AĞAÇ

Uzaktaki Jarvis tepelerine bakan evden bir kule yükseliyordu, gündüz uçan kuşların yuva yapması ve baykuşun da gece çevresinde uçuşması için. Köyden bakınca, kulenin ışığı pencerelerden sızarak bir ateşböceği gibi görünüyordu; ama serçe yuvalarının altındaki odada ışık pek yanmazdı; temizlenmemiş tavanının üstüne örümcek ağları örülmüştü; bölgenin üst ve alt yanındaki yirmi kilometreye hakimdi ve tozların içinde pençe izleri olan köşeler sırlarını kendilerine saklardı.

Çocuk, damından bodrumuna kadar evi bilirdi; düzgün olmayan çimenlikleri ve saksılarından taşmış çiçeklerin bulunduğu bahçıvan kulübesini tanırdı; ama kulenin kapısını açacak anahtarı bulamıyordu.

Ev ruhsal durumuna göre değişiyordu, çimenliğin biri ya deniz oluyor, ya kıyı ya da gökyüzü ya da ne isterse o. Çimenlik bir kilometre uzanan kederli bir deniz ise ve o da dalgaların üstünde, parçalanmış bir çiçek üzerinde yol alıyorsa, bahçıvan çalı adalarının yakınındaki kulübesinden çıkardı. O da bir çiçek sapı alır eline, denizde yol almaya katılırdı. Bacaklarının arasına bir bahçe süpürgesini alınca, çocuğun her istediği yere uçardı. Dünyanın başlangıcından bu yana, her öyküyü bilirdi.

En başta, derdi, bir ağaç vardı.

Nasıl bir ağaç?

Şu karatavuğun öttüğü yerdeki ağaç.

Atmaca, atmaca, diye bağırdı çocuk.

Bahçıvan, ağacın tepesine bakar, bir dala tünemiş canavar gibi bir atmaca görürdü ya da rüzgârda dalgalanan bir kartal.

Bahçıvan İncil'i çok severdi. Güneş batıp da bahçe bir sürü insanla dolduğunda, kulübesinde mumunu yakar, ilk aşkı ve elmalarla yılanların efsanesini okurdu. Ama en çok İsa'nın bir ağaçta ölüşünü severdi. Ağaçlar, etrafında bir çit oluştururdu onun, mevsimlerin değiştiğini kabuğun üstündeki renklerden ve üstü örtülü köklere yürüyen cansuyundan anlardı.

İlkbahar dallar boyunca yürüdükçe, çıplaklıklarını değiştirdikçe dünyası hareketlenir, değişirdi; Tanrısı, elma biçimindeki dünyadan bir ağaç gibi büyür, onun çocuklarına dönüşerek tomurcuklanır ve onun çocukları da bulundukları yerden, kış rüzgârıyla savrulma imkanı bulurdu; kış ve ölüm tek bir rüzgârda bulunurdu.

Kulübesinde oturur, çarmıha gerilişi okurken, penceresinin dışındaki saksıların üstünden kış gecelerine bakardı. Böyle gecelerde aşkın yok olacağını düşünürdü, aşkın çocuklarının pek çoğunun da öleceğini.

Çocuk, rüzgârın savurduğu çimenleri oyunlarıyla başka şekle dönüştürürdü. Bahçıvan ona annesinin adıyla seslenir, kucağına oturtarak Kudüs'teki mucizelerden ve ahırdaki doğumdan söz ederdi.

Başlangıçta Beytüllahim köyü vardı, diye fısıldadı çocuğa, büyüyen karanlığın içinden çay talep eden zil sesi gelmeden önce.

Beytüllahim nerede?

Çok uzakta, dedi bahçıvan, Doğu'da.

Doğu tarafında Jarvis tepeleri vardı, güneşin önünde, üstündeki ağaçlar, ayı, çimenlerin içinden çekip çıkarıyor.

Çocuk yatakta yatıyordu. Sallanan atına binmeyi, onun kanatları olmasını ve atlayıp Arabistan göklerine uçabilmeyi diledi. Ama Galler'deki rüzgâr perdeleri savuruyor, pencerenin altındaki düzenlenmemiş toprak parçasındaki cırcırböcekleri ses çıkarıyordu. Oyuncakları ölmüştü. Ağlamaya başladı ve sonra durdu, gözyaşlarının nedenini bulamamıştı. Gece rüzgârlı ve soğuktu, kendisi çarşafların altında sırnsıcacıktı; gece bir tepe kadar büyüktü, o da yatağın içindeki bir çocuktu.

Gözlerini kapayarak, üstünde, gerçek olmayan kuşların tutturulduğu ilk ağacın ateş kadar parlak ve tek başına durduğu, bahçenin karanlığından da derin, dönen büyük oyuğa dikti gözlerini. Bahçedeki bir dost gibi onun bu kadar yakınına dikilmiş olan ilk ağacı düşündükçe gözyaşlan gözkapaklarının altında kayboldu.

Yataktan dışan süzüldü, kapıya doğru ayakuçlarında yürüdü. Sallanan at yayları üzerinde öne doğru savruldu ve çocuğu korkutarak onun apar topar sessizce yatağa doğru geri koşmasına neden oldu. Çocuk ata baktı, atta ses yoktu; yine halı boyunca parmakuçlarında yürüdü ve kapıya ulaştı, kapı mandalını çevirdi ve sahanlığa çıktı.

Önünü el yordamıyla yoklayarak merdiven başına kadar yolunu buldu; karanlık merdivenlerden aşağı, hole baktı ve köşelere girip çıkan bir sürü gölge gördü, yılan gibi seslerini duydu, göz boşluklarını, sırım gibi kollarını canlandırdı hayalinde. Ama bunlar küçük, gizli ve kansız olurdu, görünmez zırhlara bürünmüş olmazdı, bir ağ kadar ince bezlerle sarılı olurlardı; o yürürken fısıldarlardı, omzuna dokunurlar, kulağına S derlerdi.

Merdivenlerden aşağı indi; holde tek bir gölge bile hareket etmedi, köşeler boştu. Elini uzattı ve boşluğu yokladı, kuru ve kadife gibi bir başı parmaklarının arasında hissedeceğini ve bunun tırnaklarına doğru sis gibi batacağını sanıyordu. Ama hiçbir şey yoktu. Ön kapıyı açtı ve gölgeler bahçeye aktı.

Bahçe yoluna çıkınca korkuları geçti. Ay ışığı, otları ayıklanmış çiçek tarhlarında uzanmış, bıraktığı kırağı çimenlere yayılmıştı. En sonunda, çakıl taşlı yolun sonundaki, ışık mucizesinden de yaşlı olan; tespihböceklerinin, kabuğunun altında uyuduğu; dallarının, bir kadının donmuş kolları gibi gövdesinden dışarı açılan ışıklı ağaca geldi.

Çocuk, ağaca dokundu; ağaç elinin altında eğildi. Çocuk bir yıldız gördü, gökyüzündeki bütün yıldızlardan daha parlak, ilk kuşların kulesinin üstünde hiç sönmeden yanıyor, başka yerlerin değil, yapraksız dalların ve gövdenin ve yol alan köklerin üzerine ışıyordu.

Çocuk, ağaçtan hiç kuşku duymamıştı. Gece rüzgârının toprağa taşıdığı kararmış dal parçalarının üstüne diz çökerek dualarını ona etmişti. Sonra, soğuktan ve aşktan titreyerek, çimenleri aşıp eve doğru koştu.

Bölgenin doğusunda, dilenci gibi yürüyerek gezen bir garip vardı. Bir gün bir çiftlik evine, bir gün bir dulun kulübesine gidip ekmek dilenirdi. Bir köy papazı ona bir elbise vermişti. Elbise aç kaburga ve omuzlarına dolanıp sarkar ve tarlalarda ayaklarını sürürken rüzgârda dalgalanırdı. Ama gözleri o kadar büyüktü ve boynunda, oraların kirinden pasından o kadar eser yoktu ki, kimse onun istediğini geri çeviremezdi. Ve su istese, süt verilirdi.

Nereden geliyorsun?

Doğudan, derdi.

O zaman, garip olduğunu anlarlar, yemek verip oraları temizlemesini isterlerdi.

Gübrenin ve üstüne basılmış tahılların üzerine tırmıkla eğildiğinde, kalbinden yükselen bir ses duydu. Sığırların samanına elini soktu, bir fare yakaladı, eliyle tüylerini sıvazladı ve koyuverdi.

Ağacın düşüncesi bütün gün çocuğun zihnindeydi; bütün gece, yıldız, toprak parçasının üstünde dururken, ağaç düşlerinde durdu.

Bir sabah, aralık ayının ortalarına doğru, en uzak tepelerden gelen rüzgâr evin çevresinde savrulurken, karanlık saatlerin karı çimenlerin üstünden ve damlardan daha kaybolmamışken, bahçıvanın kulübesine koştu. Bahçıvan, kırık bir tırmığı tamir ediyordu. Çocuk tek kelime etmeden, ayağının dibindeki tohum kutusuna oturdu ve onun tırmığın dişlerini bağlamasını seyretti, telin dişleri tutmayacağını biliyordu.

Bahçıvanın kardan sırılsıklam olmuş çizmelerine, pantolonunun yamalı dizlerine ve pamuklu kumaştan yamalı gömleğinin altındaki göbeğinin katlarına baktı. Bahçıvanın, bahçedeki telin düğümlerini açmakla meşgul ellerine baktı; sert, kahverengi ellerdi bunlar, kırılmış tırnakların arasına girmiş toprağın izlerini taşıyordu, parmakuçlarında da tütün lekeleri vardı.

Defalarca, demir dişlere düğüm atıp onların güvensizce sallandığını gördüğünde artık bahçıvanın yüzündeki çizgiler azimli bir ifadeyle gerilmişti. Çocuk, adamın gücü ve kirliliğinden korktu; ama uzun, sık, koyun postu gibi bembeyaz, lekesiz sakalına bakınca, hemen teskin oldu. Sakal bir havarinin sakalıydı

Ağaca dua ettim, dedi çocuk.

Her zaman bir ağaca dua et, dedi bahçıvan, Golgota'yı (1) ve Cennet Bahçesi'ni düşünerek.

Ağaca her akşam dua ediyorum.

Bir ağaca dua et.

Tel, dişlerin üzerinden kaydı.

O ağaca dua ediyorum.

Tel koptu.

Çocuk, camevin çiçeklerinin ardındaki, bahçedeki bütün ağaçlar içinde üzerinde kardan eser olmayan tek ağaca işaret ediyordu.

Mürver ağacı, dedi bahçıvan, ama çocuk, oturduğu kutudan kalkarak o kadar yüksek sesle bağırdı ki, daha tamir olmamış tırmık bir takırtıyla yere düştü.

İlk ağaç. Bana anlattığın ilk ağaç. Başlangıçta ağaç vardı, demiştin.

Seni duydum, diye bağırdı çocuk.

Mürver ağacı da öbür ağaçlar kadar iyidir, dedi bahçıvan, çocuğun suyuna gitmek için sesini alçaltarak.

Her şeyden önceki ilk ağaç, dedi çocuk fısıltıyla.

Bahçıvanın sesiyle yatışan çocuk, pencerenin ardındaki ağaca gülümsedi ve tel, kırık tırmığı yine kuşattı.

Umulmadık yerlerdeki ağaçlarda Tanrı yetişir, dedi yaşlı adam. Onun ağaçları umulmadık yerlerde durur.

Haçın on iki döneminin öyküsünü anlattıkça, ağaç dallarını çocuğa salladı. Bir havarinin sesi çıktı zift dolu ciğerlerden.

Onu kaldırıp bir ağaca koydular, göbeğinden ve ayaklarından çiviler çaktılar.

Mürver ağacının kabuğunu öğlen güneşinin kanı kirletmişti.

Garip, Jarvis tepelerinde dikilip durdu; sularından ve çimenlerinden sabahın puslarının yükseldiği ve kaybolduğu el değmemiş vadiye bakıyordu. Çiylerin eridiğini, sığırların çaya gözlerini dikmiş olduğunu, güneşin çıkacağı söylentileri karşısında kara bulutların kaçıştığını gördü. Güneş, tıpkı bir bardak suyun içindeki şeker gibi, ince ve sulu gökyüzünün kenarlarında döndü.

Adam, ilk ve neredeyse görünmez yağmur damlaları dudaklarına düştüğünde ışığı açtı; bir ot kopardı, tadına baktı ve otun, dilinin üstünde yeşil yeşil yattığını hissetti. Ağzında ışık vardı, ışık kulaklarında bir sesti de ve garip bir adı olan vadide ışığın hükümranlığı vardı. Jarvis tepelerinden haberi vardı; siluetleri çevredeki yükseltilerin üstüne çıkar, kilometrelerce öteden görülürdü, ama ona kimse tepelerin altında uzanan vadiden söz etmemişti. Beytüllahim dedi garip vadiye, sözcüğün seslerini ağzında dolaştırarak ve onlara bir Galler sabahının tüm haşmetini vererek. Çevresindeki dünyaya can yoldaşı olurdu, havayı yeni doğmuş bir çocuk gibi yudumlar ve ışığa can yoldaşı olurdu. Jarvis vadisindeki, çimenlerden, ağaçlardan, çayın uzun boyundan tüten yaşam ona yeni bir kan veriyordu. Gece garibin damarlarını boşaltmıştı, şafak ve vadi tekrar doldurdu.

Beytüllahim, dedi garip, vadiye.

Bahçıvanın çocuğa verecek armağanı yoktu, onun için cebinden bir anahtar çıkardı ve dedi ki, Bu, kulenin anahtarı. Noel gecesi sana kapıyı açacağım.

Karanlık olmadan, bahçıvan ve çocuk kulenin merdivenlerini tırmandı, anahtar kilitte döndü ve kapı, tıpkı giz dolu bir kutunun kapağı gibi açıldı ve onların geçmesine izin verdi. Oda boştu. Sırlar nerede, diye sordu çocuk, gözlerini yukarılardaki keçe kaplı kirişlere, örümcekli köşelere, pencerelerin kurşuni camlarına çevirerek.

Sana anahtarı vermiş olmam yeter, dedi bahçıvan. Cebinde, kuş tüyleri ve çiçek tohumlarıyla birlikte evrenin anahtarının da gizli olduğuna inanıyordu.

Çocuk ağlamaya başladı, çünkü sırlar yoktu. Boş odayı tekrar tekrar inceledi, tozlara ayağıyla tekme attı, belki renksiz bir gizli kapı vardır diye, kulenin ardındaki bir odaya işaret eden içi boş sesi duymak için duvarlara eliyle vurdu. Pencerelerdeki örümcek ağlarını eliyle kenara çekip tozun arasından kar yağışlı Noel gecesine baktı.

Tepelerin dünyası uzak göklere yükseliyor, hiç görmemiş olduğu tepelerin dorukları, düşen kar tanelerini karşılamak için yükseklere tırmanıyordu. Gözünün önünde, korular ve kayalar, çorak toprak denizleri ve kara gürgenleri aşıp geçen yeni bir dağ dalgası uzanıyordu. Doğuya doğru adsız tepe yaratıkları ve bir ağaç kümesi vardı.

Bunlar kim? Bunlar kim?

Bunlar Jarvis tepeleri, dedi bahçıvan, en baştan beri var olan.

Çocuğun elini tuttu ve pencereden çekti. Anahtar kapıda döndü.

O gece çocuk iyi uyudu; kar ve karanlıkta güç vardı; yıldızların sessizliğinde değiştirilemez musiki vardı; acele eden rüzgarda sessizlik vardı. Ve Beytüllahim tahmininden de yakınlaşmıştı.

Noel sabahı garip, bahçeye girdi. Saçları ıslanmış; kabarmış ve parçalanmış pabuçları tarlaların çamurundan kalınlaşmıştı. Jarvis tepelerinden bu yana yürümekten yorgun, açlıktan halsiz, bahçıvanın bir kütük yuvarladığı mürver ağacının dibine oturdu. Ellerini önünde kavuşturarak çiçek tarhlarının perişanlığını, patikaların kenarlarında büyük miktarlarda çıkmış ayrıkotlarını gördü. Kule, evin saçaklarının üstünde, taş ve camdan bir ağaç gibi yükseliyordu. Yeni bir rüzgâr fırlayıp ağaca çarpınca, ceketinin yakasını boynuna doğru çekti; aşağı, ellerine doğru baktı, ellerinin dua ettiğini gördü.

Sonra bahçeden korktu, çalılar düşmanıydı, bahçe kapısına doğru iki sıralı uzanan ağaçlar kollarını dehşetle kaldırmıştı. Burası, yüksek tepelere yukarıdan bakan, çok yüksek bir yerdi, burası, genç bir dağın sorguçlu omuzlarına, yukarı doğru bakan, çok alçak bir yerdi. Burada rüzgâr fazlaca vahşiydi, sessizliğe hiddet püskürüyor, mürver ağacının dallarından bir Yahudi sesi yükseltiyordu; burada sessizlik bir insan kalbi gibi çarpıyordu. Garip zalim tepelerin altında otururken içinden bir sesin haykırdığını duydu: Beni buraya niçin getirdin?

Buraya niçin geldiğini bilmiyordu; ona gelmesini söylemişlerdi, yönlendirmişlerdi, ama onların kim olduğunu bilmiyordu. Bir halkın sesi çiçek tarhlarından yükseldi, yağmur göklerden aşağı doğru atıldı.

Beni bırak, dedi garip ve göklere karşı bir işaret yaptı. Yüzümde yağmur var, yanaklarımda rüzgâr var. Yağmura can yoldaşı oldu.

İşte böylece buldu çocuk onu ağacın altına sığınmış, havanın işkencesine tanrısal bir sabırla katlanırken, uzun saçlarını rüzgârın savurmasına bırakmış, ağzında hüzünlü bir gülümseme.

Yabancı kimdi? Gözlerinde ateşler vardı, toplanmış paltosunun altından görünen boynunda teni çıplaktı. Yine de Noel günü, paçavralarının içinde, bir ağacın altında otururken gülümsüyordu.

Nereden geliyorsun? diye sordu çocuk.

Doğudan, diye yanıtladı garip.

Bahçıvan yalan söylememişti, kulenin sırrı gerçekti; yalnızca geceleyin parıldayan bu karanlık ve pejmürde ağaç her şeyin ilki olan ağaçtı.

Ama yine de tekrar sordu:

Nereden geliyorsun?

Jarvis tepelerinden.

Ağaca yaslanarak dur.

Garip, hâlâ gülümseyerek, sırtını mürver ağacına verip durdu.

Kollarını şöyle aç.

Garip, kollarını açtı.

Çocuk, elinden geldiğince hızla bahçıvanın kulübesine koştu ve suyu iyice çekmiş çimenlerden geçerek döndüğünde garibin hiç kıpırdamadığını, sırtını ağaca vermiş, kollarını açmış, dimdik, gülümseyerek durduğunu gördü.

Ellerini bağlayayım.

Garip, tırmığın tamirinde işe yaramayan telin bileklerine geçtiğini duydu. Etini kesti ve kesiklerden akan kan parlayarak ağacın üstüne döküldü. Kardeş, dedi. Çocuğun, avuçlarında gümüş çiviler tuttuğunu gördü.

(1) Golgota: Hz. lsa'nın çarmıha gerildiği yer. İncil, "Yeni Ahit", "Matta" 27:33-34. (ç.n.)

Hazırlayan: Lale Akalın / Esra Melikoğlu

DYLAN THOMAS
Britanya Edebiyatından Öyküler, S. 181-188

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI