"DİDEM'LE İLGİLİ ŞEYLER..."

Sombahar dergisinde yayımlanan şiirleriyle tanıdım onu. Aylâ Abla'ya verdiği öğütleri, Mr. Parkinson'un yaşadığı depremi sevmiştim. İzmir'de yaşadığını öğrendim sonra. Bu "gizemli şair" hakkında başkaca bir şey bilinmiyordu. Bir dizi uğraşıdan sonra onu bulabildim. Telefonda tanıştık Didem'le. 1995 yılı sonbaharıydı. Konuşmanın başında ikimiz de mahcuptuk nedense. Ama ne olduysa, iki cümle sonra kaynaşmış, dördüncü cümlede buluşmaya karar vermiştik. Peki ama nasıl tanıyacaktık birbirimizi? Cep telefonu, internet gibi şeyler yoktu çünkü...

Buluşma yerine, Belgin Doruk şapkasıyla gelmeyi teklif etti önce... ya da boynumuzda bir eşarp uçuşmalıydı. Eski bir Türk filminin içine dalmıştık sanki... epey gülüştük. Bir sürü fikir ürettikten sonra, elimizde kırmızı bir gül olmasına karar vermiştik. Kim daha önce gelirse Sevinç Pastanesi'nin önünde bekleyecekti. Bir Cumartesi günü, saat tam bir buçukta, işte or'da... Sevinç'in önünde bekliyordu beni. Elinde kırmızı bir gülle...

O gün bugün kardeşim oldu benim. Aramıza kimi zaman uzaklar girse de, bizi yaklaştıran o ilk günkü bağ her zaman güçlüydü. 2010 yılı Kasım ayı sonunda öğrendim hastalandığını. Bu kötü haberi, hayatında yer alan hiç kimseden saklamamıştı. Zeynep le birlikte (Zeynep Köylü) tedavi süresince bütün gelişmeleri yakından izliyorduk. Hiç inanmadık öleceğine. İlaçlar onu öyle yoruyordu ki -daha da yorulmasın diye- yaşadığı süreci daha geniş bir çevreye duyurmaktan özellikle kaçındık. Bulduğum her fırsatta yanında alıyordum soluğu. Zeynep, hastaneye yatışlarında ''has odabaşı" olarak ona refakat ediyordu. Her şeye rağmen bizi güldürmeyi nasıl da başarıyordu...

Onca tedaviye rağmen, kahredici bir ışık hızıyla ilerliyordu her şey. Hale Teyzesi, kuzeni Pınar ve Işıl... İzmir'den kuş olup uçmuştuk yanına. Ama kısa bir süre sonra, ağrı duymasın diye verilen ilaçlarla, derin uykulara dalmıştı. Ağrısı dindiği için uyumasına seviniyorduk bir yandan. Her an bir mucize olabilir diye ikna ediyorduk birbirimizi. Ölümünden bir gün önce Işıl, hastaneye kucağında bir defterle geldi. İçinde Didem'in el yazısıyla notlar bulunan bu defter, aslında bir ajandaydı. Son yazdığı şiir olarak, Işıl'a bir süre önce okuduğu şiir vardı içinde: 128 Dikişli Şiir.

Bu son şiiri bir kuytuda okuduk, son bir gece olacağım bilmeden... Işıl, Zeynep ve ben. Bir yokluğa yuvarlanır gibiydik... O gece Hale Teyze'yle birlikte kaldık Didem'in yanında. Sabah olmak üzereydi... Hastanenin antetli kağıtlarına, fotokopi çeker gibi yazmaya başladım Didem'in emanetini. Kaybolmasından korkuyordum. Hem şiirin başını okşarsam, sanki Didem hiçbir yere gitmeyecekti...

On gün kadar önce, ne kadar umutluyduk oysa... Doktor randevusu vardı. Yeni bir tedavi düşünülüyordu ve o günü heyecanla bekliyorduk. O sabah, Timur'la birlikte gelmişlerdi hastaneye, kafeteryada buluştuk. Özenle giyinmişti, neşeliydi ve çok hoş görünüyordu. Üç numara saçları, yüzünün bütün güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Makyaj yapmış, epeydir uzak durduğu küpelerini, kolyesini takmıştı. İçiyle dışıyla, her şeyiyle hazırdı iyi bir haber duymaya. Elinden gelen her şeyi yapıyordu iyileşmek için. Doktorun odasına vardığımızda bir kızı olduğunu hatırlattı özenle. Doktor gülümsedi, gülümserken, başka bir yüzün arkasına gizlenmeye çalışıyordu sanki... O başka yüz olmasa, dünyanın bütün sabahlan nerdeyse sular altında kalacaktı.

"Kaç şiir kaç kere sular altında kaldı"ysa... Bodrum katına, misafir olduğum, o rutubetli yalnızlığa dönebilseydik keşke. Onun yirmili yaşlarına... Buz kadar soğuk, nemli bir odada çay içmiştik bisküvi eşliğinde, şiir okumuştuk. "Yüzüm Güvercinlere Emanet" şiirini kumruların seslerini taklit ederek okumuştu: Gu-guk-guk! sesleriyle içimiz dışımız şiir olmuş, ısınmıştık.

Ve daha pek çok şeyle ısındık birlikte... pek çok şey yüzünden de içimiz titredi.

Yaşadığım bir acıyı paylaşmıştım epey zaman önce. "Tüylerim diken diken oldu. Bana şiir yazdıracaksın," demişti. Sylvia Plath'ın intihar eden oğlunu duyduğunda da, böyle olmuş belli ki. Oturup şiir yazmış kardeşi Sylvia'ya... Sonra Burcu'ya, Zeynep'e okumuş "Nicholas'ın Ölümü"nü. Ama daha sonra -duyduğuma göre- bir şeye çok kızmış... ve bir gece yansı yırtıp çöpe atmış yazdığı bu şiiri. Öldüğü gün Zeynep, aklında kalan tek dizeyi sayıklıyordu:

"Sylvia uyan! Nicholas sütünü içmedi!"

İzmir, Ekim 2012

MÜJDE BİLİR
Pulbiber Mahallesi, S. 107-109

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI