KIYI BUCAK (1)

Cemal Süreya - Biliyor musun, ilkokulda ben adımdan, soyadımdan, okulumdan, mahallemizin adından, sokağımızın adından utanırdım. Düşün: Adım Cemalettin, soyadım Seber (ki anlamı yok, herkes yanlış anlıyor); Pürtelaş Mahallesi'nde oturuyoruz, sokağımızın adı da: Tavukuçmaz ... Okulum da ahşap bir yapı; A, B, C, diye şubeleri olmayan çok küçük bir okul. Pürtelaş'ın anlamını da bilmiyordum. Yıllar sonra anladım gerçeği: O adlar (benim kendi adım dışında) ne güzel adlarmış! Ben o sıralar 8-10 yaşlarındaydım. Ama beş on yıl önce kocaman kocaman adamlar Tavukuçmaz gibi son derece ince bir sokak adını değiştirdiler. Şimdi Akyol Sokak, o sokağın adı. Şeyi de değiştirdiler. Sormagir Sokağı'nın adını. Bilmem ne efendi sokağı yaptılar.

Ece Ayhan -Değiştirirler, değiştirirler! En ufak bir yapısal değişime gidilmediği içindir herhalde; hem de bin yıldır. Ben şimdi eski Sormagir'de oturuyorum. Semtlerin adı bile değiştirildi, galiba artık Denizabdal da yok.

C. S. - Kış günlerinde Kazancı Yokuşu'ndan aşağı bir iskemleyi kızak yaparak indiğimi anımsıyorum. Fındıklı Durağı'nın oraları odun depolarıyla kaplıydı. Aralarından geçip denize yaklaşamazdın. Dolmabahçe Camii'nin yanındaki denizden ayrılmış havuzda suya girerdik. Fındıklı, Cihangir, Kabataş'ın set üstü baştan başa ahşap. Ben namaz kılıyorum. İki kez de Cihangir Camii'nin minaresinde ezan okudum. Müezzin ödülü olarak.

E. A. - Ben birşey ekleyeceğim: Dolmabahçe Camii'nin yanındaki havuz değildi, cumhurbaşkanlığı deniz motoru Acar'ın bulunduğu bir korunaktı; ben yüzmeyi 1944 ya da 1945 yazında orada derin yerde öğrendim, önce 'sivil' giriyorduk. Taksim'de Sakızağacı'nda oturuyoruz. Evet, insanın herhangi bir 'iş'e kendi özel tarihinden girmesi bence iyidir.

C. S. - Ama her zaman mı?

E. A. - Cumhuriyet'te özellikle (1953 gibi) 1955'ten bu yana (Keldani, Süryani ... kemiklerinin bekçisi onlar ayrı - "Ben kemiklerin bekçisiyim!" diyordur bir Rum-Ortodoks patriği) süsüne kaçılmış olsun olmasın bütün Anadolu; aşiretleriyle mezralarıyla, Zap Suyu'yla, cinleriyle bunun karıştırmalarıyla töreleriyle, Siirt'teki ünlü Tilo köyüyle, Fırat'ın en kalın kollarından biri olan alabalıklı Tohma Çayı'yla ... akın akın İstanbul'a, bir çağlayan gibi boşalır, boşalıyor.

Herhalde ve yalnız, 41 insan-yılı Dolmabahçe önlerinde denizle hiç kıpırdamadan yatan Missouri'yi görmek için değil ama! Evet, geçmişte ve serüvende her birşeyin bir başlangıcı ya da başlaması vardır: Missouri'nin Amerika'dan getirildiği 1946 tarihi (iktisatçı Keynes de ölmüştür) bizler için bir bakıma bir 'milat' (Amerika) sayılabilir, sayılmalıdır da. (Nasıl ki 1914 Osmanlısında [önce Göben, sonra da] Yavuz Zırhlısı eskiden bir başka 'milat' [Almanya] sayılmışsa.)

C. S. - Almanlarda ürkünçlükle trajik duygu her zaman iç içedir. Bunu da en çok mimari biçimiyle dışa vurur bu ulus. Korkunçtur evlerinin çatıları Almanların. Almanı, Nietzsche'den, Rilke'den daha iyi anlatırlar. Londra'da ise çatılardan kanguru akar.

E. A. - Ee, ne olsa Freud (1939) Londra'da ölmüştür. Bile isteye uzatıyorum, uzatırım da. Missouri zırhlısı Türkiye'yi özellikle Şiir'i (Dağlarca'nın tarih düşürmüş ünlü bir Missouri şiiri vardır) ve Resim'i (Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun da Missouri resmi) tam da ortadan ikiye bölmüştür! Ama zaten (Cumhuriyet tarihinde hem 'sıkı' hem 'uç' önemli ve aşağı yukarı 'ilk sivil bir düşünür' olarak İdris Küçükömer'in ya da ondan aktararak iktisatçı Sencer Divitçioğlu'nun kullanışıyla) 'battal bir süreç' içinde (eskiden 'Bektaşi' olan, şimdi ise 'Laik') 'dar kalabalıklar' ile taşradaki 'İbrahim toplumu' ayrı köşelerinde kendi yaşamları sürüp gidiyordur.

İktisadın da (yok yok yalnız iktisadın değil her türlü kültürün de) Altın Ölçüt ·kesin bir kuralı vardır: 'Bir kentte toplanma' ('temerküz')! Düşünün ki devletçi ve faşist Mussolini bile İtalyan taşrasından kentlere (tabii giderek büyük kentlere) göçü engelleyememiştir!

C. S. -27 Mayıs'tan hemen sonra çıkan Ülke dergisinin yazarları olarak Eskişehir dolaylarında bir geziye çıkmıştık. Muzaffer Erdost, Fakir Baykurt, Süleyman Ege ve ben. Bir iki kişi daha vardı galiba. Bir Alevi köyünü, bir de Tatar köyünü ziyaret ettik. Tatar köyündeki evlerin içi nasıl güzel! Renk renk, tüller, kilimler, ibrişimler, bir arı peteği sanki. Alevi köyündeki evlerde ise yüksek tavan, boşluk hakim: Öyle bir yerde tek bir kadın vardı ve önündeki teknede hamur yoğuruyordu. Ozanmış. Adı: Döne Sultan. Şiirler okudu bize. Evde hemen hiç eşya yok. Bu iki evdeki çelişik durum beni çok etkiledi. O boşluk (duvarlarda badana edilmemişti) Alevi'nin ruhsal durumunu çok iyi anlatıyordu. Göçebeydi ya da göç zorunda kalabilirlerdi her an. (O yüzden) Maddi hayat koşuluna önem vermiyordu.

E. A. - İncir ağaçları benim için tarih demektir. Hele yıkıntılarımızdaki incir ağaçları hiç unutulmamalıdır derim. (Bence Cumhuriyet şiir ve düşünce tarihinde ve İkinci Yeni akımda 1962'ye, 1968 de olabilir-, vazgeçilmez ve önemli bir yeri bulunan -zaten her zaman üç, bilemedin dört yer vardır!-şair Sezai Karakoç'a göre keçiler de İncil seslidir.) Olof Palme İsveç'te öldürüldükten birkaç saat sonra Londra'da bilinmeyen biri bir haber ajansına telefon etmiştir: Tarihe bakarsanız anlarsınız!" İnsanlar söylencelere karışmış çok eski haklarını bile arıyorlar, ararlar, hem neden aramasınlar? Bunun gibi.

İnsanlarımiz da, yeniyetmelerimiz de artık Anadolu'da tutulamıyor!

Geliyoruz 1940'a:

Ünlü Milli Korunma Kanunu (ve bu arada eş anlayış çerçevesi içersinde Köy Enstitüleri Kanunu da -zamanın Milli' Eğitim Bakanı kendi 'ikizleri'nin fotoğrafını okul kitaplarında yayımlatır) Ankara'da yürürlüğe sokulmuştur. Paris düşmüş, Troçki Meksika'da kazmayla öldürülmüş ve yapılan nüfus sayımına göre de Türkiye 17 milyonu bulmuştur.

C. S. - Ankara'da Baraj'ın biraz ilerisindeki Solfasol köyünde bir dere vardır; sögüt ağaçlarının arasından bir melodi gibi akar. Daha doğrusu bazı notaları sürükleyerek akar; re-re-mi - (Nazilli'de de, kahvelerde ne isterseniz yanında mutlaka bir bardak su getirirler. Bir bardak su isteseniz, yine yanında bir bardak su .. ) Nerede kalmıştık?

E. A. - Dağlarca'nın o günlerin toplumsal 'muvazzaf konumuyla 'uyaklı' Çocuk ve Allah'ı çıkmıştır.

(İleride 'marjinal bir insan' olacak) Cahide Sonku, Muhsin Ertuğrul ile Şehvet Kurbanı filmini çevirmiştir.

(Yine ileride benim yeniyetmeliğim açısından önemli olacak) Disney'in Fantasia'sı çekilmiştir. (Ayzenştayn'ın Şimal Hücum Taburu -Aleksandr Nevski- ise 1938'de çevrilmiştir.)

Nazım Hikmet 'içerde'dir ve 'Memleketimden İnsan Manzaraları'nı yazmaktadır.

Yani kısacası Sivillikler, Aykırı Dallıklar (belirtileri dahi) ortaya çıkmamıştır daha.

Biz de; 1940 kasımında birgün baba Behzat, anne Ayşe, abla İffet ve ben 9 yaşında kısa pantollu bir çocuk olarak Çanakkale'den (ön kapıdan girilmeyen İstiklal İlkokulu'nu, o zaman her şeye yukardan bakan üç katlı Saat Kulesini, kömür çuvalları taşıyan ayakkabısız kahverengi develeri, o develerin uzun kirpiklerini, İngiliz Bahçesini, Şeyh Ahmet'in Oğlu, filmini, çelmeli kaçmalı deve güreşlerini, Sarıçay'ın üstündeki tahta köprüyü, perdeleri bile bulunmayan bomboş bir evi, bir (ve her) 'vurulan' türküde adı geçen Aynalı Çarşıyı, 'sarışın' höşmerimleri, okul kapısında yaşlı bir kadının sattığı üvezleri, suyu döküldükçe kuş gibi öten küçük testileri, karantina rengini, çatanaları ... ve de Hastane Bayırını çok seviyordum) vapurla (belki 'üstten mahmuzlu' Antalya vapuru olabilir, neredeyse kaptan köşküne, bacasına kadar siyaha boyalıydı) güverte yolcusu olarak ama ambarda ince cacalalarla, 1916'da Gelibolu 'yarımada'sından (Datça da bir 'yarımada'dır, 'Kherkonessos') kaçan İngilizlerden kalma ve 1978'e kadar, gittiğimiz her yere, görünmeyen bir köpeğimiz gibi, taşıdığımız açılır kapanır hafif bir masayla -orta ikiden başlayarak işte şiirleri bu masada kurdum-, çiçeklerle ( camgüzeli ve ıtır), sepet içinde bir kediyle birdenbire kalktık, Demirkapı'daki bir asker-sivil terzisinin mıknatıslı bir çelik, makasla yere düşen toplu iğneleri toplaması gibi, bir 'toplanma' (ya da bir (toparlanma') gereği lstanbul'a. - Gerçeküstücüierin düzenlediği bir haritaya baka dünyanın iki başkentinden biri olan (öbürü Paris) İstanbul!-, işte Cankurtaran'a geldik.

C. S. - Cankurtaran'dan 3-4 istasyon sonra Kocamustafapaşa var. Kocamustafapaşa dolaylarında bir durak vardı: Merhaba durağı. Kumbaracı Yokuşu'nun bir adı da İtalyan Yokuşu. Selçuk Baran orada oturur. Çeşmenin yanında.

E. A. - Ece Ovası, annemin köyü Yalova, Ece Baba; Akbaş'daki Hero'nun kalesi, bugün Tekke; Dağ Baba, Boğalı (Bigalı) köyü, Anafartalar, Ece Limanı, Sarıkız yamaçları, Kilya küçük körfezi, Maydos (Eceabat), Bolayır, babamın kasabası Gelibolu'daki denizfenerli Hamzakoy, Evreşe yolları; anneannem Hesna, teyzem Zakire; annemin ve ablamın arkadaşları Unzile, Baise ... artık geride kalmıştır.

C. S. - Evreşe türküsünü bilirsin. Tek türküsüyle var olan o (köyü) şiirime sokmuştum. Evreşe'nin de adını değiştirmişler, Kadıköy yapmışlar.

E. A. -Ekliyorum; Denizabdal bir deniz evliyasıydı. Ne garip hep kara evliyaları olacak değil ya?

(.....)

(Şehir, Aralık 1987)

KIYI BUCAK (4)

YANGlNLAR

Ece Ayhan - Bir yangın geceleyin çıkmışsa ya da geceleyin oluyorsa ve hele mevsim kışsa; biz çocuklar, kopiller, fırlamalar için izlenmesi gerçekten bulunmaz bir olaydır, yani adeta bir şenlik! (Bütün omurgalılar içinde çocukluğu en uzun süren insan yavrusu olan.) Çocuklar zaten bir gariptir. Sözgelimi bir insanın ömründe yangından hemen bir sonraki felaket basamağı olan 'ölüm'ün cenaze töreni bile çocuklarca hoş karşılanabilir. Sevinçle karşılandığı da olmuştur. (Geçen yıl benim ev yanmıştı, ertesi günü ilginçtir üç-dört yüzlü bir arkadaş, otuz şu kadar yıllık bir arkadaşlığı haberi duyar duymaz hemen ayaklar altına alabilmişti. Bundan sonra söz edeceğim.)

Cemal Süreya - Benim aniatacağım ise 'gündüz' yangınıdır. Bilecik.

E. A. - Evet, o zamanlar benim için dünyanın başkenti olan Beyoğlu'nda, yarı-Pera'da, Sakızağacı'nda oturuyoruz. 1944-45 yılları.

Geçenlerde, 'yukarı'daki Dolapdere'ye 'çıkıp', benim Mor Kilise dediğim ve arkadaki yan bahçe duvarına şimdi "Allah'a inanan çöp almaz!" yazılı Evangelistra Rum Ortadoks Kilisesi'nin bekçisine (ya da kapıcısına) geçmişteki bu yangının tarihini sormuştum. Bekçi bana "Evet, olmuş ama ben o zaman Adalar'daydım (acaba Bozcaada mı? İmroz mu? Yoksa benim kullanışımla Şehzade Adaları? 'Onlar'ın kullanışıyla keten astarlı Prens Adaları mı?) ve küçüktüm, kesin tarihini bilemeyeceğim" karşılığını vermişti.

Yangın!

Yangın varmış!

Kilise!

Nasıl yokuş aşağı Yenişehir'e doğru yelyeperek koşuşmuştuk Sakızağacı'ndan. Varınca oradan da az sağa sapıyorsun ve Dolapdere ve işte kulelerini cayır cayır alevler sarmış Evangelistra Kilisesi! Yanıyor!

Bütün ahali evlerinden dışarı uğramış: Rum, Ermeni, Türk, Kürt, Ortadoks, Katolik, Protestan, Yehova Şahitleri, Süryani, Keldani.. vs.

Kulaksız da, Hacıhüsrev de 'götüoturu' oradaydı.

- 'Kalabalık' - kalabalığı, kalabalıkta açıkça ya da silik olarak gördüğüm kimseleri siyah-beyaz çekilmiş bir toplu fotoğraf gibi anlatacağım, aniatıyorum - anlatılır:

Geçen ayki konuşmamda da söylemiştim: Kalabalık arasında kendisi İskenderiyeli ama anası İstanbullu olan Konstantinos Kavafis'e, bir kavafın oğluna benzeyen uzunca boylu zayıf bir adam vardı. Şimdi öğrendim ki Kavafis'in babası da İstanbulludur ve kendisi bir kavafın oğlu değil torunudur! At gibi de incedir. Hem aile içinde dendiği gibi 'Konstantinos Amca', çocukların yüzleri varken niye doğrudan doğruya yangına baksın ki?

C. S. -Başka kimler vardı?

E. A. -Bende, belleğimde yalnız arabı kalmış bu fotoğrafta, sararmış;

Yenişehir ovasının başında Tatlı Badem Sokak'ta Leh Adama Mickiewicz'in geçmişte oturduğu evde oturanlar;

Ziba'dan elleri ceplerinde boş dönerlerken Sait Faik ile ressam Cihat Burak;

O günlerde Şişli Terakki'de (ya da lşık Lisesi'nde) yatılı okuyan (sonraları Maya Sanat Galerisi'ni yönetirken ressam Nevin Çokay'la evlenen) Nejat Çokay; bir 'marjinal insan' Robert Steiner: 'Marjinal ressam' Aktedron Fikret ve biraz içki kültürü bulunan herkesin tanıdığı ilginç Patriyot Hayati;

'Kızlar'ıyla, ve ilerde ölümü ya da öldürülmesi onun elinden olacak, menekşe gözlü, Ceylan adlı sevgilisiyle 'fakir anası' Çanakkaleli Melahat (Geçilmez); bir mahfelde yapılan 'gece'den dönmekte olan Polis Bandosu; polis müdürü Demir Ahmet, bir pusulayla dergiler kapatan Muzaffer Akalın;

Ressam 'Lebon' Hamit Görele; Zeyrek Orta'da resim öğretmeni yontucu Ratip Tahir Acudoğu; aynı okulda yalnız Wagner operalarının konularını anlatan müzik öğretmeni Demirhan Altuğ;

O sırada, müzik âşığı ve sonradan Orkestra dergisini çıkaracak olan Panoyot Abacı'nın 'familya'sını ziyarete gelmiş Societa Operaya İtaliano yönetim kurulu üyeleri;

'Turing Klöb'den kurşunkalemiyle, ayakta gazete bulmacası çözmeye çalışan 'maruni' Sait Naum Duhhani;

Tayyare Sineması'nda oynayan Ayzenştany'ın Şimal Hücum Taburu'ndan yeni çıkmış Naki Turan Tekinsav;

'Alabanda' revüsü için lacivertler giyinmiş 'Sultan Hamit Düşerken' romanının yazan Nahit Sırrı Örik;

Aslında Montevideo'daki gibi bir 'horoz dövüşü' kapışması arayan, kavasıyla bir İstanbul Konsolosu ('Mor Kilise' yangını 1946'dan önceyse İngiliz, sonraysa sağlama Amerikan olur); İstiklal Caddesi'nde sinema kapılarında 'gece devriyesi' şişman ve şaşı 'kadın'; koltuk değnekleriyle İş'e çıkan Beyaz Rus Madam; dolaşımdaki 'kadınlardan' bıyıklı Küçük Stella; müşteri beklerken oynadıkları tombalada kendisine hep 'çinko' çıktığı için "Ben zaten talihsiz bir kadınım!" diyerek ağlayan Tatar Necla, çekik gözleriyle;

Kavafis'in annesinin akrabası olan mücevherci Fotiadis ve ailesi;

Çiçekçi ivan Milinsky ve ailesi;

Tarlabaşı ve Sakızağacı'nın kesiştiği köşede yaz-kış hiç çıkarmadığı asker ceketiyle manavlık eden o Arnavut kadın;

Yanan kilise Rum Ortodoks Kilisesi olduğu için Abanos'tan geceliğiyle (ama başını siyah-mor arası eski Gürün şalıyla örtmüş) 2 numaradaki Afrodit, mamasıyla;

Sakızağacı'ndaki 31 numaradaki Asvaazin Ermeni Kilisesi Katolik olduğu için ne olur ne olmaz diye yine de küçük zangocunu göndermişti, papazlar gelmemişti; (geçenlerde de Sakızağacı 33'ün merdivenlerinde geceleri geçiren 85 yaşındaki kadın Ermeni'ydi ama Ortodoks çıktığı için ilgilenilmemişti; 'çoğunluk' tarihte de, günümüzde de ne kadar acımasız olabiliyor;

Yaşı uygun olsaydı. Yeni Marjinaller'den Nilgün Marmara da, inanıyorum ki, işini gücünü bırakıp karşı kaldırımda yerini alır, yani fotoğrafın içine gelirdi.

Sitare Ağaoğlu (Taşpınar), yıllar sonra, bu Evangelistra Kilisesi'nin Elmadağ'da otururken 'yukardan' ince nakış gibi güzel bir resmini yapmıştı, hem de benim mor renklerimle.

C. S. -İlkokul üçteyim; yok yok dörtte. Bilecik'teki bir bankada (TC Ziraat Bankası) yangın çıktı. Benim gördüğüm ilk yangındı o. Bilecik'in kent içi nüfusu o günlerde 2000. Bütün kent, yangını baştan sona izledi. Üç dört katlı bir yapıydı Ziraat Bankası. Üst katları lojman. Bir sürü eşya atıldı aşağıya.

Hiç unutmam, ertesi gün yangın artıkları arasında bir kitap bulmuştum: Ev Doktoru. Yazarı Dr. Nuri Ergene. Cildi kopmuş ve bir kısmı yanmış olan bu el kitabını belki yüz kez okumuşumdur. Hele bazı bölümlerini.

Uyuz olmuştum. Ev Doktoru'nda uyuzla ilgili bölüm en fazla 10 satır. O 10 satırın altında anlamlar, bilgiler, ipuçları arardım. Kitaba göre uyuz böceği derinin altında yollar, kanallar açıp gidermiş. Geceleri uyanır ellerimin, kollarımın delik deşik edildiğini düşünürdüm.

Tifüs salgını da var o sıra. İkinci Dünya Savaşı yılları. Filmlerdeki kolera sahnelerini anımsatan olaylara tanık oluyorduk. Sokakta tifüsten ölmüş bir iki adam gördüm. Bir depocuktan ve iki tekerlekten ibaret 'etüv' arabası pazar yerinin hemen orda her şeye hazır dururdu. Üstündeki 'etüv' yazısıyla deposu ürkünç gelirdi bana bu aracın.

Olaylar, adları ve ayrıntıları nasıl da derin çizgilerle kazıyor belleğe! Yangından ötürü Ziraat Bankası müdür yardımcısının kızının adı hâlâ aklımda: Ayten. Tifüsten ötürü de belediye şoförünün adı: Işık Mehmet.

Ev Doktoru yazarı Dr. Nuri Ergene çoktan ölmüş. Ölümünden yıllar sonra aramızda bir çeşit akrabalık bağı da oluşacak onunla.

Yoksa Cep Doktoru muydu kitabın adı?

Tifüs deyince kendini asmış adamlar da gelir aklıma. O günlerde bir pazarcı parkta kendini asmıştı. Bizim sınıftan bir kızın iki yıl sonra Ali Bey adlı bir ipek imalathanesi sahibiyle (adam ellilik) adı çıkacaktı. Şöyle bir türkü yakmışlardı:

"Ali Beyin hırkası
Dırt dırt eder arkası."

Kız on iki yaşında.

O yangın için okuldaki duvar gazetesine ''Yangın" başlıklı bir yazı yazmış, yangını gösteren bir de resim yapmıştım...

Bilecik, bağ bahçe.

Bir üvey anam var. Adı Esma.

Kız kardeşimi saçından kavrayıp kuyuya sarkıtan kadın.

(Şehir, Şubat 1988)

ECE AYHAN - CEMAL SÜREYA
Şiirin Altın Çağı, 168-171, 178 -181



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI