OZANSOYLARIN SOYLU DOSTLUKLARI

Çocukluğumuzda, yıldızları, mehtabı, evreni hayalimizde en geniş anlamı ile yaşatan şiirlerin altında (Faik Âli) imzasını görürdük. Yabancı kelimeleri fazla, fakat tasvirleri taze olun bu şiirlerden bir kaçını hocalarımız, ezberletmişlerdi. Babamın (Serveti Fünun) kolleksiyonunu karıştırmaya başladığım çağlarda, Faik Âli'nin edebiyat kitaplarına geçmemiş daha nice şiirlerini görmüş ve kendisini - düz yazılarında tok sesli ve gümbürtülü üslübu ile tanıdiğimiz - şair ve edip Süleyman Nazif'in küçük kardeşi olduğunu, yine o devrin dergilerinden öğrenmiştim.

Çocukluk, delikanlılık ve yüksek tahsil çağlarımız geçtikten, devlet kapısında bazı mesafeler aldıktan sonradır ki,- kader beni Faik Âli'nin oğlu Munis Faik ile Ticaret Bakanlığının Teftiş Kurulunda bir odada buluşturdu. Her ikimiz de Bakanlık Müfettişi idik. Yıllarca Ankaranın aynı semtinde, birbirine çok yakın apartmanlarda oturduk.

Resmi görevlerimizden başlayan arkadaşlığımız İkinci Dünya Harbinin en bunalımlı yıllarında, aile dostluklarına dönüştü. Bu öylesine içten bir dostluktu ki, bana, babası Faik Âliyide tanıyarak, ona evladı kadar yakın olma mutluluğunu sağladı. Günlük işlerimizin olduğu kadar resmi yaşantımızın çilelerini birlikte çektik, sevinçlerini birlikte tattık.

Çocukluğumda şiirlerine göre hayal ettiğim tantanalı şair Faik Âli'yi vakur ve hayal gücü çok derin bir kişi olarak buldum.

İnsancıl tutumu, alçak gönüllülüğü, temaslarımız ilerledikçe, bizi belirgin şekilde büyüledi. Şiirlerinde hissedilen azamet yanında, özel ilişkilerindeki yumuşaklık, sevgi ve aşırı duyarlılık, onun iç dünyasında bir eski zaman kibarlığının bütün inceliği ile yaşatıldığını ve sürdürüldüğünü gösteriyordu.

Baba ile oğlun şairlikleri kadar nezaket ve dostlukları, onları yakından tanıyanlara, doğal bir miras görünümü veriyordu. Bu bakımdan Faik Âli'nin portresi çizilirken bu portrenin fonunda Munis Faik'in, Munis Faik’in portresi yapılırken bu fonda Faik Âli'nin çehresi görünür. Bu yazılarımızda böyle bir manzaranın yansıması doğal sayılmalıdır.



BİR GERÇEĞİ BELİRLEYEN SOYADI

(OZANSOY) lar için, rahmetli Fazıl Ahmet Aykaç 32 yıl önce yazdığı bir yazıda, (Bir irfan hanedanı) deyimini kullanmıştı. Bundan 26 yıl önce Faik Âli Ozansoy'un ölümünden sonra yayınladığım iki yazının birinde (7 göbekten şair bir aile) başlığını kullanmıştım. Ozansoy ailesi için her iki deyimin de, yerinde olduğunu sanıyorum.

Bâzan edebiyat ve güzel sanatların - bir aile mirası gibi - babadan oğla veya toruna geçtiğini görüyoruz. Yakın tarihimizde hat ve nakış sanatında (yesari) ler, musiki alanında Ziya Paşa ile oğulları Özbekhan'lar, tamburi Cemil ve Mesut Cemil'ler, edebiyat dalında da (Mirat-ül-iber) yazarı Diyarbakırlı Sait Paşa ve oğulları Süleyman Nazif ile Faik Âli ve bunun oğlu Munis Faik Ozansoy bu tür mirası sürdüren kuşaklardandı.

Sofular haram dediler, bu aşkın badesine;
Ben doldurur, ben içerim, günah benim kime ne?

diyen meşhur şair (Nesimi) de Ozansoy ailesinin dedelerindendir. Nesimi'den İbrahim Cehdi'ye tarihçi Sait Paşa'dan Süleyman Nazifle kardeşi Faik Âli'ye kadar yedi kuşaktan şair bir ailenin devamını -UNESCO'da Büyükelçiliği sırasında iki yıl öncesi kaybettiğimiz - Munis Faik Ozansoy bilinçli bir surette temsil etmişti, Aile bu yetenekleri ile, sanırım ki en uygun soyadını seçmişti.

EDEBİYATI CEDİDENİN EN GENÇ ŞAİRİ

Faik Âli, büyük bir sanatsever, değerli bir şairdi. 74 yaşına kadar kalemini bırakmayan şair Faik Âli, edebiyat tarihimizde (Edebiyatı Cedide) devrinin son sütunlarındandı. Bu sütun - kendi devrinde - hayal ve aşk aleminde söylenebilecek, en güçlü şiirlerle süslenmişti. İlk eseri olan (Fani Teselliler) i, üstadı olan şair Abdulhak Hamit "Edebiyatımız için kafi teselliler" olarak yorumlamıştı. Faik Âli'nin en son eseri ise Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanan ve ölümünden iki ay evvel eline geçebilen (Nedim ve Lale Devri) adlı manzum piyesti.

Gençliğinde zarif giyinmesi ile, kib arlığıyla daha çok kadın çevrelerinde itibar gören şair, yaşlılığının son yıllarında bile sık sık sohbetlerinde:

"İhtiyar olsam da gönlüm tazedir" şarkısını mırıldanırdı.

Bu şarkı radyoda söylendiği zaman, adeta mutluluk duyar, bütün ruhuyla bu şarkıya katılırdı.

Faik Âli'nin de bu türden çok şarkıları bestelenmişti. Son olarak bestelenen (Yıldızlı semalarda) şiiri onu, hasta döşeğinde öylesine mutlu etmişti ki, tesadüf bu ya, ölümünden 10 saat önce Ankara radyosunda çalınan bu şarkıyı gözyaşları ile dinlemişti.

Yıldızlı semalarda haşmet ne güzel şey!
Mehtaba dalıp yar ile sohbet ne güzel şey!
Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken
Yıldızların altında ibadet ne gazel şey!

Fâni ve adavetlere mahşer bu cihanda
Bir bitmeyecek aşk-u muhabbet ne güzel şey!
Dünyada senin aşıkırı olmak ne saadet!
Allah ile - haşa - bu rekabet ne güzel şey!

Lütfen bana güldün, güzelim, mültefit oldun..
İcabı necabet bu.. necabet ne güzel şey!
Ey hilkatin emsali yok ibdaı kemali,
Senden bana bir zerre inayet ne güzel şey!

Hüsnündeki mânâyı semavî ne ilahi!
Aşkımdaki renki edebiyet ne güzel şey!

Bu şiiri ustalıkla bestelediği için yakın dostu Sadi Hoşses'e minnettardı.

BİRAZCIK BİYOGRAFİ

Ozansoy'ların ailesinde iki Süleyman Nazif, iki İbrahim Cehdi adı vardı. Bu aile soy itibariyle Diyarbakırın tanınmış kişilerindendi.

Ailede tarihçi, idareci ve bir hayli de şair yetişmişti. İlk Süleyman Nazif (1771-1808) onun oğlu İbrahim Cehdi (1787-1833) onun oğlu tarihçi Sait Paşa (1832-1890) dır. Bu Sait Paşa yukarıda da değindiğimiz gibi (Miratı Liber) adlı 10 cilt lik tarihi olan bir idarecidir. Eserinin bir kısmı basılmış olup basılmayan kısmı, halen İstanbul Arkeoloji müzeleri kütüphanesinde bulunmaktadır. Sait Paşa'nın kitapları ile notları, büyük oğlu Süleyman Nazif tarafından hemşirelerinin kocası Şükrü beyin (İzmir suikastı nedeniyle asılan) Maarif Nazırlığı sırasında bu kütüphaneye armağan edilmiştir.

Sait Paşanın Mardin'de mutasarrıfken öldüğü bilinmektedir. Büyük oğlu ünlü ve ateşli edibimiz (1870-1927) Süleyman Nazifdir. Faik Âli Ozansoy (1876-1950) tarihçi Sait Paşa'nın ( 1 ) küçük oğludur. Şair Munis Faik Ozansoy (1911—1975) ise Faik Âli'n in büyük oğludur.

Faik Âli bey, mülkiye mektebini (Siyasal Bilgiler Okulu) bitirdikten sonra, devrin geleneğine uyarak idari hayata atıldı. Vilayetlerde maiyet memurluğu yaptı, kaymakamlıklarda bulundu. Yakın idari tarihimizde kaymakamlıkla valilik arasında bir de (Sancak) vardı. Sancak'ın en büyük mülkiye amirine (mutasarrıf) denilirdi. Faik Âli bey bu tür mutasarrıflıklarda bulundu. Nitekim oğlu Munis Faik, şairin Midilli mutasarrıflığı sırasında doğdu. Midilliden sonra, iki defa, Kütahya mutasarrıflığı yapan Faik Âli, Beyoğlu mutasarrıflığında da bulundu. Fakat o, daha ziyade Kütahya mutasarrıflığı ile tanınmıştır.

Milli mücadele başlarında Diyarbakır'da başarısız kısa bir valilikten sonra İstanbul'a döndü, dahiliye müsteşarlığı görevinde bulundu. Cumhuriyetin ilanından sonra mülkiye mektebi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Fransızca öğretmeni oldu. Aslında, sevmediği memuriyet hayatında 1910 yılında emekliye ayrıldı. Ölümüne kadar geçen yıllarını oğlu Munis Faik'in görevli bulunduğu, Ankara'da geçirdi,

HER GÜZELLİĞE AŞIK: GÜZEL KADIN, GÜZEL SES GÜZEL SOFRA

Faik Âli bey tabiata aşık olmakla beraber, bütün güzelliklere karşı tutkusu hatta coşkusu olan bir şairdi. Herşeyde, sınırsız güzellik arayan bir iç yapısı vardı. Kıyafette güzellik, sohbette güzellik arar, özellikle bu duygusunu kadınlarda daha belirgin olarak dile getirirdi.

Evindeki çay sohbetlerinde bilgi ve görgüce seçkin kadınlar bulunurdu. Onlarla konken masasına oturur, içlerinde şarkı mırıldananlar bulunursa, kendisi de katılarak, bu tutumu adeta teşvik ederdi.

Oyun esnasında, radyo daima açık bulundurulur, şarkı, konferans ve haber gibi ne varsa hepsini dinlerdi. Ancak, saat 19.00 olunca, evde çıt çıktığını istemez, ajans haberleri bitince hemen odasına çekilir - sanki ev halkı bilmiyormuş gibi - gizlice bir kadeh içkisini aldıktan sonra, sofraya dönerdi.

Güzel sofrayı severdi. Bu onun esaslı zevklerinden biriydi. Emekli maaşını aldığı gün, dizlerinde derman bulursa, sevdiklerini toplar, Karpiç lokantasına götürürdü.

Sigarayı büyük bir irade gücü ile bırakmıştı. Kullansa da, miktarı pek az olurdu. Nevar ki, şairlikle aşk dolu iç dünyasının ilacı saydığı içkiyi arada sırada kullanırdı. O bunu, tatlı ve özlemini duyduğu güzel günlerin anısı gibi değil, yaslı günlerinden kalan bir yadigâr olarak nitelerdi.

İçkinin gençler için zehir, ih tiyarlar için panzehir olduğunu söyler, gerekçesini bu temele dayayarak, az olmak şartiyle içkiyi bir nevi gıda olarak tanımlardı. O kadar terbiyeli ve asaletli içerdi ki, - sıhhatine dokunduğu için doktorların yasaklamasına rağmen - bunu, oğlu Munis’ ten bile gizlemeye önem verirdi. Esasen, içtiği zamanlarda da üç kadehi geçirmezdi. Kendine göre bunun felsefesini şöyle yapardı:

Bir kadehi kâr, iki kadehi yarar, üç kadehi karar, dördüncüsü zarar..



Faik Âli'de kadın güzelliğinin bir ölçüsü vardı. Sarışın veya kumral, beyaz tenli, lepiska saçlı, şişmanca, yeşil, gözlü tipler, ondaki belirgin ölçülerdi. Kendisini bir yaz ayında İstanbula gönderirken, Ankara'da yataklı vagona yerleştirmiştik. Tesadüf bu ya, komşu yataklı kompartumana bu tipte bir hanım yolcu girmişti. Trenin hareketi sırasında iyi yolculuk dileği ile elini öptüğümüz zaman, benim kulağıma eğild i, nazik bir sesle, komşusunu kastedederek:

- Adımız Faik Âli, yolculuğumuz tâli- i âli! dedi.

OZANSOYLARIN ÇAY MERAKI

Faik Âli bey, kahveye ve çaya düşkün değildi. Belki, kahveyi tercih ederdi. Fakat bütün ev halkınca öylesine bir çay sevgisi vardı ki - 35 yıl sonra itiraf etmem lazım gelirse - ben gerçek çayın lezzetini, ilk defa, bu evde, Ozansoyların çaydanlığından tattım ve büyülendim.

Faik Âli’nin eşi, kızları, hatta Munis bile çayın gerçek kıvamını ve demini vermekte hüner sahibiydiler. Hepsi, devamlı surette, çay içerlerdi. Munis sabahları evindeki çaydan sonra daireye gelince odacımız Veli efendi - bir tembih ve işaretini beklemeksizin - çay demler, ona ve bizlere üst üste nefis çaylar ikram ederdi. Bu arada bütün oda arkadaşları olarak hepimiz çay tiryakileri arasına karışmıştık.

Üstad Faik Âli, oğlunun çaya düşkünlüğünü şöyle dile getirirdi:

"Munis, çayı bir sevap işler gibi, ibadet eder gibi içer!"

FAİK ÂLİ’ NİN (EDEBİYAT-I CEDİDE) ANILARI

Faik Âli’nin - 1950 sonbaharından - ölümüne kadar hemen her gün büromuzdan çıkınca Ozansoylarm evine uğramak geleneklerimiz arasındaydı. O sıralarda oturdukları Konur sokağındaki apartman, adeta, bizim kulübümüz gibiydi.

Yukarıda da temas ettiğim gibi üstadı çevreleyen hürmetkârları beş çaylarını onun sohbetleri arasında içerler, genellikle saat 19.00 a kadar, onun düzenlediği konken partisinde hoşça vakit geçirirlerdi. Bu sohbetlerin en fazla devamcısı Sulhiye ablaydı.

Ben daha çok, üstadın bir yıldızı olduğu Edebiyat-ı Cedide’den bahisler açar ve sohbeti bu yöne sürüklemeyi severdim. Faik Âli, konuşmanın, edebiyata ve eski edebiyatçılara aktarılmasından zevk duyar, doyum olmayan anılarını büyük bir içtenlikle dile getirir, misafirlerini adeta bir mazi cennetinde yaşatırdı. 0 konuşurken bizler adeta, Edebiyat-ı Cedide’nin ünlüleri - Cenaplar, Tevfik Fikret'ler, Süleyman Nazif'ler, Hüseyin Siret'ler, Halit Ziya'lar, Mehmet Rauf'lar, Hüseyin Suat'lar - ile sanki birlikte oturuyormuşuz gibi olurduk.

Bu anılar arasında, Abdulhak Hâmit ve Şair Nigâr hanımdan da sıkça söz edilirdi. Konu şair Abdulhak Hâmit'e yönelince Faik Âli'nin oturuşu değişir, kullandığı kelimeler dikkatimizi çekerdi. Sanki Abdulhak Hâmit sağdı ve sohbet sırasında başköşede bizleri dinliyormuş gibiydi. Faik Âli onun huzurunda konuşuyormuşcasına, aşırı bir saygı içerisine girerdi.

Bu sohbetlerin çoğunda konuşulanları, akşam eve dönünce birer satırla özetleyerek not ederdim. Zaman zaman Faik Âli'den anılarına dair yazılı olarak bilgi isterdim, Faik Âli ile, fazla meşguliyetimiz, hastalıklarımız, seyahatlerimiz nedeniyle yüzyüze görüşemediğimiz günlerde büyük şair her mektubunda bu anılara yer veren satırları da ihmal etmezdi.

Faik Âli, yaz sıcağını Ankarada geçirmek istemez, kendi tabiri ile, o şehirler şehrayini olan İstanbula gider, Suadiye'de kızı Remide'nin köşkünde dinlenir, oradan dostlarına adeta bir inci dizisi gibi olan güzel yazısıyla çok hoş, okşayıcı mektuplar yazardı. Ben üstadın bu tür mektuplarına çok nail olmuş mutlulardandım. Gerek Ankara içinde hastalıklar dolayısiyle buluşamadığımız günlerde, gerek üstadın İstanbul'da yaz aylarını geçirdiği sıralarda bizlere lütfe ttiği mektuplar birer anı hâzinesinin parçalarıydı. Bir keresinde Edebiyatı Cedide mensuplarının (Servet fünun) mecmuasındaki sohbetlerini şu satırlarla dile getirmişti:

(Edebiyat—ı Cedide şairlerinden en çok sevip hürmet ettiğim ve aynı karşılığı gördüğüm Süleyman Paşazade Sami (Süleyman Nesip), Tevfik Fikret ve Cenap Şebabettin merhumlardır. Cenap'la nisbeten daha az görüşürdük. Onun bana büyük teveccühü vardı. Bir aralık Servet fünuna şiir vermemiş sade makaleler yazmış. Fikret birgün ona:

- Cenap, niçin şiir yazmıyorsun? deyince:

- Faik Âli, cesaretimi kırdı, demiş.

Ne mümkün? Bu sözü Fikret'in bana yetiştireceğini bildiği için, büyük bir iltifat ve teşvik olmak üzere söylemiştir...)



(... Edebiyatı cedide şairlerinin arasında büyük bir samimiyet vardı ve kimse kimseyi kıskanmazdı. O hafta, mecmuaya konacak şiirlerden en beğendiğini Tevfik Fikret, o müstesna şiir okuyuşu ile okur, bize dinletir ve hepimizi mestederdi., Haftada birkaç gün (Serveti Fünun) idarehanesinde Fikret'in yanında toplanırdık. Bizim kahvemiz, gazinomuz, kulübümüz o küçük odaydı. )

KAMIŞ KALEM KULLANAN SON ŞAİR

Faik Âli şiir yazarken de, mektup yazarken de - eski devrin yazı aleti olan - kamış kalem kullanırdı. Eski harflerle gayet güzel kaligrafisi vardı. Renkli kağıtlara yazdığı yazılar, birer inci sırası gibi, göz alırdı. Mektupları içtenlik örnekleri ile dolu olurdu. Nüktelere de yer verirdi.

Onda ayrıca ahenkli bir tasvir gücü vardı. Gerek şiirlerinde, gerek düz yazılarında bunun bol örneklerini vermiştir. Doğadaki bütün renkleri, tuvaline özü ile ve parlaklığı ile aktaran usta bir ressam gibi mektuplarını renklendirirdi.

FAİK ÂLİ'DE İSTANBUL SEVGİSİ

Faik Âli'nin gençliği, orta çağı İstanbulda geçmiştir. Taşradaki idari görevinden sıkıldıkça, istifayı basar canını bu güzel şehre atardı. Coşkulu anılarının geçtiği, şiirlerine ilham kaynağı olan, bu şehirden uzakta yaşamak ona eza verirdi. Ankaranın şiddetli kış günlerinde, daima yazın gideceği Suadiyeyi düşünerek teselli bulurdu. Oturduğu apartmandan, belirgin şekilde görünen manzara Ankara kalesiydi. Bu çıplak kaleye baktıkça, Yıldırım'la Timurlenk'i hatırlar bunların beyhude yere döktük kanlara acırdı.

Faik Âli, Ankarayı hiç sevmezdi. İstanbul'u, şehirlerin cenneti şiir ve ilham diyarı olarak nitelerdi. İstanbulu görmeyenlerin, hele içinde oturup da zevkini alamayanların sanatkâr olamayacaklarını söylerdi.

Kuşkusuz, gençlik yılların da İstanbulu en iyi yaşayanlardan biri Faik Âli'ydi. Bu şehir Faik Âli'nin gençliğinde de yaşlılığında da ona aynı güzellikte, aynı tılsımda cennet bir şehir görünümü veriyordu. Kalemiyle, kalbiyle İstanbulun sayılı aşıklarından biri olan Faik Âli, daha çok Adaları severdi.

Son yıllarında yaz aylarını geçirdiği Suadiyedeki kızının köşkünde, geceleri uyumayarak Adaları seyreder, terasta ayın batışına kadar oturur, adaların birer gerdanlık gibi yansıyan parıltılarına bütün ruhu ile dalardı.

O yıllarda yazları Ankarada kalmak zorunda bulunan ve İstanbulun hasretini çeken bizlere Suadiyeden gönderdiği mektuplarla bu güzel şehrin pitoresk manzaralarını yansıtır adeta bizim İstanbul özlemimizi gidermeye çalışırdı.

YAŞLANDIKÇA GÜZELLEŞEN KADINLARA BENZEYEN İSTANBUL

Dosyamda Faik Âli'nin İstanbulla ilgili her biri diğerinden güzel hayli mektupları var. 1947 - 1949 yazlarında İstanbulun şairimize görüntüsünü, kendi mektuplarından aldığım birkaç pasajla çerçevelemek istiyorum:

Suadiye 23 Temmuz 1947

"....... Munis'in (oğlu merhum Munis Faik Ozansoy) yazdığına bakılırsa Ankara çok sıcakmış. Bizse burada Çamlıcadan kopup gelen rüzgarlardan bahçeye çıkıp, çamların altında sefa süremiyoruz.

İstanbul çok güzel.. Bu haspa, yaşlandıkça güzelleşen kadınlara benziyor! Bu satırları gece yarısından üç saat sonra yazıyorum, Dışarıda rüzgar fırtına halinde esiyor. Eğer Ankaranın gündüz sıcakları, gece de devam ediyorsa Allah yardımcınız olsun.

Odamdan çıkarak balkonda bir müddet, dört adanın şehrayiliğini seyrettim. Eski halim olsaydı, mutlaka bir şiir doğardı. "



Suadiye 27 Ağustos 1947

".. İstanbul birkaç gündür, en sıcak günlerini yaşıyor. Kuzey rüzgarlarının daima uğrayıp okşadığı bu yerde, biz sıcağın rahatsızlığını duymuyoruz. Hele akşamları çok serin, mehtap ile süslü geceleri pek şirindir. Gecenin değişik saatlerinde balkona çıkarak her birinde bir şehrayin varmış gibi nurlara boğulmuş şu dört adayı, uzun uzun, hazla seyrediyorum. Eski çağlarım olsaydı bu uykusuz geceler meyvesiz kalmazdı. Böyle gecelerin ilhamını tesbit için, sabahlara kadar uyumadığım zamanlara, bilseniz nekadar hasretim...

Alaca karanlıkta yazıyorum. Artık gözüm iyi farketnıez oldu. Kalkıp elektriği yakayım. Pencereden görünen galiba üç gecelik kamer (ay) bana (gel sevişelim) diyor. Ona "yavrum çok geç!" dedim. İkimiz de mahzun olduk.

Yarın postaya verilmeden evvel bu mektubu okuyacak olan Munis, içinden:

Babam da nelerle meşgûl! diyecek, Allaha sonsuz şükürler olsun ki, rapor yazmakla meşgûl değilim (!). "



Suadiye 11 Temmuz 1949

"... Bir gece evvel Marmarada perilere mahsus bir mehtap vardı. Gece yarısından sonra bir aralık uyanıp odamdan sofaya çıktını. Gördüğüm hayret verici manzaranın güzelliğini tarif için, söz bulmaktan acizim, Eski Türkçemizin birbirinden güzel, birbirinden anlamlı ve ahenkli sözcükleri ile bile niteliği ve letafeti anlatılamayacak bir gece... Çok şeylerden kıymetli olan uykularım feda edilerek gözlerle ruhların kendisine yöneltilmesine layık bir görünüm. Çok nurlu ve tanrısal bir gece..

Böyle geceler uyunmaz ; sabaha dek dikkat kesilerek, büyük duanın emsalsiz bağışlarından olan bu manzara, iç dünyamıza sindirilmeye çalışılır. İnsan ruhunun kendisinden bir parça olduğu ebedi ruhla karşı karşıya geldiği, adeta seviştikleri anlardan beri, manevi bir buluşma gecesi..."

FAİK ÂLİ VE TÜRK MUSİKİSİ

Türk musikisine olan sevgisini, övgüsünü burada gereği gibi anlatabilmem çok zor. Musikiye muhabbeti öylesine derindi ki, Türk müziğini dinlemek için radyosu sabahtan gece yarısına kadar açık bulundurulurdu.

Türk musikisinin içten dostu ve iyi bir aşinası idi. Radyoda okunan şakırların hatalarını, hemen o gün radyo yetkililerin e yazdığı mektupla bildirir, önerilerde bulunurdu.

Radyoda zaman zaman bestelenmiş olan kendi şarkıları okunurdu. Bundan çok duygulanır fakat ağabeyisi Süleyman Nazif'in (derdimi ummana döktüm) şarkısına karşı hiddet gösterirdi. Bu şarkıyı beğenmez, hele bir kadın tarafından okunuyor ise, anlamı ile okuyan arasında bir bağlantı bulunmadığı gerekçesiyle, radyonun düğmesini kapatırdı.

Sevdiği musiki programlarını övmesini de bilirdi. İstanbul'dan Ankara'daki bizlere gönderdiği 27 Ağustos 1947 tarihli bir mektupta şöyle yazıyordu:

".... Radyoda, tarihi Türk musikisi başladı. Can kulağı ile dinleyelim. Evrende, sanki bir ses kıyameti kopuyor gibi! Haspalar, gerçekten çok güzel okuyorlar! Eğer dinlemiyorsanız, yazık.. Öyle güzel, öyle cana yakın bir okuyuşla okuyorlar ki tarif edemem. Diyebilirim ki, bu fasıl hiçbir zaman bu kadar güzel, bu kadar mükemmel okunmamış."

KONYAKLA ALINAN ASPRİN

Üstadın son yıllarında her gün içki kullanma geleneği yoktu. Ciğerlerinin zayıflığı nedeniyle doktorlar ona, içki tavsiye etmezlerdi. Fakat bazan, misafirleri varsa akşam yemeklerinde az miktarda içki alırdı. O, daha çok, konyağı tercih ederdi. Yazımızın daha önceki bölümlerinde değindiğimiz gibi, bunu da ev halkından, güya daha çok oğlu Munis'ten gizli içiyormuş gibi yapardı. Ama bütün ev halkı onun yatak odasına sakladığı konyak şişesini bilirdi. Burada garip bir olaya değineceğiz.

Faik Âli bey konyağı, asprinle içerdi. Bir gün galiba çevresinin sadık müdavimlerinden olan dostumuz Mehmet Anamur (Faik Âli'nin damadı rahmetli Süreyya Anamur’un kardeşi) üstada şöyle bir soru yöneltti:

- Konyağı asprinle almanın yararı nedir? Hatırımda kaldığına göre, Faik Âli bu soruya şöyle karşılık vermişti:

- Ayakkabınızı boyatırsınız,-sonra parlasın diye boyanın üzerine bir de cila sürerler. Konyağın asprinle içilmesi buna benzer. Asprin konyağın verdiği zevki cilalandırır! Bunu bana Abdulhak Hâmit öğretti.

YERİNE GETİRİLEN VASİYET

Son günlerinde her akşam yanındaydım. Oğlu Munis Faik, resmi görevinin yükü altında, bazan gece yarılarına kadar, dairesinde çalışırdı. Öleceği gün, beni telefonla istetmişti. Odasına girdim, bana verdiği gazeteden isteği üzerine, birkaç yazı okudum. Bir müddet sonra, gözleri yaşardı, yanına daha çok yaklaşmamı söyledi. Başucuna oturdum, Ağır ağır titrek bir sesle şunları söyledi :

- Babam Mardinde, mutasarrıfken öldü, Mezarı bile, bugün belirsizdir. Anam, Adada öldü. Yanına başkalarını koymuşlar. Ben, bunların hiç birinin yanına gidemem. Yegane arzum Zincirlikuyu’da Şair Abdulhak Hâmit’in ayak ucunda boş yer kalmışsa orada, yoksa ona en yakın bir yerde gömülmektir. Sizi evladım gibi severim. Beni Ankara toprağına vermeyin. İstanbula götürün. Bu vasiyetimi, Munis’e (oğluna) münasip şekilde anlatmalısın...

Üstadın gözleri yaşararak teker teker söylediği sözcükleri dinlerken kendi gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. Dilimin döndüğü kadar ölümü düşünmemesini teselli kabilinden birkaç sözle diledim. Karşılığı şu oldu:

- Ben hastalığımın sonucunu biliyorum...

Akşam üzeri Munis dairesinden yorgun argın döndü. Birlikte yemek yerken, babasının sözlerini üzgün cümlelerle tekrarladım. Birlikte bitişik odada yatan Faik Âli'nin yanına gittik. Dalgındı.

Gece evime döndüm. Gece yarışandan sonra telefonla arandım. Ticaret Bakanlığının ve hemen hepimizin vefalı doktoru olan Muhtar Darmanın sesi ile uyandım. Faik Âli beyin durumu ağırlaşmıştı, beni istiyordu.

Giyinip gittim. Fakat o anda, üstadımız, son nefesini vermişti. Gece yansından sonra, başında kuran okuyacak birini bulmakdaki müşkülatı karınca kaderince, gidermek için, abdest alıp Kuran okumak bana nasip oldu.

Refikası Mevhibe hanım ile çocukları ve evlatlıkları Emine, muhterem ölünün başucrunda sabahladı. Saat 8.00 sıralarında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cemal Yeşil beye, durumu telefonla bildirdik. Çünkü, her gün eski aile dostlarından ve yakınlarından olan devrin cumhurbaşkanı Celal Bayar, Faik Âli’nin sağlık durumunu sorduruyor, hastalığın seyri hakkında bilgi alıyordu.

Buna vasıta olan, o zamanki Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri biraz da Faik Âli beyin Diyarbakır'dan akrabalığı bulunan Cemal Yeşil beydi. Faik A li'n in ölüm haberini Cemal Yeşil beye bildirirken, cenazesinin İstanbula götürülmesi ile ilgili vasiyetini de ulaştırdım, Abdulhak Hâmit beyin yanına gömülmesi hakkında yaptığı vasiyeti de yansıttım.

Köşk süratle harekete geçmiş, durumu İstanbul valisine bildirmiş olacak ki, saat 11.00 e doğru o zaman İstanbul valisi bulunan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Munis’lerin evine telefon ederek başsağlığında bulundu ve güzel bir tesadüf olarak Abdulhak Hâmit'in yanıbaşında bir mezar yerinin boş olduğunu ve gereken hazırlığa başlandığını söyledi.

Tanrı, şair Faik Âli’ nin dileğini kabul ettiğinden, bu mezar yeri, hepimizi duygulandırdı. O gün Ankara'dan İstanbul'a kalkan akşam trenine konulan Faik Âli’nin tabutu birgün sonra Teşvikiye Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra Edebiyatı Cedidenin hayatta kalan son şairlerinden olan Hüseyin Siret beyin kafileye katılması ile Zincirlikuyuda büyük hayranlık duyduğu dostu Abdulhak Hâmit'in yanına gömüldü.

Munis Faik, babasının mezarı için birçok proje yaptırdı. En beğendiği, Galatasaray Lisesi'nden arkadaşı olan Prof. Yüksek Mimar Kemal Ahmet Aru'nun yaptığı oldu, Nitekim, Aru'nun projesi uygulandı ve mezar taşına yalnızca (şair Faik Âli Ozansoy 1876-1950) yazıldı.

(1) Diyarbakırlı Sait Paşa, askerlikle ilgisi olmayan sivil paşalardandır. Faik Âli bey yeni harflerin kabulünden sonra, nüfus tezkeresi çıkartırken bir de ne görsün, nüfus dairesince babasının adı karşılığına (General Sait) yazılmış. Buna çok sinirlenen üstad aslına uymayan bu general sözcüğünü sildirebilmek için yıllarca uğraşmıştır. Fakat sonuç alamadı.

TAHA TOROS
Son Posta, 28.11.1950, S. 4-5

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI