YARALI BİR KAPLAN

1979'da üniversitedeydim. Ankara’da, Dost Kitabevi’nde Ece Ayhan’ın imza günü vardı, o zaman tanıştık. O günlerde edebiyat dergisi projemiz vardı, dergi için yazı istedik. Adresini verdi, buradan isteyin dedi. Yazı istendiğinde Ece’nin geri çevirdiğini duymadım, herkese yazı veren biriydi. İnsanlarla, gençlerle diyalog içinde olmayı da seviyordu. Hep söylediği şeylerden biri, toplumun nereye gittiğini anlayabilmek için gençlere bakmak gerektiğiydi. Gençlerden feyz alırdı. Herkesin belli bir çevresi vardır, Ece gençleri tercih etti. Bizim dergimiz, Sözcükler, dört sayı çıktı, birinde yazısı vardı. Dergileri dağıtan çocuk parasını bankerlere kaptırınca beş-altı dergi battı, biri de bizdik.

Yazışırken “bir gün İstanbul’a gelirsen beklerim” demişti. Okul bitince İstanbul’a geldim. İnsanlar “sen memleketine git, iş bulunca sana haber veririz” diyordu. Kalacak bir yer de bulamadım. Ece “gel bende istediğin kadar kal” dedi. O da Heybeliada’da, bir arkadaşının evinde kalıyordu. İş yok, parasızlık derken askerlik çıktı. 86'da, dönüşte, aralıkta Saint-Antoine’da Noel oluyor ya, orada Ece’yle karşılaştık. Bir arkadaşımla beraber ev tutmuştuk Tarlabaşı’nda, kirayı paylaşıyorduk. Ece’nin durumunu iyi bilmiyordum, ama “istediğin kadar bende kalabilirsin” dedim. Ertesi gün taşındı. Üç odalı bir yerdi, uzun zaman Ece’yle aynı odayı paylaştık. Sonra yandı o ev… Daha sonra da bir-iki ev değiştirdik.

Tarlabaşı’ndaki evi çok severdi. Alt katımızda bir klarinetçi vardı, inanılmaz duygulu çalardı. Işıkları söndürüp onu dinlerdik. Üst katımızda kötü yola düşmüş bir kadın vardı, emekli. Onunla ahbaplık kurmuştu, iyi komşuluk yapıyorlardı.

Ece’nin yazı dışında geliri yoktu. Karnını doyurması, üst-baş, yaşamını idame ettirmesi, ev, kira; bunlar için para kazanabileceği tek şey telifli yazılardı. Bununla da ne kadar yaşayabilirsin? 11 ay oruç tutacak, 1 ay yaşayacak gibi bir durumu vardı. Zaten yeme içme olayının o kadar üzerinde durmazdı, ne varsa onu yerdi. Çok sigara içerdi, içkisi yoktu. Dört gün her dakika mercimek çorbası içerdik bazen. Bu parasızlık Ece için yıllarca süren bir hal. 1975 öncesi ansiklopedilerde çalışma dönemi var; beyin ameliyatı gündeme geldikten sonraysa bir daha düzenli bir işi olmadı. Müthiş bir mücadele azmi gösterdi.

90'a kadar benimle kaldı Ece. O sene Almanya’da bir iş ayarladılar, bir radyoda kültür-sanat programları yapacaktı. Yedi-sekiz ay orada kaldı. Döndüğünde benim bütün biraderler gelmişti, kalabalıklaşmıştık. Döndüğünde biraz parası vardı, ev tuttu, ama çok kalmadı, Çanakkale’ye gitti. Eline üç-beş kuruş geçse bile, onu değerlendirecek bir zihniyeti yoktu Ece’nin. Paraya hiç değer vermedi hayatında.

Bir Mücadele Örneği

Ece’ye huysuz diyorlar, burada bir haksızlık var. Ece özü sözü bir, mert adamdı. Yanındakinin hatırı kırılacak diye düşünmezdi. Karşındakini kırmamak için içine atarsın genellikle, direkt söylemezsin veya ima etmeye çalışırsın. Ece içinden ne geçiyorsa tak diye söylerdi. Bu yüzden insana huysuz demek yanlış. “Bu kötüdür, bu şiir değil, böyle roman yazılmaz” diyor adam. Burada huysuzluk nerede?

Ece’yi hep yaralı bir kaplan gibi gördüm. Yaralı bir kaplan da, yaşam savaşında, bir takım canlılara zarar verebilir. O da böyle bir insandı. Şöyle korkuları vardı: Bir yerde biriyle randevusu var, oturuyor, bir tane çay içiyor. Arkadaşı gelemiyor, çay parasını ödeyecek durumu da yok… Böyle şeyleri çok yaşamıştı. Şuradan tanıdık birisini bulayım da çay parasını ödeyeyeyim gibi sıkıntılar… Karşıda otururken biraz parası varsa ilk işi otobüs bileti almaktı, “sonrası Allah kerim” diye.

Belli temel ihtiyaçlarını karınca gibi stoklardı, tekrar para bulana kadar onlarla kıt kanaat idare etmeye çalışırdı. 27 yıl kuruşsuz yaşamayı başaracak kaç kişi var? Bugün yoksulluk sınırı belli; 600 milyonun altında kazanıyorsan yoksulluk sınırındasın, 400'ün altında kazanıyorsan açlık sınırında. Böyle bir Türkiye’de 27 yıl hayatını idame ettirebildi. Yazıların, kitapların telifleri, sonra kiralar, yiyecek fiyatları belli. Hakikaten çok ciddi bir mücadele örneğidir Ece…

Dünyalık edinmek gibi bir derdi yoktu, insanlara da o gözle bakardı, “o dünyalığını yapmış” derdi. Yapmak zorunda, ne yapsın? “İyi beslenmiş çocuklar” derdi. Böyle şeylere çok takılırdı, böyle kriterleri vardı.

Isırgan Otuyla Kıçını Dalamak

Simurg’u ’88'de açmıştım, Balık Pazarı’nın yanında, Aslıhan Han’da. “Orada kitapçı olur mu, parayı sokağa atıyorsun” diye bana kızıyordu. Dükkanın ilk üç-dört ayında Ece beklemişti, ben yayınevinde çalışıyordum. Dergiler, kitaplar, gelip gidenler; halinden memnundu. Bir sürü insanla tanıştı orada, her cumartesi onun tanışma, konuşma günüydü. O dönem daha da farklıydı bu dönemden, alışveriş de daha canlıydı, gelenler de daha çoktu. Giderek Türkiye daha yoksullaşıyor şimdi, her anlamda…

Ece’nin gündemini edebiyat belirlerdi. Çok okuyan biriydi. İki binin üzerinde kitabım vardı, kitaplıkta elinden geçirmediği kitap yoktu. Her kitabı okur, hemen paylaşmak, eleştirmek isterdi. Kitap konuşmayı, edebiyat, sanat, tarih konuşmayı severdi. Gündelik siyasetten bahsetmeyi sevmezdi. Sinemayı da çok severdi, çok ciddi film birikimi vardı. Georges Sadoul’un kitabını el kitabı gibi taşırdı yanında. Seni beni de sorguya çekerdi, bilmek istiyordu bunları. Herkesten kendi konumunu beklerdi, aynı frekansları yakalayalım, konuşalım isterdi. Son dönemlerinde, eskiden kızdığı insanlara öfkesi dinmişti. Onat Kutlar öldüğünde çok üzülmüştü. Ölmeden önce söylediklerinden üzüntü duyuyordu. Can Yücel için de öyle, “Can en sahici şairlerden biriydi” demişti.

Cemal Süreya’yı, Oktay Rifat’ı çok severdi. Oktay Rifat için “Nâzım’dan daha önemli şair” derdi. Cemal Süreya’ya neredeyse tapıyordu, “Cemal şuna şöyle bir tavır koymuş” diye çok beğenirdi. Onun sözlerine çok değer verirdi. Öldüğünde çok üzülmüştü, en yakın arkadaşını kaybetmişti. Cihat Burak’ı kızdırmayı çok severdi. Bir gün ona “şiir sence nedir” diye sormuş, o da “ısırgan otuyla kıçını dalamaktır” demiş. Bunu sürekli tekrarlardı Ece. Böyle bilgili insanlarla karşılaştığı zaman onları deşmek isterdi. Karşısındakinin bilip de kendisinin bilmediği ne varsa, almak, öğrenmek isterdi.

Türkçede Bir Bölge

Heybeliada’da kalırken, artık Nilgün Marmara’nın evine, Erenköy’e geçecekti. Yanına sadece yol parasını aldı, gerisini bana bıraktı, lazım olur diye. Çok değerli arkadaşlarım, dostlarım var, ama bu bambaşka bir şey. Ece’ye hep minnettar kalacağım. “Bende istediğin kadar kalabilirsin” demesi, İstanbul’a yerleşmemin itici gücü olmuştu. O olmasaydı bugün İstanbul’da değildim, bir yerde edebiyat öğretmeniydim, emekliliği bekliyordum… Ece’nin bulduğu apayrı bir dil dünyası var. Nasıl argo dilin ayrı bir bölgesi, Ece Ayhan da Türkçenin içinde öyle bir bölge. Böyle çok az şair var.

İBRAHİM YILMAZ
Express, Sayı 15, Temmuz 2002

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI