Ben Ece Ayhan’ı 1957-58 yıllarında, Siyasal Bilgilerdeki öğrenciliğim sırasında tanıdım. O zaman Siyasal’da başka türlü bir ortam vardı. Ece Ayhan, Mehmet Genç, Fethi Naci, Kenan Somer, Ergin Günçe, Sezai Karakoç, Cemal Süreya (o galiba okulu bitirip müfettişliğe başlamıştı ama gene de okulda kalıyordu), sonra Mete Tunçay, daha aşağı sınıflardan Yalçın Küçük, Erol Gülercan… Biz hepsinden daha küçüktük, kıyıdan köşeden ben ve diğer bazı arkadaşlar onları izlerdik. Kantinde düzenli olarak tartışırlardı, müzikten, edebiyattan konuşurlardı. Ece’nin Oğuz Onaran gibi, Sunuk Pasiner gibi müzikle ilgili seçkin bir yakın arkadaş çevresi vardı. 50 lerde Helikon Derneği’ni kurmuşlardı, orada Bülent Arel, belki İlhan Usmanbaş’la çalışıyorlardı. Sonra dışarıdan Turgut Uyar, İlhan Berk, Hüseyin Cöntürk, felsefeci Veli Kasımoğlu vardı bu çevrelerde.
Ben biraz hamaset edebiyatıyla büyümüştüm. Babamın da etkisiyle Yavuz Sultan Selim ağlıyor, Barbaros geliyor gibi şeyler okumuştum, ya da Nihal Atsız’dan Bozkurtlar geliyor gibi şeyler. Ziya Gökalp’ten Türklüğün üstünlüğünü, mesela pastırmayı onların bulduğunu okuyunca, gelişmişlik meselesi pastırmaya bağlanınca çok üzülmüştüm.
Babam matematik öğretmeniydi, beni okula o bırakırdı. Bir gün bir su pompasının üzerinde “made in Turkey” yazısını görünce çok sevinmiştik. Bütün bunları biraz daha anlayabilmek için Siyasal’a girmiştim. Ama birinci sınıfta iktisat dersinde hiç böyle şeyler göremeyince hayal kırıklığına uğramıştım. Muhasebeden filan da hiç anlamadığım için idarî bölümdeydim zaten. Ece ve arkadaşlarıysa kantinde konuşurlarken, tartışırlarken ufkumuzu açıyorlardı… Ece çok iyi giyinen, çok iyi konuşan biriydi. Sigara tutuşu bile çok güzeldi, hafif yamuk tutardı. Alabros saçları vardı o zaman. Çok nazikti hep, ama önemli bulduğu konular hakkında abuk sabuk konuşulursa, yine kendi nezaketi içinde cevap vermesini bilirdi.
Onunla yıllar sonra tekrar Gümüşlük’te karşılaştık. Oraya yerleşmeyi düşünüyordu. Gümüşlük o zaman küçük bir yerdi, oranın yerlileriyle de kaynaşılabiliyordu, zaten kim gitse hemen birbiriyle tanışıyordu. Benim orada restore edemediğim bir evim ve kiralık bir dairem vardı. Ece’ye de Gümüşlük’te bir yer bulmuştuk, köyün yerlileriyle de çok iyi anlaşıyordu, çok hoşsohbet biriydi.
Ece’nin şiirini çok geç anladım, bu epey uzun da sürdü. Bu şiiri değerlendirmek belki haddime düşmez ama, zannediyorum, bir lumpen güzellemesine hapsedilecek bir şiir de değildi. “Mor külhani” dediği zaman, lumpen edebiyatı yapmıyor, daha gelişkin bir yere varıyordu. Ezileni olumlamıyor, onun direnişini özlüyordu. Marx’ta vardır öyle şeyler. Proletaryayı sevmek demek, onun bugünkü halini sevmek demek değildir, onun direnişini, insan gibi yaşayışını, insanlığı sevmek demektir. Ece’nin şiiri de buradan konuşuyordu bence. Sadece dille değil, çok değişik alanlardan derlediği büyük bir bilgi birikimiyle de bir mimari kurmuştu. Kendi şiirini oluşturacak genç şairler için de araştırılacak çok şey var Ece’nin şiirinde.
Şiirimizin Aşılmamış Ufku
Cemal Süreya, Ece Ayhan, Orhan Duru, Sezai Karakoç ve diğer arkadaşlarının romanda, şiirde, öyküde, tiyatroda bir şeyler yapabilmek çok daha ciddi bir entelektüel hazırlıktan geçmeleri, onların döneminin bir icabıydı. Dünyaya, hayata meşru bir zemin üstünde bakabilecekleri “tümlüklü bir gelenekleri” kalmayan, bunu yoğun bir biçimde farkeden ilk aydın kuşağıdır onlar. Osmanlı’nın son döneminde de enderunluların böyle sarsıcı bir durum yaşadıklarını biliyoruz. Ama o eski enderunlular, frenk usûlü tedrisat yapan mektepler açıldığında da devletin içinde ve meşru konumdaydılar. Yalnızca eskimekte, geçersizleşmekteydiler. Devlet onların itibarlarını, toplumdaki yerlerini muhafaza etmelerine saygı göstermekteydi.
Cemal Süreya’nın kuşağı ise “enderun” mektebinin varlığını sürdürür gibi göründüğü, ama devletin artık o eski, bildik enderunun sahibi devlet olmaktan çıktığı bir dönemin aydınlarıydı. Meslekler hiyerarşisi değişmekteydi. Topluma, vatana hizmet oryantasyonu demode görülmeye başlanmıştı. Maliye müfettişliğinden ayrılıp özel sektöre geçenler, devletin verdiğinin beş misli para alıyordu. Onları parasız yatılı sınavları açıp okutan devletten vergi kaçıranlara hizmet edebilmek için iç dünyalar, evleri, iç mekânları da değişiyordu. Arrow marka naylon gömlekler, Grundig teypler, buzdolapları, Miele çamaşır makineleri, ekmek kesme aletleri, bitpazarlarından Amerikan çavuşlarının attığı ya da sattığı gömlekler, ev araç ve gereçleri, otomobil, “müzik dolapları” ve benzeri ıvır znıvırların süslediği bir “interior” yeni hayata hazırlanmanın motivasyonu, amacı oluyordu. “Mülkiyeliler”in yeni etik anlayışı, bence, Arrow marka naylon beyaz gömlekler, naylon buklet çoraplar, Maliye müfettişliğinden çevre yapıp büyük şirketlere transferlerle başlamıştır.
Anadolu liselerinden gelip Mülkiye’nin idarî şubesine girebilenlerse, sonraki yıllarda, İsmet Paşa’nın CHP’sinin, varlıklı ailelerden gelen hariciye şubesi çıkışlıların, malî şubeden mezun olup buzdolabı, çamaşır makinesi, daktilo şeridi imal eden şirketlere geçenlerin çok şaşıracakları Adalet Partisi’nin ve benzerlerinin çizgisine yanaşarak şanslarını denediler… Sandığa güvenini yitirerek cuntacılığa yönelen, “nabza göre şerbet vermeyin” diyen eski ilerici Atatürkçülerin transformasyonu da, aynı yılların sarsıntılarıyla başlamıştır. Onlar, devletteki konumlarını “her şarta uyarak” muhafazaya çalıştılar. Millete çok çektirerek başardılar da.
Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç ve birçok arkadaşları bunu yapmadılar. Şiirde, öyküde, kürsülerde yeni bir çizgi oluşturmaya yöneldiler. Olumlu anlamıyla “marjinalliğin” bütün farkındalık kazandırıcı olanaklarını kullanarak, şiirimizde, öykücülüğümüzde, ilk, bilinçli, derinlikli moderniteyi onlar oluşturdu. Bu bir “züppelik” değildi. Özgür ve yetkin bir kuruluşun, oluşumun başlatıcısı oldular.
Onların şiiri, bu yüzden bence bugün bile şiirimizin “aşılmamış ufku”dur. Modern kapitalist sanayi toplumuna evrimlenmeyle birlikte yaşamaya başladığımız yabancılaşma sorunlarını ilk farkeden, ilk anlayabilen, buna ilk yetkin kanıtı sanatın kendi estetik kriterlerini boşlamadan verebilen onlar olmuştur. Cemal Süreya’nın soldaki hiçbir partiyle, fraksiyonla sınıflandırılamayacak entelektüel özgürlüğü ve özgünlüğü, Ece Ayhan’ın genelgeçer kabule kavuşmuş her yargıyı ve her bilgiyi kılı kırk yararcasına ve yıllarca sorgulamadaki ısrarı (kendi deyişiyle, “gizli Yahudiliği”), Sezai Karakoç’un İslâm mistisizmine yatkınlığı içinde bile modernist bir tavır geliştirebilmesi, bence, üçünün de şair kimlikleri içinde, 1960'ların öncelerinden itibaren bizim toplumumuzda da insan için “dünyaya ve hayata tümlüklü bir gelenek içinde bakabilme” olanağının kalmadığını farkedebilmeleri sayesinde olmuştur.
(…)
Şiirin bütün eski yeni zamanlardaki “modernist” farkındalığı bir umutsuzluk, bir yılgınlık, bir edilginleşme değil, reel olarak yaşanan hayatın nereye vardığının kavranmasından ivme kazanabilecek bir silkinmedir, gereksiz ve başkalarının egemenliğine yarayan köhne duyarlıklardan kurtulmadır. “Yanlış tarihiyle” karşı karşıya kaldığının bilincine varmaya cesaret edebilmiş şairin, “ilk farkedicinin” trajik konumunun hükmedicilerini tasfiye için kendine gelişidir. Çözümsüz tragedyanın çözümü, aşılması mümkün dramaya geçiş; verili toplumsal sistemi kabullendirici etiğin taşıyıcısı masallardan romana, fiction’a geçiş; aldanımcı “tümlüklü gelenekler” içinde şiir yapmaya çalışan “kasidecilikten” ya da “geçmişe ağıtçılıktan” insanın bireyleşme sorunsalını farkedebilmemizi kolaylaştıracak bilinç ve duyarlıktaki modernist şiire geçiş için aranması, oluşturulması gereken dönüştürümcü şiirin çizgisidir.
ÜNSAL OSKAY
Express, Sayı 15, Temmuz 2002

ŞİİRLERİ