EDEBİYATIMIZDAN ON İNSAN BİN YAŞAM
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Fazıl Hüsnü Dağlarca, sizi tanıdığımda çocuktum. Evimizin kitaplığında ben doğmadan önce yazdığınız “Çocuk ve Allah”ı bulup okuduğumda, biri bu şiirleri yalnız ama yalnız benim için yazmış sanısına kapıldım.

Sanki yalnız benimle konuşuyordunuz o sayfalarda... Sonradan, sizin şiirlerinizi en az benim kadar seven başkalarının da olduğunu öğrendikçe, nasıl da kıskandım... Ozanlar hepimizindi... Sonra zamanla “ ozanlar hepimizin’’, çaresizlik olmaktan çıktı, mutluluğa dönüştü...

Hayır, Kadıköy’de eskilerden kalma bir pastahanede, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yla buluştuğumda, bunları ona söylemedim. Hem artık çocuk değildim. Benim kuşağımın çocukları da Dağlarca’nın şiirleriyle büyümüşlerdi.

Yakında onların da çocukları...

Dağlarca, masaya 74 yıllık birikimini koydu. Ben de bomboş beyaz sayfaları ve kalemimi...

“Önce şuraya, tepeye, dizinin başlığını yazın” dedi.

Yazdım: Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam.

“Şimdi altına,” diye dikte ettirdi:

“Bu çalışmanızın da başkalarınkinden ne uzak, soru sorduğunuza ne yakın olduğunu hemen duyuyorum.” (Bu cümleyi yazmasak olmaz mıydı? Hayır olmazmış. Peki, yazdım. Sürdürüyorum:)

“Bin yaşamı kalabalık gibi sevdimse de, bana yüz yaşam düştüğünü kavrar kavramaz, çok az buldum. Kendim için söylüyorum ‘Yüz Yaşam’ı, ben buradan kalkar kalkmaz ilk saat içinde yaşarım... Hele akşamları, sokaktan dönünce, üç oda bir salonun yalnızlığında, içeri girer girmez ya yüzbinlerce kişi olduğumu ya hiç kimse olmadığımı size anlatamam...”

Bu başlığı matematiğe vurmak gerekmediğini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yüzbinlerce yaşadığını, yarattığı yüzbinlerce dünyayla bütünleştiğini bildiğimizi açıkladım ve söyleşiyi sürdürdük.

Ama önce taa 74 yıl geriye dönüp, çocukluk günlerinde ve yörelerinde geziniyoruz. Yaklaşık dört yıl önce yine bu pastahanede bir başka masanın başında çıkmıştık böyle bir yolculuğa. O yolculuğun yazıya dökülmüş biçimini Dağlarca da, ben de çok sevmiştik. Haydi öyleyse, pupa yelken yine aynı yolda iz sürüyoruz...

Çocukluk

“Çocukluğumdan ellerime düşen gölge şöyle: Evimiz tam bir sanat çatısıydı. Edebiyat, müzik, resim; babam, annem, kardeşlerim gibi ev toplumunun canlı kişileriydi... Evimiz Konya’daydı. Annemin babasından kalma, arkasında bahçesi ya da küçük bir ormanı olan üç katlı bir yapıydı. O kadar büyüktü ki, sağında solunda iki büyük aile otururdu. Solda halamız -ama iyi belirtin, solda onlar, biz değil- sağda alt katta biz, üst katta teyzemler otururdu. Bizim bölümde üç ablam, bir ağabeyim, okul havasını eve taşırdı...

Okuldaki derslerin hepsi masanın üzerinden geçerdi. Okuldaki şarkılar, resimler, edebiyat ödevleri hep evde tartışılırdı... Okulumda bir gün öğretmenimiz ilk aruzu yazarken, veznini yanlış söyledi. Elimi kaldırıp düzelttim. Öğretmen şaşırdı...

Ablalarım Macar hocalardan keman dersleri alırlardı... Babam keman, annem ut çalardı. Koro eşliğinde konserler verilirdi evde. O zamanki bütün subaylar gibi babam çok kültürlüydü. Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arapça, Farsça bilirdi... Bizim evde Türkçe o kadar güzel konuşulmaya çalışılırdı ki, kimse yanlış yapmayı göze alamazdı. Yanlış hemen bulunur, yüzüne çarpıtırdı. ”

Çok mutlu bir çocukluğa benziyor Dağlarca’nın anlattıkları.

“Mutlu ama, siyah-beyaz.”

Ne demek mutlu ama siyah-beyaz.

“Kısa sürede üç ölü yaşadı evimiz. Ablam veremden öldü. Evimizde aileden biri gibi olan Zerafet bacı öldü. 13 yaşındaki Şakir ağabeyim öldü... Benim gözüm ölüm görür olmuştu ya, kim ölse görürdüm. Bunlara Konya isyanı eklendi. Hükümet binasının sağında solunda, beşer onar çift asmışlar gördüm... O yıllarda beni tartsalar, gözlerimi ayrı tartsalar, gözlerimin ağırlığı bin kat fazlaydı... Ondan siyah-beyaz dedim.”

Gözü yalnız ölüm görür oldu mu insanın, mutlak bir sığınak bulmalı kendine.

“Görmeye sığındım, iyice görmek, görmenin acısını azaltmakta ya da acının yerini almakta... Böylece belki acıyı da azaltmakta.”

“Sonra yazma çabasına sığındım. Ben herkes okula gider şiir yazmayı öğrenir sanırdım. Okuma yazma öğrenmeden önce ezbere şiir kurardım. Ama şiir kaçardı kafamdan. Ah bir yazma öğrensem de kaçmasa derdim.”

Askerlik

Şiir yazmanın okullarda öğretilmediğini, ancak üçüncü, dördüncü sınıfa geldiğinde öğrenecekti. Babası süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey’in görevi gereği ilkokulu Konya ve Kayseri’de, ortaokulu Tarsus ve Adana’da okuyacaktı. 11 yaşında İstanbul’a gelecek ve Kuleli Askeri Lisesi’ne girecekti.

Kuleli Askeri Lisesi, ardından Harp Okulu... Sonra “ Doğu Hizmeti”: Erzurum, Çıldır, Aras, Ağrı Dağı sırtları... Sonra Trakya... 1950’de önyüzbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrıldı. 1933-1950 arası, onyedi yıl askerlik... Askeri eğitimin olumlu ve olumsuz yanları nelerdi? Kişiliğini, sanatını nasıl etkiledi?

“Yararı şu oldu: Sınıflandırmayı öğrendim. Konu bölümleri yapabildim. Kitaplarım askeri birlikler gibi, her biri kendi varlığını yaşatır. Grameri, sentaksı tamamdır... Şiir yapısı üzerinde kılık kıyafet yoklaması gibi titizlik gösteririm. Beşbin kişiyi önüme dizsinler, hangisinin düğmesinin açık olduğunu görürüm. Kitaptaki sözcükleri de öyle... Zararı: Batı edebiyatının, kültürünün daha yakın gelmesini önledi. 15 yıl subaylıkta, 12 gün izin aldım. Annem hastalanmıştı. Yıllarca hiç tatil yapmadan çalıştım...”

Ya kişiliğini nasıl etkiledi askerlik?

“Şöyle diyeyim: Ekin ekilir, üzerinden silindir geçer, yok olan ölür, güçlüler büyür. Beni güçlendirdi.”

Harp Okulu’nun ikinci sınıfındayken, Dağlarca’nın ilk kitabı “ Havaya Çizilen Dünya” yayınlandı. Yıl 1935. Kendi parasıyla bastırmıştı kitabını. 21 yaşındaydı.

"(.....)
Dudakların habersiz söylendiği şarkılar,
Vücudun ağaçlardan önce duyduğu bahar.
Çiziyorum havaya dünyamı bir çiçekle
Ve hayran bakıyorum bu rüya gibi şekle!”

Doğu hizmetinde geçirdiği yıllarda ise “Çocuk ve Allah” (1940) kitabında yer alacak şiirler oluşuyordu.

Bütünlük

O gün bugün aradan nice yıllar, nice şiirler, nice şiir kitapları geçti. Kitaplarının sayısı neredeyse yaşına ulaşacak...

O gün bugün aradan nice duyarlılıklar, kurduğu nice dünyalar geçti. Acılar dünyası, ölümsüzlük dünyası, sevgiler dünyası, çocuklar dünyası, yeryüzü vatandaşlığı dünyası, destansı savaş ve kavga dünyaları, Erzurumlu bir böceğin ya da Sivaslı bir karıncanın yürüyüşüyle başlayan, horozlar, kediler, kınalı kuzular, yazıları seven ayılar, mandalinaya âşık dev balinalarla süren, hayvanların, bitkilerin birer simge olmaktan öte toplumla ya da benliğimizle bütünleştiği dünyalar...

“Bütün bu dünyaları masaya çağıralım mı? Tümü bir bütün olduğuna göre...”

“Nasıl bildiniz şaşıyorum. Üç yıl önce bir yapıt tamamlamıştım. Yine üzerinde çalışmaktayım. Bu yapıtta taa amipler yaşamımızdan başlayarak, bütün hayvanlardan, bütün bitkilerden geçen yaşamımızı, Mezopotamya’daki dinler çağındaki ‘kendi’mizden söz ederek, Malazgirt Savaşı’na dek insanı anlatmıştım... Yapıtın adı birçok gelip gitmeler geçirdi, sanıyorum ‘Hangisiyim?’ olacak... İşte bu yapıtımdaki sonsuz yaşamalarımızın yerini nasıl gözlerimde okudunuz şaşıyorum.”

“Gözlerinizde ya da bugüne dek yazdığınız tüm şiirlerinizde, ya da sizden duyduğum sayısız sözcükte... Hem zaten, sizde bunlar birbirinden ayrılmıyor, hepsi bir bütünlük taşıyor...” demedim. Çünkü Dağlarca sürdürüyordu konuşmasını:

“Bu yapıtta, çok eskiden Paris’te, Hayvanlar Müzesi’nde tanıştığım birçok kardeşlerimi, yine orada Bitkiler Müzesi’nde tanıştığım sayısız yeşil kardeşlerimi, benimle ve birbirleriyle bakıştırmaya çalışmıştım... Biterse, yayınlayabilirsem, görebileceksiniz. Son duyarlığım şudur: Kişi, evrenin yaradılışından kalma bütün bileşimlerden ‘ayrılmadan kopma’ küçücük bir parçadır. Bunu annemden daha yakın bir ısıyla duymaktayım.”

Evrenin yaradılışından bu yana tüm bileşimlerin küçücük bir parçası olmak... Ne büyük, ne müthiş bir zenginlik...

Ve bunu, insanın “anneden daha yakın bir ısıyla” duyması... İster istemez Dağlarca’dan dinlediğim, annesine olan aşırı tutkusunu anımsıyorum:

“Annemin kokusu öyle bambaşkaydı ki...” diye başlayan ve biten bir çocukluk anısı...

“Anneme çok bağlıydım. Çok küçükken, gece uyanır, annemin babamın kapısına gelir, soluklarını dinlerdim. Büyük büyük olanı, biraz sakallı olanı babamınkidir. Derin derin olanı, ak gibi olanı anneminkidir. Yaşadıklarına inanır, sevinirdim. Sonra suçlardım onları. Onlar ne biçim yaratıklar? Anne ve babaları yanlarında olmadan nasıl uyurlar? Sanırdım ki kimse annesiz babasız uyuyamaz. Annemin kokusu öyle bambaşkaydı ki, bir milyon annenin içine katsalar, benim gözlerimi bir milyon kez bağlasalar, hemen bulurdum.”

Çocukluktan kalan gölgelerde oyalanmayı sürdüremiyorum, çünkü Dağlarca yeni çalışmalarına ilişkin sözlerini sürdürüyor:

“Bunu da istemeden açıklayacağım: Yine bu yılki Kitap Fuarı’ndan sonra üzerinde çalışmaya başladığım, bir başka yapıtta yukarıda görünüşünü özetlediğim, parçanın evren değerlendirilmesini de yazarak, binlerce yaşamayı başka bir bakışla saptıyorum. Bu yapıtın da 80 şiiri bitirilmiştir.”

Dağlarca’nın çalışma hızına, temposuna, ritmine ayak ya da yürek uydurabilmek oldukça güç. O hep koşuyor, ben arkadan yetişmeye çalışıyorum. Halen üzerinde çalışmakta olduğu, yok yok olmadı, birlikte yaşamakta olduğu öyle çok şiir, öyle çok duygu, öyle çok coşku var ki...

“Çalışmalarımda yeni bir aşamaya vardım. İlk günlerin, ilk yılların, ilk on yılların çalışmalarına benzemiyor bu. Onlarla doyamadım çünkü. Bütün ozanların neden şiir yazdıklarını bulmak isterken, kendimin şiir yazma isteğinin çok ötelerinde, binlerce bakışlı bir yaratık olduğunu, ya da kendi gövdemin gövdelere bölündüğünü, iki kere iki dört eder gibi buluyorum.”

Bir an için durdu ve ekledi:

“Ozanların kâğıtları birleşiktir. Büyük bir kâğıt, birer ucuyla onların masalarındadır. Elimdeki kâğıdın nerelere kadar gittiğini nerelerden geldiğini duyabilmekle mutluyum.”

İşte yine o müthiş zenginlik... Ben, ozanlarla, yalnız biz sıradan okurların çoğaldığını sanırdım. Oysa ozanlar da çoğalıyor, öteki ozanlarla,

Sevgi üzerine

“Kimi konulardan hiç ayrılmıyorsunuz. Neden?”

“Bunu ben de kendime çok sordum. Kişi doğadan, ülkesinin çocuklarının doğasından kurtulamaz. İlkin sevgi şiirlerini düşünelim... Sevgi şiirleri her ilkyaz doğanın seslenmesinden başka nedir. Hele ozanlarda o ilkyaz dört mevsim de sürüp giderken... Sevgi şiirlerini seviyorum da, sevmiyorum da. Sevmiyorum, doğanın çığırtkanı gibiyim orada. Seviyorum, kendimin çığırtkanıyım. Size, yenilerden bir avuç sunacağım.”

Bir avuç değil, yürek dolusu sundu. Yerimiz dar, ondan ancak bir-kaçını sizinle paylaşabiliyorum. İşte Dağlarca’nın hiçbir yerde yayınlanmamış, en yeni sevgi şiirlerinden bir demet:

“Yazma Olayı”:

“Yazarken / Değdirir gibiyim / Yüzümü / Senin yüzüne.”

“Uykudaki”:

“Senin yanında yatarken / Duyuyorum / Kirpiklerim birbirine değse bile / Uyumanın / Seni görmemek olmadığını.”

“Tanıtma”:

“Sevgimin / Karanlığı yeryüzüdür / Seninle bakışmamız / Gökyüzü.”

“İç Değişimi”:

“Seni sever sevmez / Sezerim birdenbire / Seni sevdiğimi sevmişim / Seni sevecekken.”

Sevgiden, sevdadan konuşurken söylemişti:

“Üç, dört kez o iş başımdan geçti. Hep çok yıprandım. Bütün şarkıları dinlerken ağlamaklı oldum. En adi şarkıları bile gerçek bulmaya başladım... Tanrı bana bir daha öyle şey göstermesin... Ne dram, ne dram! Gerçekleşen aşk, düşleneni dolduramaz. Hep dışarıda kalır. Yarası, gölgesinden çıkar... Aşk biraz da bu yüzden ölümle eş anlamlıdır...

Mutlulukla biten aşka aşk denmez. Ona sevişme denir. Bunun örneklerini de ‘Çıplak’ kitabında bulabilirsiniz.

Anımsıyorsunuz değil mi...

“Çıplak” kitabından örneğin “Toplam” adlı şiiri:

“İki / Sevgi ne eder / Bekler biraz / Sevişmek eder.”

Yeni sevgi şiirlerine ilişkin söyleyeceği henüz bitmedi Dağlarca’nın:

“Sevgi şiirlerinde ozanlar kendilerinin sevgisini yazdıklarını sanmaktadırlar. Belki de kendilerinin ve sevdiklerinin sevgi önündeki ‘modellik’lerindedirler. Bunu nereden mi anlıyorum, daha doğrusu anlamadan neden mi ileri sürüyorum? Yazıldığı günden çok sonra onları yeniden okurken, hepsinin birbirlerini bütünlediğini, hepsinin ‘bir’ini anlattığını seziyorum. Şiirlerimin kadınları güzelleştireceğine değişmez bir inancım var. Bu belki de hepsine seslendiğim içindir.”

Bu kadar açık yüreklilik biraz da cesaret işi! Teşekkürler, Dağlarca!

“Karşı Duvar”

1959 yılında, Fazıl Hüsnü Dağlarca, İstanbul’da Aksaray’da Kitap Kitabevi’ni kurdu. Kitabevinin vitrinine, güncel konular üzerine yazdığı şiirleri içeren, yetmişe iki yüz boyutlarında bir kartondan oluşan “ Karşı Duvar” dergisini asıyordu. Dağlarca kitabevini daha sonra Şehzadebaşı’na taşıdı ve 1974’te kapattı. Büyük ilgi çeken “ Karşı Duvar” da sona erdi.

“Bugün ‘Karşı Duvar’ı çıkaracak olsanız, nasıl bir şiir yazardınız?”

“Niye bunu bana sordunuz! Bu soru bana çarpar çapmaz boyumun bir santime indiğini gördünüz sanıyorum. Karşı Duvar dergisini yayınlarken birçok kurumlarımıza inanıyor dum. Birçok kişileri ‘adam’ sanıyordum. ‘Adam’ sözü kadını da içerir. Önünden geçtiği zaman bayrağın da eğildiği o kişileri de içerir... Bir söz var: Uluslar alın yazılarını kendileri yazarlar... Bunu anımsayınız. Karşı Duvar dergilerini okuyanlar da yukarıdaki ‘adam’ kavramının içindedirler.”

“1988 yılının bu konuşmanın yayınladığı gününde Karşı Duvar dergilerine ne ben erişebilirim ne de onu okuyanlar. Açıklayayım: Hepimiz bulunduğumuz yerlerde güzel yurdumuzun gerçek yurttaşı değiliz. Birer yararsızıyız...”

Masaya utanç çökmüştü ti, “Kızılırmak Kıyıları” şiirinin son dizelerini okudu:

“Kardeş görmüyorum ama hâlâ duyabiliyorum / Geçmiş zamanlar geleceklerden parlak değil.”

Ve sonra ekledi:“Karşı Duvar dergilerini, evde, masamda, arkadaşlarımın gözleri önünde sürdürmekteyim. Yayınlayabilecek bir yer bulursanız, bir aydınlık gibi herkesin yüzüne değebilirler.”

Tümünü yayınlayacak bir yer bulunabilecek mi bilemiyorum. Ben günü gününe yaşanan, yazılan, duyulan bu şiirlerden birini paylaşıyorum sîzlerle.

Şiirin adı “ Arama”:

“Yolu kestiler karanlıkta / Girdiler içeri dokuz demir başlık / Silah aradılar // Ceplerimizde / iç ceplerimizde / Koltuk altımızda / tabanlarımızda / Apış aralarımızda. // Bulamadılar / İlk çağlardan bu yana / Bulamadılar ki / Yüreklerimizi bizim.”

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yasaklarla haşır neşir olduğu dönem, “Karşı Duvar” dergileri dönemi. Bunların ilkini ondan dinliyorum:

"Duvara Horoz adlı şiir asılmıştı. O gün içeriye iki polis girdi. Horoz adlı şiirin toplandığını bana ‘tebliğ’ ettiler. Arkadaşlarıma rica ettim. Duvardan indirdiler. Kartonu boru gibi yaptılar. Polisler boruyu iplerle bağladılar. İpleri mühürlediler. Öteki nüshaları istediler.”

Oysa başka nüsha falan yoktu. O gün Horoz şiirinin yerine Savcı’ya adlı şiirini astı Dağlarca. Defalarca savcılığa gitti geldi, gitti geldi, sonunda aklandı.

Karşı Duvar şiirlerinden biri de “İkili Antlaşma Anıtı” başlığını taşıyordu. Türk askerlerinin Amerikan helalarını temizlemelerinden söz eden bu şiir “ Tüm” dergisinde ve “ Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde de yayınlanacaktı. Bu şiir nedeniyle de Dağlarca’ya dava açıldı.

“Dava sürerken elimi kaldırıp söz istedim. Şöyle dedim: ‘İkili antlaşmalar gereğince Amerikan helalarını temizlemek Türkiye’ye aitse, ben 60 yaşıma rağmen bu helaların hepsini temizlemeye hazırım, ta ki Türk askeri bu helaları temizlemesin.' Salonda yüze değen korkunç bir sessizlik görüldü. Beş dakika sürdü. Kimse soluk almadı. Sonra yargıç, öncekinden çok başka bir sesle davayı ertelediğini bildirdi.”

Karşı Duvar dergisindeki çeşitli şiirler için dava açıldı ama, tümü beraat etti. “Yani yazarlıktan hiç mahkûmiyetim yok” diyor Dağlarca. (Buraya bir mim koyun. Sonradan döneceğiz aynı konuya.)

"Türkçem"

Yasaklar, yalnız polisle, jandarmayla, savcı ya da yargıçlarla, özetle yasalarla gelmiyor. Yasaklar, sessiz, derinden, bir günden ötekine, kurumların yok edilmesiyle, yeni kurumların kurulmasıyla, toplumsal baskılarla da geliyor.

Anadilimizden, Türkçemizden konuşuyoruz Dağlarca’yla. Türkçeye yöneltilen tehditlerden, Türk Dil Kurumu’nun geçirdiği değişikliklerden...

Türkçeyle soluk alıp veren, “Türkçem, benim ses bayrağım” diyen, “Türkçem bana şiiri söyler. Türkçeyi dinliyorum o kadar, ben bir şey katmıyorum, bana yalnızca Türkçemin söylediğini yazmak kalıyor” diyen Dağlarca’yı dinliyorum:

“Birçok aydın düşüncelerle beslenen Mustafa Kemal, Anadolu kurtuluşundan sonra çok düşünmüş Türk kurtuluşunun Türk diliyle orantılı olduğunu eyleme geçirmiştir. Demokrasi yolunda ilerleyen siyasi davranışlar, bu ‘demokrasi’ sözcüğünden Osmanlıca anlamını çıkarmışlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal ülküsünü gözardı etmişlerdir...

Ben bir Türk subayı olarak, Türkçeyi orduda Anadolu’nun arı çocuklarından öğrendiğimi hep açıklamışımdır. Türk ordusunda Türk dili sevgisi uygulaması derindir, dil devriminin ilk günlerine dek uzanır. Ne yazık ki ordudan gelen Orgeneral Kenan Evren, son anayasa değişikliğinde evet diyenlerle, arı dilin yok edilmesine evet diyenlerle, cumhurbaşkanı olmayı yeğlemiştir...”

“Yurdumuzun geleceği arı dilimizden geçmektedir. Uygarlığın bütün yeni buluşları, yeni sözcüklerle ülkeyi kaplarken, tek savunmamız anadil olacaktır. Bu gerçeği görmeyenler, Osmanlıcaya sarılanlar, yabancı dil saldırısına daha da savunusuz kalmaktadırlar. Şaşılacak şey şudur: Osmanlıcayı savunanlar kendilerine ne yüzle ulusçu diyorlar? Türk Dil Kurumu Koçaklamasında da söylediğim gibi, kendine ‘milliyetçi’ diyenin Türk olduğuna inanmıyorum.”

Öylesine dolu ki, bu konuda Dağlarca,

“Şunu da yaz” diye ekliyor:

“Bu ülkümü yukarıdaki sözlerle bırakmayacağım. Yasa yollarına da başvuracağım.”

Şiir

“Türkçem söylüyor, ben yazıyorum” demişti. Ama nasıl oluyor da bu Türkçe, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya yalnız şiiri söylüyor da düz yazıyı hiç mi hiç söylemiyor?

Bu sorunun tek yanıtı olabilir. Şiir aşkı, şiir tutkusu, şiirin kara sevdası...

Ya da Dağlarca’ya göre:

“Her şiirden sonra sana yüz sopa deseler varım. Öyle severim şiir yazmayı, doyamam... İki parmak, bir gözüm kalıncaya dek her şeyimi vermeye hazırım şiir için. İki parmak kalem tutmaya, bir göz okuyup yazmaya...”

“Şiir benim yakamı bırakmaz. Geceleri uyutmaz. Şiirsiz üşürüm. Ne giysem üzerime şiirsiz ısınamam...”

“Hem öyküyü, hem şiiri bir arada dahiler yazsın. Ben hâlâ okula giden küçük bir çocuğum. Ben mektup bile yazsam, kâğıttan yazı bana ‘hmmmm, dur bakalım n’oluyoruz’ der... Ben şiiri ne çok seversem, o da beni öyle sever. Şiirle sevgimiz karşılıklıdır.”

Yanılmıyorsam, yalnız şiirle değil, çocuklarla da sevgileri karşılıklı. “Beni ne kadar çok çocuk okursa, o kadar çok yaşarım” diyen Dağlarca’nın.

Bunca sevgiyle kuşatılmış bir insanın hiç acı çekmemesi gerekir diye düşünüyordum ki, Dağlarca’nın yaşamındaki en büyük acıyı tanıdım.

"En büyük acıyı bileğime kelepçe takıldığında yaşadım. O kelepçe benim bütün özgür yazarlığıma, yazdıklarıma, yazacaklarıma takılmıştı. Acım, ölümlü gövdemin, bileklerimin acısı değil, evrene değen sözcüklerime takılmış kelepçenin acısıydı... O acıdan sonra, bütün evreni bana bir giysi gibi giydirseler yine de mutlu olamam..."

12 Mart döneminde, evinde subaylığından kalma ruhsatlı tabanca bulundu gerekçesiyle, evinden alınıp götürülmüş ve 15 gün Sağmalcılar Cezaevi’nde yattıktan sonra, kefaletle bırakılmış, daha sonra aklanmıştı.

Kaç saattir konuşuyoruz ve daha pastasından bir çatal bile almadı Dağlarca.

“Ben pastayla değil, ancak sorularınızla doyabilirim” demesiyle, bir başka soruya sarılıyorum:

Peki, bugün kültürümüzün karşılaştığı en büyük sorun ne?

“Kişilik eksikliği” diye geliyor yanıt. “Sanat, çağdaşlaştıkça anonimleşiyor. Topluma, toplumun yüzleriyle dönüyor. Klasik dediğimiz çağların resmi, o resme bakanlarla belli bir uzaklıktaydı. Bugünkü resim, kendisine bakanlarla belli bir yakınlıkta. Bu yüzden kendine özgü kişiliği azalmıştır. Şiirde de, müzikte de bu böyle. Diskotekler neden böylesine dolu? Diskotekler müzik yazarının müziğiyle değil, müzik dinleyicilerinin ‘kalabalığı’yla dolu. Yine bu yüzden on yılda bir ‘yıldız’ değiştirmekteyiz.”

Acılar üzerine oyalanmak istemiyorum. Ama bildim bileli Dağlarca yalnız yaşıyor. Yalnızlık ağır basmaz mı?

“Yalnızlıkla ağırlık sözcüğünün ilgisi yoktur. Gece ağır basabilir. Yalnızlık insanı çoğaltır. Yalnızlık, eski anlatımla insanın ‘nüshası’dır. Yalnızlık insanın öbür dakikalarıdır. Kişi yaşamı boyunca yalnızlıklarının toplamıdır.”

Şu son paragrafın her tümcesinin kâğıt üzerinde altını çiziyorum, her birini yüreğimde büyütüyorum.

“Ben herkesin arasında yalnız bir insanım. Yalnızlığım bir yapıttaki sözcüklerin yalnızlığına benzer... Yapıtta binlerce sözcük var. Hepsi birden bir gerçeği söyler, hepsi de teker teker yalnızdır. Benimki böyle bir yalnızlık...”

ZEYNEP ORAL
On İnsan Bin Yaşam, S. 2-8

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI