gittiler; bence o güzel dergileri çıkaranların çabaları yok olmamıştır. Çok kişi onların çabalarıyla mutlu olmuştur. Bence dergiler gazetelerden daha önemlidir. Gazete çok günlük kokar, dergi öyle değil.
En mutlu yaşam tarzı, karısıyla, çocuklarıyla birlikte çalışmaktır. Eşiniz, çocuklarınız yaptığınız işe katılacak, o işi sevecek; dergi çıkarıyorsunuz, bu çabanıza katılacak, sevecek.
- Bu dergide böyle bir paylaşma var. Sizin özlediğiniz çalışma biçimi...
- Çok iyi, çok iyi. Çok mutlu olmalısın.
- Öyleyim.
- Dergilerin kalıcılığını bu sağlar. Ölür gidersiniz, işinizi sevmişse eşiniz, çocuklarınız sürdürürler...
- Türkiye'nin en uzun soluklu dergisi Varlık'ta böyle olmuştur. Yaşar Nabi'nin Varlık'ını kızı Filiz, başarıyla sürdürüyor.
- Böylece kültürümüze katkısı kesintiye uğramıyor.
- Evet, öyle. Sayın Dağlarca şair mi yaşlanır, şiir mi, diye sormuştum az önce.
- Şiir de, şair de yaşlanmaz. Şair için en büyük tehlike yaşlanmak değil uslanmaktır. Birçok şairler uslanıyorlar, on para etmiyorlar.
- Uslanmayı düzene uymak anlamında mı kullanıyorsunuz?..
- Uslanmayla, toplumun karşıkoymaları, anlayışsızlığı karşısında yorgun düşmelerini kastediyorum. Zamanın akışına, anlayışına - olumsuz anlamda - kendini bırakmaktır "uslanmak", teslim olmaktır. Bu durumdaki şair de, şiir de on para etmez. Eskimiştir, yaşlanmıştır.
- Bu yanıtınız, "şiirin bittiği bir yer var mı?" sorusuna, "Olamaz! Şiirin bittiği yer düşünülemez bile. İnsanın bittiği yer olabilir; ama şiirin
bittiği yer olamaz!" yanıtınızla çakışıyor. Şiir, yaşlanmaz da, bitmez de.
Siz bir dönem yayımcılık da yaptınız. Yayımcılığın bütün sıkıntılarını çektiniz..
- Çektim; ancak o zamanlar, sıkıntı bu kadar büyük değildi. Şimdi çok büyük. O zaman, ödediği küçük ücretin üzüntüsü içindeydi yayıncı. Çünkü onu, birkaç aboneye karşı sorumluluğu bağlıyordu. Matbaa … kâğıt. Şimdi yazarlara, çalışanlara, haberi kovalamaya ayrılan paralar çok büyüdü… sıkıntı katlandı
- Asıl sıkıntıyı siz zamanında Cağaloğlu'nda çektiniz. Sizin döneminizde yazarlarına telif veren yalnız Yaşar Nabi'ydi. Sizi kastetmiyorum sizin dışınızda. Ama Yaşar Nabi ve sizin dışınızda piyasada telif hakkına çok saygı duyulmazdı.
- Doğru. Ancak Peyami Safa da öderdi.
- Yaşar Nabi ile ilişkileriniz nasıldı?
- Çok iyiydi, çok severdim. Yaşar Nabi'yi hâlâ da severim. Onun yaptığı büyük hizmeti hiçbir Kültür Bakanı yapmamıştır. Varlık dergisini yıllarca çıkarmanın ne demek olduğunu ben bilirim. Çünkü adamlar, yazı yazanlar, şairler dergiye bir şey verir, sonra ön sayfaya konuldu, yok arkada kaldı diye kapris yapar. Sanatçı kaprisi… Yaşar Nabi bunları önlemesini, göğüslemesini bilmiştir ve bir otorite sağlamıştır. Kimsenin şiiri, yazısı onun beğendiğinin önüne geçemezdi. Olanaksızdı böyle bir şey. Yıllarca sürdürdü bu tutumunu.
- Yazın dünyasında, yayıncılar arasında "yanlışsız kitap olmaz" diye bir söz vardır: Ancak, bakıyorum sizin kitaplarınız, dile verdiğiniz önemden olsa gerek, çok özenle basılıyor; yanlışsız basılıyor.
- Ben ona çok dikkat ederim. Çünkü ben Türkçe'nin takipçisiyim. Doğru dürüst yazmak ve Türkçe'nin varsıllığını korumak benim birinci idealimdir. Bir dil ne kadar güzel yazılırsa, kitapların da o ölçüde değeri artar. Ben gerektiğinde bir sözcük için bir şiir yazarım. O sözcüğü tanıtmak için.
- Aksaray'daki Kitap Kitapevi'nden anımsıyorum: Siz o dönem vitrininize yeni şiirlerinizi büyük bir kartona yazar ve asardınız. Özlemle beklerdik yeni bir şiirinizi vitrine asmanızı. Oradaki bir şiirinizde "petrol"yerine "yeryağ" sözcüğünü kullanmıştınız. Ne kadar güzel: "Yeryağ." Benim de türettiğim bir sözcük var: Bulunak. Bunu kimi yerde “bulunulan yer” anlamında "adres"in karşılığı kullanıyorum, kimi yerde "ikametgâh"ın. "Sığınılan yere""sığınak" diyoruz da, "bulunulan yere" niye "bulunak" demeyelim. Ömer Asım Aksoy'a göre, bu sözcük, Gaziantep yöresinde "bulunulan şey" anlamına da gelirmiş.
- "Bulunak" "adres"i karşılamaz gibi geliyor bana. Adresin bir yer olur, ancak orda bulunamayabilirsin. Yine de Türkçe'nin özleşmesi, varsıllığının ortaya çıkması için tüm çabaları sevgiyle karşılıyorum.
- Peki, adres karşılığı kullandığım "bulunak" sözcüğü üzerinde biraz daha düşüneceğim. Sizin "tüm bu çabaları sevgiyle karşıladığınızı", az önce söylediğinizden de anlayabiliyoruz: "Bir sözcüğü tanıtmak için bir şiir yazarım, gerektiğinde." Şiire sizi iten/ ulaştıran nedenleri sormayacağım. Bilirim; "sayısı 138'e ulaşmış yapıtlarımı okuyarak… Bunu bulmak size düşer" dersiniz!
- Peki, demem. İnsan şiirle kendini anlatmaya başlayınca bu işin köklerinin çok derine gittiğini görüyor. Acaba şiir yazdığı zamanlarda mı Dağlarca mevcuttur, yazmadığı zamanlarda mı? Bence insan, şiir yazdığı zamanla, yazmadığı zaman aynı kişi değildir. Şiir yazarken kendi kimliğinin, tutsaklığının, yalnızlığının, söylediği şeyin anlaşılamadığının "idraki" içindedir. Tıpkı senin, "bulunak" sözcüğün gibi; bu sözcük aklıma takıldı, bence "içinde az süreyle bulunulan yere" "bulunak" denilebilir.
- İnsanın şiir yazdığı ve yazmadığı zamanları karşılaştırıyorduk...
- Şiir yazan insan şiirinde bile olmayabilir o anda. Çünkü şiir bir tür, eski deyimle, daüssıladır; yurtsamadır. Çünkü şiir yazarken insan tüm cisminden ve çabasından dışarı çıkar, bir medyum gibidir. Hiçbir yazar yoktur ki şiirin derinliğindeki halini yemek yerken üzerinde taşıyor olabilsin. Yemek şiire aykırı bir davranıştır.
- (Gülerek) Peki, içmek şiire aykırı bir davranış mıdır?
- İçmekte fark var, su mu içiyorsun, alkol mu alıyorsun?
- Alkolü kastettim.
- O ayrı bir süslemedir. İçerken insan kendi dilini, muhayyelesini süsler. Şiir insanın bir anlamda kurtuluşudur. Hatta karıdan da kurtulmanın bir yoludur. (Karşılıklı içten gülüşmeler) Benim bir ablam vardı, rahmetli oldu, biz onunla beraber şiir yazardık. Benden bir sınıf yukarıdaydı. Hadi ödev yapacağız derdi. Bir konu atardı ortaya, yarışırcasına yazardık.
- O günlerinizle ilgili, şiirinizi besleyen kaynakları ortaya çıkarması bakımından da önemli bulduğumuz için, dergimizin yazarı, öykücü Necati Güngör'ün Negatif dergisinde (1995) yayımlanan yazısını tanıklığa çağıralım:
"Çocukluğunda, ablaları Tevfik Fikret'ten şiirler okurlardı. Onlardan etkilenirdi. O okudukları şeyin mektup olduğunu sanırdı. Her şiir, başkasınca yazılmış, gönderilmiş bir mektuptu küçük Fazıl'a göre... Annesi de Yunus'tan ilahiler okurdu, onlardan da etkilenirdi. Makamla okurdu annesi ilahileri... Bütün bunların etkisiyle kendisi şiir söylemeye özenirdi. Okula gitmek için sabırsızlanırdı. Bir an önce şiir söylemeyi öğrenmek için. O yaşta sanıyordu ki, okullara gidenlerin hepsi orada şiir okuyup şiir yazıyorlar!"
- İnsanın ödevi şiir yazarken, düz yazı yazarkenki ısıyı terk etmesiyle başlar. Düz yazı başka, şiir başka bir ısıyla yazılır. Gerçekten öyledir, insan şiir yazarken eli ayağı titrer. Ben bunu yaşadım.
- "Ben şiiri adım gibi saydım, yalnız bana özgü, mektuba benzeyen, yanıtı alınmayan, 'sesleniş'i andıran bir güç sandım şiiri; 'güç' sözcüğünü yineliyorum." dersiniz bir söyleşinizde ve sözün gücünü, seslenişin gücünü Kırk Haramiler'e bağlarsınız. Bir sözcükle kapalı kapıları açtırmalarından etkilenirsiniz Kırk Haramiler'in. Bu sizi çocukluğunuzda etkilemiş, şiir yazarken çok terlediğinizi söylüyorsunuz, peki şimdiki durum ne?
- Ben 14 yaşına kadar şiir yazdığım zamanlar kalkar çamaşırımı çıkartırdım, çünkü şakır şakır terlerdim… 15 yaşından sonra durum düzeldi yavaş yavaş. Öyle çalışırdım ki, ter içinde kalırdım. Çıkarırdım üzerimdeki gömleği sıkardım, şakır şakır su akardı. Şimdi bunu terk ettim, o işler kalktı. Ama o güç hallerin tadını da unutamam.
- Şiir yazarken belli bir taşkınlık, eski deyimle "vecd" içinde olur musunuz?
- Şimdi şiir yazmakta ustalaştık. Bu işte kıdem sahibi, tecrübe sahibi oldukça bunun olanakları da artıyor.
Büyük bir muhayyilesi, düşgücü olmayan işe başlamasın. Öyle yalan söyleyeceksin ki, bu yalana sen de, okuyan da inanacak. Ona sonra yalan denmez, inanış denir. Benim ilk kitabımda şöyle bir beyit:
"Öyle yalan söyleyeceğim ki artık kimse burada mevcut olmasın."
İşte şiirin esası budur. Şiir böyle korkunç yalanlarla ve korkunç yalanlar karşılığında elde edilen bitmez tükenmez bir tattır.
Ben bazı şiirlerde çok zorlanırım, kitapları yazarken çok zorlanırım. O zaman derim ki: "Allahım ya şu şiirimi yazayım ya da benim şimdi canımı al."
- Sizin her akşam yatarken yaptığınız bir dua varmış: "Tanrım, bana şiirimi yazdır" dermişsiniz.
- Ben çok, bin kitap yazsam bu bende eksilmez, bu şevk, bu çaba. Sanıyorum ki ben, o çabaların adamı, bu adamdan fazla yaşayacak.
- Toplumda iz bırakmak, kalıcı olmak böyledir; ancak gönlüm diler ki, o çabalar da yaşasın, bu adam da çok yaşasın.
- Bu adamın yaşaması biyoloji kurallarının içindedir ve imkânsıza bitişiktir. Mutlu adamdır ki, eserini yazarken dilin aydınlığına uzanmıştır, dil yaşarken şiirleri de yaşar. Bu olanaklar varken, Arapça, Farsça kullanan şairlere acırım, onlar karanlıkta kalmaya mahkûmdurlar. Bu nedenledir ki, Ahmet Haşim, kullandığı sözcüklerin intikamı ile her gün biraz daha yok olmaktadır. Faruk Nafiz ondan çok okunuyor, çünkü, Türkçe yazıyor. Halbuki Faruk Nafiz nerede, Ahmet Haşim nerede. Haşim, gerçekte, Arap asıllı olmasına rağmen, Türkçe' nin en büyük şairlerinden biridir. Siz derginizde bir seçki yapın, seçki. Eski ve yeni şairlerimizden en beğendiklerinizi bir araya getirin.
- Sizin şiirlerinizden de kullanmama izin verir misiniz?
- Elbette. (Biraz durur) Hayır, hayır.
- Hep böyle yapıyorsunuz Fazıl Bey, seçki hazırlayanlara şiirlerinizi kullanma izni vermiyorsunuz. Saygı duyuyorum. Ancak internet siteleri sizin şiirlerinizle dolu sizin şiirlerinizle ziyaretçi buluyorlar. Hiç baktınız mı internet sitelerine, yüzlerce şiirinizi kopyalayıp kopyalayıp duruyorlar.
- Önleyemezsin. Bir şey değil, doğru yazsalar bari…
- Evet yalan yanlış da yazıyorlar. Özensizlik diz boyu.
- Teknolojinin kötü yanı da bu.
- Öyle. "Çocukluk benim kimliğimdir" dersiniz bir yerde ve çocukların dünyaya, olaylara farklı pencerelerden baktığını da dile getirirsiniz, bir söyleşide. Dersiniz ki; "Şiir o çocuktur,. O çocukların teker teker hepsidir şiir. Şiire küçükten başlayanların belli bir öğretmeni yoktur; onun kendi öğrenmesi vardır, bitmez tükenmez öğrenmesi… Öğrenmek yeryüzünün tek mutluluğudur. Her eylem öğrenmekten başlar. Fransız Devrimi kişi acısının yine kişiye görünmesinden başka nedir? Mustafa Kemal, bizler için, geri kalmış ülkeler için yeryüzünce ulaşılmamış o insan kavramının hepimize ayrı ayrı görünmesinden başka nedir?" Burada çocukları neden bunca sevdiğinizi sormak isterim, bağışlamanıza sığınarak: Söyleşi yapmaya çocuklar geliyor, belki yerli yersiz sorular soruyorlar, onları hiç kırmadan, incitmeden yanıtlıyorsunuz. Bu nedenle soruyorum; içinizde bir çocuk hâlâ var mıdır?
- Doğrusu içimde hâlâ bir çocuk yok. Böyle yazmaktadırlar. Ama ben buna inanmıyorum. Çünkü çocukluk bir selam gibidir. Alınır verilir, orada kalır.
- Yani, çağı geçer.
- Bir enstantane, bir varoluştur. Fotoğraf makinesinin “çıt” demesine benzer.
- Çocuk ve Allah kitabınızda çok güzel şiirleriniz var. Yazın dünyasına da bu yapıtınızla ikinci adımınızı atmışsınız.
- Onda da güzel şiirlerim var; ancak benim asıl şiirlerim son şiirlerimdir. Onlar da güç anlaşılır gerçek şiirlerimdir.
- İçimdeki Şiir Hayvanı'ndakiler mi?
- Evet. O kitap çok muazzam bir kitaptır kuruluş itibariyle, takdimi itibariyle ve insanın kaderiyle baş başa olmasını söylemesi ile bir büyüklük taşır. Çünkü içimizdeki şiir hayvanı, içimizde kalan, kimsenin saklayamadığı bir gerçektir.
- İçimdeki Şiir Hayvanı'nda hayvanın yaşamayı temsil ettiğini, sevgiyi yaşayan bir yaratık olduğunu, dedikodusu, çalması çırpması olmadığını bu nedenle kitabınızda yer aldığını söylersiniz. Ya insan?
- İnsan zaten kendinden uzaklaşa uzaklaşa bu hale düşmüştür. Hayvan açık kalplidir, insan açık kalpli konuşamaz. Hatta birçok şairden daha açık kendini sergilemiştir hayvanlar. O motif kitap boyunca işlene işlene bana kalmıştır. Bence müstesna bir kitaptır.
Herkesin içinde bir hayvan vardır ama, şairlerdeki hayvan şairdir. Çocuklar bunu daha iyi anlar. Çocuklar aslında birer şiir dehası. Benim bir şiirim şöyle başlıyor:
"Üfleme bana anneciğim/Dua edip, geceleri/Hastayım ama ne kadar güzel/Gidiyor yüzer gibi,/ Vücudumun her yeri."
- Bu şiir böyle bitmez. Ben tamamlayayım:
"Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış,
Fakat değnekten atım nerede
Kardeşim su versin ona, susamış.
Bu şiir yazın dünyasında "asıl kişiliğinizi bütün yönleriyle yansıtan" yapıtınız olarak nitelenen Çocuk ve Allah’tan. Siz şimdi "asıl şiirlerim son şiirlerimdir" diyorsunuz. Yargınızı tartışmıyorum; ancak şu dizedeki güzelliği bir kez daha dillendirmeme izin veriniz…
- Hangisi o?
- "Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum." 26 yaşında yazıyorsunuz bunu. Çocuk ve Allah hâlâ "aşılamamış bir başyapıt" sayılıyor. Ancak anlıyorum ki, siz geçmişe bağlanmıyor, geleceğe doğru akıyorsunuz, bu da saygı duyulacak bir tutum, size yakışıyor.
- Teşekkür ederim. On soru hazırladığını söylemiştin.
- Söz sözü açıyor. Yarısındayız daha. Yorulduysanız bırakalım ya da ara verelim.
- Yok yok. Seni kıramam.
- Var olunuz. Daha doğadan, yazarlarla, şairlerle ilişkilerinizden, yaşadığınız çevreden, kentleşmeden söz edeceğiz.
ALÂETTİN BAHÇEKAPILI
Ataşehir Ev & Kültür Dergisi, 31 Aralık 2007

ŞİİRLERİ