Ünlü denemeci aydınımız Vedat Günyol "Dağlarca, Cumhuriyet döneminin, özellikle ikinci kuşak şairlerinin en özgünü, nicelik ve nitelik bakımından en verimlisidir. Gerek dili, sözcükleri, gerek temaları, şiir kalıpları ile kendinden önceki şairlere benzemediği gibi, çağdaşlarına da benzemez. Onun kadar hiçbir şairimiz, hiçbir sanatçımız, gerek yerlebir gerçeğe; gerek insan denen bilinmezin çekirdeği çocuk'tan başlayarak Tanrı'ya; Tanrı'yı da, insan aklının yüzyıllardan bu yana vardığı Evren kavramını da aşan, ancak engin bir sezgiyle (aklın durduğu yerde başlayan sezgiyle) alacakaranlık halinde sezebildiğimiz gerçeküstü gerçeğe böylesine şairce kanat açamamıştır." diye yazar ve sürdürür:
"Dağlarca, Fransızların Victor Hugo' ya yakıştırdıkları mâge (büyücü, müneccim) sözüne, dünya ölçüsünde, belki en çok hak kazanan, antenleri gözle görülür dünyaya olduğu kadar, gözle görünmeyen, insan aklını aşan sezgiler dünyasına pencereler açan tükenmez, tükenecek sandığımız bir anda, yeni yeni sezgileriyle insanı şaşırtan, kaynağı kurumaz bir şairdir: 'Yüzbinlerce çağrı bana, yüzbinlerce / Şaşar kalır şuracıkta yüreğim' (Deliböcek)."
Günyol İş Bankası Yayınları arasında 1999'da yayımlanan Çalakalem kitabındaki yazısını şöyle bitirir:
"Dağlarca, sayısı otuz üçü bulan (1975’e göre AB), her biri ötekinden güzel ve ilginç kitaplarıyla Türk edebiyatında, gerek kapsamı, ön seziş yeteneği, hayal gücü hiçbir şiir geleneğine bağlı olmayan eserleri, gerek şiir dilinin özgünlüğü, hepsinin üstünde sözcüklere yüklediği düşünce ve duygu zenginliğiyle erişilemez bir doruktur. Daha 1939'larda Orhan Burian: 'Dağlarca'nın şiiri ya cinnete, ya da dehaya varmak üzeredir' demişti. Aradan geçen 36 yıl bu yargının dehadan yana ağır bastığını gösteriyor."
Vedat Günyol, belli ki, 1975'te kaleme almış bu yargılarını. Aradan bir 30 küsür yıl daha geçmiş; Dağlarca'nın "deha" yanının iyice ağır bastığını ortaya koyan 30 küsür yıl daha...Erişilemez bir "doruk" olduğunu kanıtlayan yıllar geçmiş aradan ve biz yeni şiirlerinin yer aldığı yapıtlarını okumak mutluluğunu yaşıyoruz 2000'li yıllarda: Son yapıtını Norgunk Yayıncılık ulaştırmış kitapçı raflarına; İçimdeki Şiir Hayvanı. Ocak 2007’de okuruyla, severleriyle buluşan bu şiirlerini Dağlarca:
"...benim asıl şiirlerim son şiirlerimdir. Onlar da güç anlaşılır, gerçek şiirlerimdir" diyerek sevgiyle sunuyor bizlere. İçimdeki Şiir Hayvanı büyük ilgi görmüş, üzerinde durulmuş, tartışılmış, doğal olarak beğenilmiş, övülmüş. Dağlarca "Dünyada yaşayan şairlerin en büyüğü olduğu gibi, yazmayı sürdüren şairlerin de en büyüğüdür" nitelemesiyle selamlanmış.
İçimdeki Şiir Hayvanı'ndaki şiirlerinde "insanın bencil olması nedeniyle hayvandan ayrıldığını ve insan haline düştüğünü" savunur Dağlarca. "Gölgeler" adlı şiirinde insan-hayvan ilişkisine yaslanan masallarıyla ünlü Ezop gibi "elindeki fenerle, gündüz insan aramasa da" "94 yıldan beri insanı aradığını" vurgular. Vardığı sonuç nedir?
"Gecelerim
Yol lambalarıdır, yanıktır
Kentin bütün sokaklarında.
Birer yorum şimdi
Gölgeleri geçmişin
Gölgeleri geleceğin
İşte
Doksan dört yıldan beri
Aradım insanı ben
Bulunmadılar
En sevgili hayvanım
Doksan dört yıldan beri
Buldun, bulmaktasın, bulacaksın
Karşı hayvanı sen”
Dağlarca, "yaşamayı temsil ettiği, sevgiyi yaşayan bir yaratık olduğu, dedikodusu, çalması çırpması olmadığı" için hayvanı temel alan bir anlayışla İçimdeki Şiir Hayvanı'ndaki şiirleri yazdığını söylemekte.
"Ya insan?" sorumuza da "İnsan zaten kendinden uzaklaşa uzaklaşa bu hale düşmüştür. Hayvan açık kalplidir, insan açık kalpli konuşamaz. Hatta birçok şairden daha açık kendini sergilemiştir hayvanlar. O motif kitap boyunca işlene işlene bana kalmıştır. Bence müstesna bir kitaptır.
Herkesin içinde bir hayvan vardır ama, şairlerdeki hayvan şairdir." diyerek yanıt vermekte.
Ataşehir Ev & Kültür dergisi ve www.ataşehirevkültür.com.tr sitesi okurlarının Aralık 2007 ve Ocak 2008 yayımlarında ilgiyle okuduğu, "Şiirimizin Doruğu: Fazıl Hüsnü Dağlarca" söyleşi dizisi 4KKS4 parolasıyla gerçekleştirildi: 4 Kasım'da, Kadıköy'de, Saat 4'te. Bu benim, başlangıçta, duygularıma egemen olma becerimi aşan, mesleksel deneyimimi ve yetilerimi zorlayan, "dersimi çalışmama" karşın "korku ve heyecan"la gittiğim bir söyleşi oldu. Ancak, - neden yalan söyleyeyim - bu içten ve oylumlu söyleşiyi gerçekleştirdikten sonra, Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokağı'nda, yağmur altında ayaklarımın yere bastığını duyumsamadan ilerlerken, içimden "Bir dağ ne kadar yüce olsa / Bir kenarı yol olur" dizelerini geçiriyordum. Çünkü, karşımdaki yalnızca "şiirin kitabını yazmış!" değil, "insanın, evrenin, gerçeğin ve gerçeküstünün şiirini yazmış", şiiriyle insanın tüm değerlerini, eksilerini ortaya koymuş; yol göstermiş, savaşımıyla yol açmış bir "insan." Yaş yaşamış, gün görmüş, gördüğü günü/ günleri herkese aktarmış; bulmuş, bilmiş, ermiş bir "insan." Her şeyi içinde saklayan bir "sandık." Kapağı açıldığında sakladığını olduğu gibi gösteren bir "sandık." Karıyla boranıyla, ulu ağaçları bodur çalısı çırpısıyla, yalçın kayaları ayak altı taşlarıyla, yeşil çimenlikleri aşınmış sivriltileriyle bir "doruk." "Bir kenarı yol" olabilecek bir "dağ": Dağlarca.
"İnsanın hallerini" "doğanın görünümüyle" anlatmaya getirmişken sözü, oradan sürdürelim söyleşiyi:
- Sayın Dağlarca, doğa sizin için bir "sözlük"tür, "hep umutlu" olmanızın kaynaklarını açıklarken "doğa"yı işaret ediyorsunuz ve "doğayı bir büyük sözcük gibi görürsen, hatta sözlük gibi görürsen; yazı yazmak da kolay, düşünmek de kolay, yaşamak da kolay, ölmek de kolay..." diyorsunuz. Acaba bu sözlüğün son yıllarda kimi sözcükleri, kimi yaprakları kirlenmekte midir?
- Doğanın bir sözlük olduğuna inanırım, doğru. Bunun açıklaması bile gereksiz. Ne yazık ki devletin tutumu şiir ve edebiyatın aleyhine bir siyaset sergilemektedir. Bugünkü yöneticiler "güneş balçıkla sıvanmaz" sözünün kendileri için de bir yargı olacağını unutmamalıdırlar.
Bu suç bunların kendilerini öldürmesiyle eşit değerdedir. Hiç kimse doğanın büyük uyumunu bozamaz. Şaire bu hak verilmemiştir. Siyasetçilere hiç. Siyasetçiler düşünsünler 20-40 yıl önce hangi yasaklar vardı? Eğer öküzlükten kurtulmak istiyorlarsa.
Sözlük kirleniyor; ama yeni yapraklar kirlenmenin yerini alacak. Bir güzel yazıyı hiçbir iktidar yok edemez.
- Keşke her zaman böyle olsa. Unutmayalım ki, bizim kuşak Nâzım Hikmet'i tanımak, onun şiirine ulaşmak için çok bekledi.
- Nâzım'ı yok etmek istemişlerdir. Doğrudur. Halkıyla, okuyucusuyla arasına engeller koymuşlardır, doğrudur. Ancak yok edebildiler mi onu, susturabildiler mi? Nâzım ancak kendi şiiriyle susar. Aslında benim Nâzım'da beğenmediğim yönler var; burada çok güzel şiirler yazdıktan sonra, Rusya'ya gidince Türkçe'ye uygun olmayan şiirler de yazmıştır. Rus şiirini taklit etti ve bu Nâzım'ın intiharı olmuştur.
- Ancak Türkolog Rady Fish sizin yargınızın tersini söylüyor: Nâzım'ın Rus şairlerine örnek oluşturduğunu, birçok şairin Nâzım'ın izinden gittiğini Rady Fish'den duydum. Bu sözlerini o zaman Edebiyat Cephesi'nde yazdım, itiraz eden olmadı. Rady Fish'in bu sözleri size sunduğum Sesleri Bende Kaldı kitabımda da var. Hem de orijinal ses tanıklığıyla.
- Rady Fish Amerikan casusudur.
- Desenize öğreneceğim daha çok şey var(!). Peki sizin savınızın dayandığı kaynaklar nelerdir?
- Rusya'daki çevirmenlerin önde gidenlerinden Tevfik Melikov, Azeri dilci, o bana anlattı...
- Tevfik Melikov Türkologdur. Nâzım hakkında bir kitap da yazmıştır: Nâzım Hikmet i Novoya Poeziya Turtsii. 1987' de yayımlandı bu kitap. Kitapta bu savları doğrulayan bir belge, kayıt var mıdır doğrusu bilmiyorum.
- Nâzım zavallı, Rus kadınlarıyla evli olmasının etkisiyle biraz sapıttı.
- Vera ile olan evliliğini mi söylüyorsunuz.?
- Nâzım orada umduğu sevgiyi, saygıyı görmemiştir.
- Yani "mutsuz ölmüştür," diyorsunuz.
- Hatta öyle ki şiirleri bile yayınlanmamıştır. Zaruret içinde ölmüştür. Şiir yayınlayamıyor, şiir yayınlayamayınca para da gelmiyor. Nâzım Türkiye'den göçen birtakım kişilerin dostluklarına mahkûm olmuştur. Çevresinde bir tane Türk yazarı yok. Nâzım'a ben çok acıdım. Şunu unutma ki: Bir millet kendi dilindeki insanları severse sever. Sevmezse, başka dilden merhamet bekleme. Yok olur gider. Nâzım yok olmuştur Rusya'da. Çevirmenlerin çemberini kıramamış ve iyi tanıtılamamıştır Rusya'da.
- Bu, bana acı, tatsız gelen konuyu bir anıma bağlayayım; TRT Radyolarında "nüfus artışıyla" ilgili bir dizi izlence yapıyorum. "Toplumsal eşitsizliğe toprağın verimsizliğinin" katkısına "örnekler" sıralıyorum. İktidarda MC hükümetleri; TRT'de "taş dönemi." Kurum'un başında "tavuk hastalıkları uzmanı" bir profesör. Şimdiki gibi, kamu kuruluşları yandaşlarla doldurulmakta. Bize de PTT'den naklen bir denetçi gelmiş. Konuya "tam da denk gelir" diye sizin Toprak Ana kitabınızdan;
"Acım kara toprak, acım
Duyasın biraz
Kara öküzle birlikte
Acım bu gece
O düşünür, düşündükçe doyar
Ben düşünürüm, düşündükçe acıkırım..."
şiirinizi izlenceye koydum. PTT kökenli denetçi, şiirin çıkarılmasını istedi. Doğal olarak "gerekçe" sordum. O "gerekçesini" söylemeden, belki "kaburgasının altına" girebilirim diye, "şairin bu şiirini Toprak Ana kitabından aldım, biliyorsunuz bu kitap şairin Çocuk ve Allah kitabından sonra yayımlanmıştır" dedim. Aklım sıra "kurnazlık" yapıyorum. Denetçinin yanıtı: "Evet, şair bu kitaplarından sonra, Memleketimden İnsan Manzaraları'nı yayımlamıştır." Dondum kaldım. Gülemedim de. "Peki bu gerekçenizi denetim raporuna yazınız," dedim. Bilisizliğini yüzüne vurmadım. Sormuş, soruşturmuş, sizi Nâzım Hikmet'le karıştırdığını anlamış, izlencenin yayımına izin vermiş.
Karşılıklı atılan kahkahalardan sonra, Dağlarca'nın "şairlerin yurt dışında tanıtılmasında çevirmenlerin rolüne ilişkin Nâzım Hikmet ile ilgili saptamasından" yola çıkarak, sordum:
- Sizin şiiriniz çevrilebilir mi?
- Mükemmel çevriliyor.
- Sizin şiirinizin çevrilmesinin çok zor olacağını düşünüyorum. Sizin şiir diliniz, imgeleriniz bir başka dilde nasıl durur doğrusu merak ediyorum.
- Benim şiirim şu bakımdan çevriliyor, benim şiirimde muhayyele var, imaj var. Şiirin en büyük desteği muhayyele. Hiçbir şair, hiç kimse bu benim şiirimin içindeki coşkun imajlarım karşısında ilgisiz kalamıyor.
- Düşüncenizi değiştirme/geliştirme hakkınızı saklı tutarak çocuklar için yazdığınız şiirlerden oluşan kitaplarınızın birine bakıyorum, Yaramaz Sözcükler'de, yalnız yaşayan emekli bir öğretmeni anlatıyorsunuz. İlk baskısı 1977'de yapılmış bu kitabınızda öğretmen anılarını yazmaya girişmiştir. Ancak sözcükler ona oyun oynamaya koyulur. Gündüz yazdıkları geceleyin değişmekte, orasına burasına gelen sözcükler bambaşka anlamlar çıkarmaktadır ortaya."Gerçek bir öykü" diye anlatıyorsunuz bu olayı. Sanki dizgi yanlışlarından, çevirilerdeki anlam değişmelerinden yakınıyorsunuz.
"Ne olur
Bir dizesi
Bir dizesine uysa
Bozulmasa
yazdıklarımdaki anlam"
diyorsunuz. Bu şiirinizden yola çıkarak yazın tarihçisi Konur Ertop aslında sizin, "gerçekteki yayımcılarından, çevirmenlerinden yardım umduğunuzu" söyler ve sürdürür: "Ama sözcüklerin anlam değiştiren oyunu sürüp gider. Bu arada sözcüklerin yeni sıralanışlarında zengin, şaşırtıcı imgeler, taze anlamlar yaratması hoş bir cümbüştür. Bir derstir yaramaz sözcüklerin vermeye çalıştığı: Daha doğru, daha güzel, daha aydınlık yazmaya, sözcükleri yer-lerine daha yürekten koymaya çağırır uğraşanları."
Yazar Bedirhan Toprak'a geçen yıl söylediklerinize bakıyorum, şiire yaklaşımınızı aktarmaya çalışırken. Şöyle diyorsunuz: "...Ben şiire inanırım. Şiirde yalan söylemediğime isterim ki okuyucularım da inansınlar. Kısaca, ben yazdıklarımın bir parçasıyım. Yazdıkça, her şiirin birazı gitmişse de benden birazı kalmıştır.
Bir de şu var: Şiir bende mayalanıyor. Maya gibi oluyor. Sözcükler beynimde çiftleşiyor sanki. Bir bakıyorum iç içe çoğalıvermişler. Yazmasam belki bin kişi olacaklar; yazarak azaltıyorum onları. Yolculuk gibi bir şey biraz da: Yola çıkarıyorum onları ve onlar bir yerde, inecekleri durağa geldiklerinde iniyorlar. Ki asıl demek istediklerim bunlar değil, bunlara benzer sözcükleri siz düşününüz, siz bulunuz. Sözcükler, belki, konuşurken de, yazarken de birer 'tay'... Taylara benziyor hepsi; onları ilkin ıslıklarımla çağırıyorum, geliyorlar, gidiyorlar, siz buna konuşma diyorsunuz!"
- Ben yalan söyler gibi şiir söylüyorum. Herkesi inandırıyorum. Ben şiiri candan söylüyorum.
- "Ben şiiri yalan söyler gibi yazıyor, herkesi inandırıyorum" mu diyorsunuz? Yanlış anlamadım değil mi?
- Yok. Kuvvetli yalanlar gerçekten daha kalıcıdır. Yalanın da çehresini düzeltmek lazım. Dokuz doğru yanına bir yalan koyacaksın. Ben halk şiiriyle yaşayan bir adamım. Bana halk şiiri çok şey kazandırdı.
Neyse bütün bunlar hikâye. Önümüzdeki yıllar, kimin ne olduğunu söyleyecektir. O yılları dinlemeli.
- Eskilerden, yenilerden hangi şairleri seversiniz, diye sorsam, çok mu sıradan olur?
- Ben Orhan Veli'yi severdim; ama Orhan Velivari şiir yazılamaz. Çok yüzeysel kalır.
"Çocuklar, korkunç Allahım,
Elleri, yüzleri, saçları.
Uyurlar bütün gece.
Yok sana ihtiyaçları."
Şunun güzelliğine bak. Biz her işimizi Allah'a bağlıyoruz. Ama bunun çocuk edebiyatında yeri yok. Çocuk öyle yapmıyor, davranmıyor.
- Onun için mi çocukları çok seviyorsunuz?
- Ben çocukları çok severim. Ben çocukla ayağa kalkarım.
- Onun için olsa gerek, bir konuşmanızda "çocukluk benim kimliğimdir" dersiniz ve sürdürürsünüz: "Çocuk konusu, benim hep içimde sıcaklığını duyduğum en büyük konudur... Kalemi elime aldığım günden beri, her zaman çocuğa dönük bir adamım. Karşımda her zaman bir çocuk var gibi... Kendimi her zaman biraz çocuk görmüşümdür. O çocuk duyarlığı içinde kalmışımdır... Çocuk şiiri yazarken gülümsüyorum ve daha başka bir sevinç duyuyorum. Çocuk şiiri olabilir mi? Olabilir. Çocuk şiiri şudur: Çocuk şiirinde yapıyı, nesnelliği, konuları, onun açısına göre daha ince seçmek, ilk duyarlılar, ilk özgürlükler, ilk ölçüler içinde yazmak gereklidir." Böylece hem dersimizi çalıştığımızı, hem de sizin aracılığınızla genç şairlere yol gösterdikten sonra, çok sevdiğim Orhan Veli'ye dönelim isterseniz. Tanışıklığınız vardı, bildiğim kadarıyla...
- Orhan Veli çok efendi bir insandı. Birkaç defa içki de içtik. Terbiyeli adamdı, sofrada aksilik yapmazdı. Yazılı Orhan Veli şifahi Orhan Veli'den çok gerideydi. Çok da feci şekilde öldü. Çok üzüldüm. Çok genç öldü.
- 36 yaşında. Ankara'da belediyenin kazdığı çukura düştü, beyin kanaması geçirdi. Fark edilemedi. İstanbul'a geldi, öldü.
- Çok yazık oldu, çok. Edebiyatımıza daha çok katkıları olacaktı.
- Sizi yormaktan korkuyorum, Sizin bana verdiğiniz bir öğüt vardı; "on kalın defter al, her birini bir aruz kalıbıyla doldur, sonra onları yırt at, şiir yazmaya başla." Bunun dışında gençlere, şiire yeni başlayanlara vereceğiniz öğütler var mıdır?
- Şiir yazmak çok esaslı bir çabadır. Gençler şiirle uğraşacaklarsa, serbest şiirle yetinmesinler, bunun mazisinden de ellerinden geldiği kadar bir şeyler öğrensinler. Çok zordur, fedakârlık yapsınlar, kitap karıştırsınlar. Her edebiyatın klasik bir yanı vardır. Onsuz bina kurulamaz. Ben aruzun bütün vezinlerini ezbere söyler ve uygularım. Bu hale gelsinler; ama yazmasınlar. Yeni Türk şiirinin içine düştüğü çukur cahillik çukurudur. En aşağı altmış genç şair var, altmışının da aruzdan haberi yok. Ayıp, çok ayıp.
- Şiirinizin bu toprağa bastığı denli yeryüzünün öteki bölümlerine de bastığını görüyoruz. Kurtuluş savaşı destanını yazdınız; ama Vietnam'ın destanını da yazdınız. Türkiye'nin sorunlarıyla ilgilendiniz; ama dünyanın sorunlarına da duyarsız kalmadınız. Bu açıdan baktığınızda şimdiki siyaset, Türkiye'nin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
- İnsanın dünya şiirinden söz etmesi için dünya edebiyatını da izlemesi gerek. Türkiye'de maalesef bu iş ölü bir halde. Vietnam çok benzerlik gösterdiği halde kimse tarafından incelenmemiştir. Birkaç kişi bununla alakadar olmuştur. Sol şairler bile alakadar değiller. Çünkü yapmacık içindeler. Ne yapacaksan içtenlikle yapacaksın. İçtenliğin olmadığı yerde büyük bir başarı düşünülemez.
- Sayın Dağlarca, doğrusu sizi yormuş olmaktan korkuyorum. O yüzden başka soru sormayacağım. Ancak, bu söyleşi olanağını verdiğiniz için, "dünyada sesin ve fotoğrafım kalacağına şiirim kalsın" düşüncenizi ihlal ederek ses almama ve fotoğraf çekmeme izin verdiğiniz için size "minnettarlığımı" sunuyorum. Yeniden görüşmeyi diliyorum.
- İstediğin zaman gel. "İki hainimden biri", "gözlerim" izin verdiğinde senin bu Sesleri Bende Kaldı kitabını okuyacağım ya da okutturacağım. Bakıyorum, aramızda olmayan birçok arkadaşım var içinde. Seslerini yeniden duymak olanağı veriyor bu kitap ekindeki plak.
- Şimdi bunlara CD ya da DVD diyorlar.
- Çok önemli, çok güzel bir çalışma. Kutlarım seni.
- Teşekkür ederim. Adınızı taşıyan bu sokaktan, bu yalnız yaşadığınız evden bizi, bütün dünyayı aydınlatmaya uzun süre olanak bulmanızı dilerim. Burada gereksinme duyacağınız herhangi bir yardıma koşturmakta her an hazır olduğumu bilmenizi isterim. Bir telefon etmeniz/ettirmeniz yeterli.
Söyleşi boyunca bizi izleyen, fotoğraf çekimine katkıda bulunan, yardımcısı Ömür Hanım'a döner şiirimizin doruğu Dağlarca, gözleri dolu dolu:
- Duyuyor musun Ömür, Alâettin ne diyor? Bana böyle bir şeyi, ömrümce kimse söylemedi. Telefonunu al, her an göreceğim bir yere koy.
Kendimi dünyanın en yüksek doruğundan aşağılara doğru uçarcasına kayan bir kayakçı gibi duyumsadım. Ya da Nobel edebiyat ödülü almış gibi.
ALÂETTİN BAHÇEKAPILI
Ataşehir Ev & Kültür Dergisi, 4 Şubat 2008

ŞİİRLERİ