Ece Ayhan ismini henüz duymamıştım. Lise 1'de okulun kütüphanesinde “Bakışsız Bir Kedi Kara” isimli incecik bir kitap buldum. Okudum ve çarpıldım. Sevdiğim şiirleri not ettiğim bir defterim vardı, hemen birçok şiirini kaydettim oraya. Kütüphaneye ait kitapların arkasında kart-katalog gibi bir şey vardı, kitabı ödünç alanların isimlerinin yazıldığı; en başında benim ismim yazar.
Kimse almamış önceden “Bakışsız Bir Kedi Kara”yı. Tanıştıktan yıllar sonra Ece’ye bu hikayeyi aktardığımda o defteri görmek istedi, inanmadı. Ayıptır söylemesi, inci gibidir yazım, çok da şık bir defterdi, şiir zevkim de oldukça gelişmişti. Ece dışında birçok iyi şairden güzel şiirler yazılıydı deftere. Baktı, baktı, “bakkal defteri gibi” dedi. (gülüyor) Ece birkaç ustamın arasındadır ve özellikle teknik olarak onda çok şey gördüm.
Ece’nin kimi şiirlerindeki anarşist, cesur içeriği çok sevmekle birlikte, kiminin temasını da kendime yakın bulmam. Ama teknik olarak çok yetkin ve bence gelmiş geçmiş en büyük şairlerden biri, ki Amerikalı editörü de “bu adam bu şiirleri 50'lerde mi yazıyordu” diye şaşırmış. Duydum ki Ece de benim şiirlerimin içeriğini sevmediğini, teknik olarak ondan önde geldiğimi söylermiş. (gülüyor)
Lisede o vakitler şairlerden çok, iki şair müzisyene, Bob Dylan’a, Cohen’e çok takılıyorum. Beat Generation, Ginsberg, Feriinghetti, haiku. Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, Ezra Pound. T.S. Elliot, Lorca… Ece’nin şiiri apayrı bir yerde durdu. Birini diğerinden üstün görmememe rağmen, diğerlerini bir şekilde kendi içlerinde yakın, akraba gibi görürken, Ece’nin akrabası yoktu. Ece her anlamda yetimdi. Garibanların, garibellaların kraliçesiydi.
Kumsalın bir ucunda ben, bir ucunda Ece Ayhan
Henüz kitabım yoktu, dosyam vardı, demek ki 80'lerin başı. Ece o vakitler Gümüşlük’teydi, Nilgün Marmara ve eşinin işlettiği Sisifos Pansiyonu’nda kalıyordu. Nilgün’ü daha önceden tanıyordum, arkadaşlarından haber geldi, “Ece Ayhan burada, seninle tanışmak istiyor”. Daha yeni bir-iki şiirim, Yazı’da, Yeni İnsan’da yayınlamıştı.
Gittim, ama nasıl gittim. Böyle hippi, cool, çok çok uzun boylu ve motosiklet kullanan bir arkadaşım vardı. Gümüşlük’ün kumsalı epey uzundur: bir ucunda ben duruyorum, diğer tarafta Ece Ayhan. Arkadaşımla vardığımızda Ece öylece duruyordu. Motordan indik, komik görünüyorduk aramızda dağlar kadar boy farkıyla. Ece baktı bize, geldi elimi sıktı, “merhaba” deyip arkasını dönüp gitti. (gülüyor) Hem davet ediyor, hem de elimi sıkıp kaçıyor!
Sonrasında daha normal bir görüşme yaptık, oturduk konuştuk. Takip eden yazlarda da Gümüşlük’te görüştük. Bir seferinde, eski eşim Patrick’i huylandıracak kadar yakınlaşmıştık. Patrick o sıralar Robert Musil’in “Niteliksiz Adam”ını okuyordu, “peki anlıyor mu bari” diye takılmadan edemedi Ece. Bunu mütemadiyen yıllarca tekrar etti durdu. Yaşlandıkça soğuk karnabahar gibi oldu konuşması, aynı şeyleri öyle tekrar etti durdu. Daha bir yıl evvel Fransız Kültür’deki Fransız Türk şairleri buluşmasında bile bu öyküyü patlattı.
O Korkunç “u” Sesi
Ece hakkında bir yazı yazmıştım Radikale, fakat yazıyı bulamadım. Hatırladığım kadarıyla, Ece’ye yöneltilen bütün eleştrileri poetikasıyla açıklamıştım. Hayatını bir polisiye roman gibi yaşama eğilimindeydi. Bunu yazıda daha güzel ifade etmiştim, ama hatırlayamıyorum. Her şeyin altında bir şey arama hali, paranoid bir yapısı vardı. Bu hal, tavır poetikası oluverdi sonunda. O denli güçlüydü ki şiiri, şairi kendi içine çekiyor. En çok “Bakışsız Bir Kedi Kara”, “Ortodoksluklar” ve “Kınar Hanımın Denizleri”ni severim. Ayıp olacak ama, “Yort Savul”dan sonraki şiirlerini beğenmem. Daha doğrusu, zayıf bulurum öncekilerden sonra.
Ne yazık ki çok hermetik, ezoterik bir şair olduğu için onu tam manasıyla anlamamız imkansız. Aslında çok büyük bir hata yapıldı, Ece ölmeden evvel Ece’yle birlikte —gerçi artık yaşı da müsait değildi ama—, kullandığı ezoterik sözcüklerin çalışmasını yayıp bir kaynakça oluşturulması gerekiyordu. Birkaç kitabında bu yapıldıysa da, eksikler var ve artık sonsuza dek kaybettik Ece’nin ezoterik anlamlarını…
Karşı-gerçeklik kavramı da çok ilginçtir şiirinde. O derece ki, her şeyi tersine çeviriyor, adeta Çanakkaleli Melahat, Meryem; İsa’ysa asi olur. Bu derece gerçekliğe karşı çıkış ve dönüştürme vardır. O anlamsız kelimelerden erotizm fışkırır. Belki de Türkiye’de yazılan en erotik şiirdir. O sözcükleri tam anlamıyla bilmesek de, şiiri anlar gibi olur ve beğeniriz.
Sentaks kırmaları, yapı bozukluktan, lirik ses inanılmazdır. En sevdiğim şiiri “Bir Fotoğrafın Arabı’dır. Orada korkunç “u” sesiyle, o bahsettiğim sonsuz melankoliyi, ıssızlığı, tekinsiz, lanetli ıssızlığı o şiirde inanılmaz biçimde hissettirir. Ece’nin bütün dramını da sırf o şiiri okuyarak çıkarabiliriz sanıyorum. Bütün gizli, hermetik şeylere ilgisi vardı. Mesela İbranilere takmıştı, ama onlar hakkında tam ne düşündüğünü bilemeyiz. Kimseye eyvallahı olmadığı için şairce öldü… İkinci Yeni’den bir tek İlhan Berk geride kaldığına göre, onun değerini bilmemiz gerekiyor, yoksa biz bize kalıyoruz. Koskoca bir ekolün vazgeçilmez bir parçası ayrılmış oluyor aramızdan.
“Getir Bakalım Diplomanı!”
Fotoğraf çektirmeyi sevmezdi —fotoğraftan büyü yapılabiliyor ya, belki ondan. Ayrıca fotoğraflarda çıkmadığı da oldu. (gülüyor) Gece çekiliyordu fotoğraf. Hepimiz çıktık, bir Ece çıkmadı, beyaz şapkası çıktı sadece. Her ne kadar mistisizmi sevmese de —Nilgün de mistisizme çok bulaşmıştı ya ölmezden önce—, mistik bir şeylerden bahsederken bir gün, “siz ikiniz çorba yapmayı seviyorsunuz ya, mistik çorba, ben öyle değilim” dedi. Ama benim içgüdülerime göre, bütün gerçek mistikler gibi, mistisizminden asla bahsetmeyen, ciddi, çok sıkı, hermetik, belki çok gizli bilgileri olan biriydi. Dedektif gibi diyorum ya, İngiltere’den aldığım diplomaları kontrol eden bir tek Ece Ayhan olmuştur.
“Herkes dışarda okudum diyor, ama bitirmeden geliyor. Getir bakalım şu diplomaları” diyecek oldu, götürdüm. Baktı, “pek de şıkmış” dedi. Çok da ironiktir, ben bütün o okulları Ece Ayhan için okumuşum. Başka soran eden olmadı. (gülüyor) Hiçbir inancı kalmamış, güveni kalmamıştı hiçbir şeye. En güzel tarafı da, çıkarı olduğu insanların dahi aleyhinde konuşabilen bir adamdı, birçok kişiye ayıp ettiği de oldu, onu geçelim.
Mazoşist bir tarafı vardı, kendi yok gibiydi, fotoğrafta çıkmaması gibi. Kendi duygusal ilişkilerinden, hayatından bahsetmezdi, çok az şey anlattı bana. Çocukken bir su borusunun içine sıkışıp kalmış, bir de bir adamı idam edilirken görmüş. Bunların travmatik etkileri olmuş olabilir. Eski Pera’da aynı sokakta günlerimizin geçtiğini dehşetle farketmiştik. Nane Sokağı’ydı galiba. Ben amcamlara giderdim, pencere pervazına oturur, bacaklarımı sallandırırdım. Öyle gelip geçenlere bakıp, yanıma oturmuş kardeşimle pek nadir geçen arabalar üzerinden o araba senin bu benim oyunu oynardık. Aynı anda Ece karşımızda, iki-üç apartman ilerde oturuyormuş. Gidip gördük mahalleyi sonra. Mahalledaşız yani…
“Hani Kovboy Filmlerinde Bir Adam Bara Girer…”
Onu çok yaralamış bir hikâyeyi gözleri dolarak anlattı, ki ben Ece’yi başka zaman öyle görmedim. Beni de ağlattı ve hiç unutamayacağım sözler söyledi:
“Hani” dedi, “bilirsin, kovboy filmlerinde bir adam bir bara girer ve herkes ona sırtını döner.” Ağır. Şairlerin hayatında çok ağır şeyler olur, bu bilinir. Biraz uğursuz bir kaderleri vardır. Kırkına gelmeden ya delirirler, ya sefalet içinde yüzerler, ya hapse atılırlar, ya sürgüne gönderilirler. Ece bunların birçoğunu yaşamış, gerçek bir şairdir… Oğluna takmıştı bir aralar, hep oğlunu anlatırdı. Oğlunun fantezileri vardı, uyuşturucu kaçakçılarıyla, mafyayla ilişkisi vardı ona kalırsa; arabuluculuk yapmamı istiyordu. Doğruyu allah bilir ama, çocuğun bu taraklarda hiç bezi olmayan, saf, masum bir çocuk olduğunu gördüm.
Oğuz Demiralp’in söylediği gibi, Jean Genet’vari lanetli şair havası vardı Ece’de. O kadar lanetli olduğuna inanmıyorum, ama o melankoliyi, o korkunç ıssızlığı ve yalnızlığı paylaşıyorduk. Dünya görüşlerimiz de bazen çakışırdı. Sisteme, mantıksız törelere, yapılara, kurumlara… En çok şunda hemfikirdik galiba: Okulları eleştirirdi, “orta ikiden ayrılan çocuklar” filan. Ben de Türkiye’deki en büyük problemin eğitim meselesi olduğuna, bütün komplekslerin, hastalıkların ilkokulda başladığına, giderek lisede ve sonrasında aile yanından ayrılmadıklarından ve devlet yardım etmediği için hastalıklar oluştuğuna inanıyorum. Zamanla görüşlerimiz sivrileşti, fikirlerimizin yer yer ayrıştığını gördük. Gergin, zor buluşmalar yaşar olduk. Sonraları düzeldiyse de aramız, çok da görüşemez olduk. Öyle uzak ve yakın bir ilişkiydi bizimkisi. Artık derin mevzulardan konuşmaz olmuştuk. Ece sadece sürekli aynı hikâyeleri yineliyordu.
Neşeli bir günümdeydim. Bir arkadaş, ziyaretine gitmiş. Telefona davranmışlar, lafladık. Telefondaki arkadaşa ona evlenme teklifi ettiğimi söylemesini istedim. Mavra yapıyoruz diye sinirlenmiş ilkin, üsteleyince inandı. Teşekkür etti, belki 25 defa beni yanına çağırdı, Çanakkale’ye. Nikâh şahitliğine ortak tanıdığımız Fransız Enstitüsü müdürü ve eşini uygun görmüş. “İyi güzel kadın, hoş kadın da, çok yaş farkı var” demiş (gülüyor), sanki tek mesele buymuş gibi. Israrlı davetleri sonucunda yanına gitmeye karar verdim, fakat o ara dışarıya gitmem gerekti. O iş de öylece kalmış oldu. Ama son konuşmamızdı ve çok mutlu bitti.
LALE MÜLDÜR
Express, Sayı 15, Temmuz 2002

ŞİİRLERİ