Memleketimizde on sekizinci asrın sonlarına doğru başlayan Avrupalılaşma hareketi, on dokuzuncu
asrın ilk yarısında münevverler arasında oldukça genişlemeğe başlamıştı. Siyasî ve idarî hayattaki
garblılaşma, tabiatile içtimaî hayatta da tesirini gösterdi; önce yaşayışımızda, bundan sonra da zevkimizde değişiklik oldu. Bunun neticesi
olarak edebiyatımızda şark örnekleri, Arab ve Fars kültürü, eski hava yavaş yavaş çekilip silinerek
yerini garb örneklerine ve Avrupa anlayış ve görüşüne bıraktı.
On dokuzuncu asrın ikinci yarasında Şinasi, Namık Kemal, Abdülhak Hâmid, Recaizade Ekrem gibi imzaların eserlerile ortaya çıkan bu yeni edebiyat, bir zaman sonra onları takib eden neslin himmet
ve gayretile kökleşmiş, yerleşmiş, hattâ gerek şekil, gerek munteva bakımından zamanının Fransız
edebiyatına benzer bir hal ve mahiyet almıştır. Edebiyat-ı Cedide adı ile anılan hareket budur.
Bu edebiyat, dil bakımından eski Arab ve Fars kelime ve terkiblerile doludur; fakat bu dilin tertib ve inşası yenidir; hele bu eski kelimelerin içine yerleştirilen manalar büsbütün yenidir; çünkü bu harekette
hâkim olan ruh, zihniyet ve hayat görüşü yenidir.
Edebiyat-ı Cedidenin bariz alafrangacılığı
yüzünden edebiyatımızın millileşmesi geri ve geç kalmış
mıdır, kalmamış mıdır, bunun münakaşasını edebiyat tarihçilerine bırakalım; muhakkak olan cihet şudur ki Edebiyat-ı Cedide hareketi, aşılması zarurî bir
devirdi; lüzumlu idi, faydalı olmuştur.
Bu edebî mekteb İstanbulda zamanımızdan
altmış yıl önce intişara başlayan Servet-i Fünun isimli
haftalık dergide ve bu derginin intişarından beş altı yıl sonra teşekkül etmişti. Şiirde Tevfik Fikret,
Hüseyin Siret, Hüseyin Suad, Ahmed
Reşid, Ali Ekrem, Faik Âli, Celâl Sahir, şiir ve nesirde Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif, romanda
Halid Ziya, Mehmed Rauf, nesir ve hikâyede Ahmed Hikmet, Hüseyin Cahid bu mektebin bellibaşlı
simalarıdır.
Bir kaç gün önceye kadar Edebiyat-ı Cedide neslinden
hayatta ve muazzez bir hatıra halinde bize kalmış olanlar dört kişi idi: Seksen yaşında bulunan
Ahmed Reşid Rey, yetmiş sekiz yaşında olan Hüseyin Siret Özsever, yetmiş beş yaşında olan
Hüseyin Cahid Yalçın, yetmiş iki yaşında olan Faik Âli Ozansoy... Bu muhterem üstadların en gencini
1 ekim 1950 den beri kaybetmiş bulunuyoruz;
Allah ötekilere uzun ve sıhhatli ömür versin.
Diyarbakır, zaten ötedenberi şair ve âlim yetiştirmekle meşhurdur; bu ilim ve şiir şehrinde doğmuş olan
Faik Âli, edebî bir atavizmin içinden gelmiştir: Büyük babası Cehdi Efendi, babası Said Paşa, ağabeyisi Süleyman Nazif şairdir; irsiyet Faik Âlinin oğlu şair Munis Faik Ozansoyda devam ediyor.
İlk ve orta tahsilini Diyarbakırda yaptıktan sonra İstanbula gelen Faik Âli, burada o zaman Mülkiye
mektebi denilen Siyasal Bilgiler okulunda
lise ve yüksek kısımları okuyarak diploma aldı, memleketin bir çok yerlerinde idare âmiri
olarak vazife gördü. Bursa Maiyet memurluğunda, Mudanya kaymakamlığında, Kütahya ve Beyoğlu
mutasarrıflıklarında, bazı valiliklerde ve Dahiliye Nezareti Müsteşarlığında hizmet eden Faik Âli'nin
bu vazifeler içinde en çok hoşuna gideni, tahmin ediyorum ki, bir aralık Diyarbakırda Vali olmasıdır.
Bu, talihin kendisine bir mükâfatı sayılır. Bir zaman da Siyasal Bilgiler okulunda fransızca öğretmenliği
etmişti: insanın evvelce okuduğu mektebe sonra hoca olması da doğduğu yerde valilik etmesinden
daha az şerefli ve zevkli olmasa gerek!
Faik Âli. Edebiyat-ı Cedide hareketine karıştığı zaman gene bir Mülkiye talebesi idi; O, bu edebî mektebin ne başlangıcıdır, ne de başlarındandır; fakat senelerce Edebiyat-ı Cedide havası içinde yazıp yayınladığı şiirlerle bu hareketin inkişafına ve kuvvetlenmesine
sistemli bir surette hizmet etmiştir.
Edebiyat-ı Cedide hareketi içinde yazı yazmağa başlayanlardan sonraları yaşamış olanların çoğu, seneler geçtikçe hemen hemen bu edebî
mektebden uzaklaşmış gibidirler. Faik Âli gerek ifade, gerek tahassüs ve şiir tarzı bakımlarından
Edebiyat-ı Cedide havasına son güne kadar sadık kalmış, bu yüzden hattâ hayatın gerisine çekilmeği tercih etmiştir.
Edebiyatımızın muayyen bir devrinde mühim ve faydalı bir harekete karışarak bir hizmetin görülmesinde
tesirli olmuş, muvaffakiyet kazanmış ve devrini yapıp bitirmiş bir sanatkârdı; zamanın şartları içinde mütalea edilince edebiyatımıza olan hizmeti hiç de küçümsenmemeli.
Edebiyatçılarımızı kısa bir zamanda yıpratan ve yeni nesiller tarafından anlaşılmaz, bu sebeble de
daha sağlıklarında unutulmuş hale getiren Türk dilinin bir zamandan beri zarurî olarak geçirmekte olduğu tasfiye ve millileşme hareketidir; böyle lüzumlu, fakat amansız bir hareketin arifesinde gelmiş olmaları
Faik Âli için de, bütün Edebiyat-ı Cedide nesli için de büyük bir talihsizliktir. Yoksa dil bir yana bırakılarak muhteva bakımından incelenecek olursa görülecektir ki
bu adamlar pekâlâ istikbale kalabilecek, güzel ve özlü şeyler de söylemişlerdir.
Faik Âlinin aşk ve tabiat şairi olarak, işlediği sevimli, hisli ve ince ilhamlar «Fâni Teselliler» ve «Temâsîl»
isimli şiir kitablarında toplanmıştır. «Mithat Paşa» ve «Elhân-ı Vatan» isimli manzum eserlerinde
memleket aşkile çarpan bir kalbin samimî heyecanları vardır; 1914 - 1918 Çanakkale harbinin uyandırdığı
kahramanlık duygularını «Payitahtın Kapısında» isimli
manzum piyeste tesbit etmeğe çalışmıştı; Lâle devrinin şiir ve güzellik dolu hayal ve intibaları ona «Nedim» isimli bir manzum piyes yazdırdı.
Şairin bütün eserleri, 1928 den evvelki yıllara aid olduğu için eski harflerle basılıdır. Kitab halinde toplanmamış bir çok şiirleri de vaktile ve tabiî gene Arab harflerile basılıp çıkmış olan Servet-i Fünün, Mehâsin, Edebiyat-ı Umumiye mecmuası gibi dergilerde bulunabilir.
Şairimiz, asırlardan asırlara doğru akıp gelen bir güzellik çağlayanı ile sarılı olarak yaşamanın ve
kendisini böyle bir hisse kaptırıp mesud olmanın yolunu bulmuştu.
Şimdi pek eski bir şiirinden bir kaç mısra hatırlıyorum, sevgilisine:
"Bu zanbaktan, bu leylâktan, bu gülden yarın bir ses, bir ahenk peyda olur; çiçekler solup gittikleri zaman
onların güzellikleri de sönüp bitmiş değildir. Ey sevgili, sen de ölüp toprağa gömüldüğün zaman tabiate bir renk fıskiyesi halinde serpilip dağılacaksın! Bu üstüste
gelen nağmeler senin toprağından yayılıyor; bugünkü çiçek, yarın güzel bir kuş olacak; bulutlar yarınki
dalgaları vücude getirecek; seher vaktinin tatlı bir gülümseme halinde açılışında mezarlardan ve çiçeklerden alınmış bir güzellik vardır" diyor.
Bu zanbaktan, bu leylâktan, bu gülden
Yarın peyda olur bir ses, bir ahenk.
Ser-i gûhsâra bir fevvâre-i renk
Yağar senden, mukîm-i kabr iken sen.
Türabındır bu elhân-ı peyâpey;
Çiçekler kuş, bulutlar dalgalardır.
Seher, sordum diyor handemde vardır
Mekabirden, mezâhirden birer şey.
Bir kaç gündenberi Zincirlikuyu mezarlığının, âsûde toprakları altında ve bu duygular içinde güzel
bir ebediyet rüyasına dalmış olan şairimiz, çocukluğundanberi Abdülhak Hâmidin pek meftunu idi;
zaman zaman manzumelerinin nesci arasına Hâmidden seslerin karıştığına inanırdı. İlhamına renk ve ihtişam
getiren bu ilâhî nağmeyi tanımağa
çalışırken bir aralık:
Bu ses şi’r-i bülendindir, evet, ey şâir-i â’zam!
Çocukluktan bana telkîn-i ulviyyât eder her dem.
Demişti.
1918 mütarekesinden sonra Osmanlı imparatorluğunun
yıkıntı günlerinde Viyana'da vatandan uzak kalan Abdülhak Hâmidin sefaletle istihza eden yaman ve
sanatkârane feryadı duyulunca Faik Âli, Şâir-i â’zamla hasb-ı hal isimli manzumesini yazıp neşretti.
İşte şimdi de öğreniyoruz ki Ankarada ölürken İstanbula getirilip Abdülhak Hâmidin yanına gömülmesini vasiyet etmiştir.
Faik Âli gene eski bir şiirinde:
Yere batsın bütün mesafe, vihât;
Büsbütün ben sen olmak istiyorum!
Demişti.
Ölümden sonra ne olduğunu bilmiyoruz; artık maddî ve
fânî hayattan sıyrılmış olan şair, gönül ister ki bir kaç gecedir, büyük ve ebedî güzelliğe büsbütün
kavuşup karışmış ve arzusuna erişmiş olsun.
REFİK AHMET SEVENGİL
Taha Toros Arşivi, 001584208010

ŞİİRLERİ