Cafe Nadirî... Büyük kapıdan girdiğinizde önce Nadiri pastanesiyle karşılaşırdınız. Vitrinleri pastalar, kekler, çikolatalarla çok güzel biçimde donatılmıştı. Ve kasada bir adam dururdu. Kulağına kadar bıyıkları vardı, şişmandı ve gene de yakışıklıydı.
Adını kimse bilmezdi. Kısaca ‘Bıyık’ derlerdi ona. Sonra şişe biçiminde cam bir kapıdan Cafe Nadirî’nin kışlık salonuna girilirdi. Burada duvar kıyısında küçük masalar vardı.
Her masanın yanında duvarda, bronz çerçeveli uzun aynalar oturanları yansıtırdı. Aynaların üstünde, çiçek gibi açılmış abajurlarıyla elektrik lambaları ortalığa sarı bir ışık verirlerdi. Sağda alt vitrinli bir tezgâh vardı. Vitrinde çay ve kahve içenler için kek ve pastalar bulunurdu. Solda ise, kalın ve solgun kırmızı perdeler, Cafe’yi ikiye bölerlerdi. Arkasındaki bölüm kış aylarında yemek yiyenlere ayrılmıştı. Tam karşıda ise, eski ve kesme camlarla yapılmış bir kapı vardı. O kapı yazın açılırdı ve oradan birkaç basamakla arka bahçeye indirdi.
Bir güz öğleden sonrasıydı. Bir iş için Nadir Caddesinde bulunuyordum. Bir saat kadar erken gelmiştim. Cafe Nadirî’ye uğrayıp vakit geçirmeye karar verdim. Pastaneden geçtim, şişe kapıyı açarak içeri girdim. Duvara dayalı küçük masaları, abajurları, sarı ışıklı lambalarıyla, görünüşte her şey eskisi gibiydi. Ama gene de girer girmez bir tuhaflık sezdim. Sanki Cafâ daha loştu ve hafif bir küf kokusu vardı ortalıkta. Salon çok tenhaydı. Köşede, tezgâha yakın bir masaya iliştim. Aynada yüzümün profili yansıyor olmalıydı. Lambanın ışığı sanki abajurun taçyapraklarını aşamıyor, orada donup kalıyordu. Sır’ı yer yer dökülmüş aynanın yüzü ise ince bir kül tabakasıyla kaplı gibiydi. Yüzümün aynadaki görüntüsü çok uzak ve bulanıktı. Ya da bana öyle geliyordu. Döndüm, çevreme bakındım.
Soldaki masada karşılıklı iki yaşlı adam oturuyordu. Külrengi giysili, kır saçlı garson da masanın yanındaydı. Beni görünce gülümseyerek yaklaştı. Yüzü bir zamanlar burada çalışan bir garsonu uzaktan andırıyordu. Yanıma geldi, külrengi yüzündeki gülümseme genişledi ve:
"Hoş geldiniz," dedi.
Şaşırdım. Beni nereden tanıyor acaba?
"Ne alırdınız?" diye sordu.
Bir soruyla karşılık verdim:
"Acaba kapalı mı burası?"
Yanıt vermeden yanımdan ayrıldı. Az sonra bir tepsi içinde sütlü kahve ve pasta getirdi, masaya bıraktı. Kibar bir tavırla beni selâmlayıp uzaklaştı. Yeniden döndüm, komşu masadaki iki yaşlı adama baktım. Sanki yıllardan beri oradaydılar ve kuruyup
kalmışlardı. Külrengi giysili garsonu da göremedim. Ortalıktan kaybolmuştu. Salon şimdi daha da karanlıktı ve küf kokusu tenimden içeri sızıyordu. Az sonra iki yaşlı adamı da göremez oldum. Yanımdaki aynaya baktım. Kendi görüntüme. Daha da
uzak ve bulanıktı. Buna karşılık orada bir başka yüzün yansıdığını fark ettim. Başımı aynadan çevirip soluma baktım. Yanımdaki iskemleye yaşlı bir adam oturmuştu, şaşkınlıkla bana ve aynaya bakıyordu. Kendiliğinden bir sözcük çıktı ağzımdan:
"Selâm..."
O ise sesimi duymamış gibi konuştu:
"Görüyor musun, yıllar geçip gitmiş. Oysa sanki dün gibi..."
Yaz... Cafe Nadirî’nin arka bahçesi. Kalabalık kaldırımdan yürüyerek Cafe Nadirî’ye ilerledim. Cafe’nin önünde her zaman olduğu gibi öbek öbek insanlar vardı. Gençler, âşıklar, şairler, jigololar, işsiz güçsüzler... Kapıda, girip çıkanların yarattığı sürekli bir devinim... İçeri daldım. Pırıltılı, ışıklı pastaneyi geçerken ‘Bıyık’a bir selâm çaktım ve şişe kapıyı açarak kışlık salonun masaları arasından yürüdüm. Açık cam kapıdan bahçeye yöneldim. Merdivenlerin en üst basamağında durup ortalığa şöyle bir göz attım. Masalar, ışıklar, orkestra... Hepsini görüyordum.
Tam karşıda, orkestranın yanında, dört kişilik bir masada o, iki şair arkadaşıyla oturuyordu. Merdivenlerden hızla indim. Masaya yaklaştım. Önce o gördü beni. Furuğ. El salladı ve güldü. Bütün yüzüyle güldü. Gidip boş iskemleye oturdum. Mavi benekli beyaz bir bluz vardı üstünde. Kısa kesilmiş saçlarını ortadan ayırmıştı. Oldukça iri gözleri simsiyahtı ve pırıltılı. Mutlu görünüyordu. Masada oturan ötekilerle tokalaştık. Cafe Nadiri bahçesinin o kendine özgü serinliğini ve çiçeklerinin kokusunu tenimde duydum. Yeniden göz göze geldik ve birbirimize gülümsedik. İşte o anda bir şey oldu. Evet bir şey oldu. Öylesine elle tutulabilir bir şeydi ki bu, dokundum ona. Sanki bilinmedik bir çiçek açtı, her yeri güzel ve okşayıcı kokusuyla sararak. Sanki yüzlerce beyaz güvercin geçti yanımızdan, ipek kanatlarıyla... Sanki ‘yeniden doğuş’ anıydı...
Birdenbire salondaki hava ısındı. Gidip gelenlerin ayak sesleri duyuldu. Kadınlar, erkekler, genç kızlar, delikanlılar... Salonun bahçe kapısı açıktı. Oradan serin, çiçek kokusuyla yüklü bir esintinin ardından orkestranın sesi geldi. Girip çıkanların, o
sıkışık kalabalığın arasında uzun boylu bir genci ayırdettim. Telâşla önümden geçti ve merdivenli bahçe kapısına doğru yürüdü... Seslerin tümü kesildi, bıçakla kesilir gibi. Ve Cafe sakin, o loş ve soğuk havasına büründü yeniden. Aynadaki adam gülümsüyordu. Sesini duydum.
Bir gece saat on bir sularında telefon çaldı. Açtım. Kendisini polis görevlisi olarak tanıttı bir ses. 17. Bölge Karakolunun nöbetçisi olduğunu söyledi ve ekledi:
"Furuğ adında bir hanımı getirdiler buraya. Telefon numaranızı o verdi. Hemen gelmenizi rica ediyor."
Kaygı ve merakla sordum:
"Ne oldu? Niçin orada Furuğ?.."
Yatıştırıcı bir tavırla,
"Hayır, hayır, önemli bir şey yok, kaygılanmayın," dedi.
Üsteledim:
"Niçin ama, ne oldu?"
Bir an durakladı,
"Bugün bir miting sırasında yakalandı," dedi. Ve konuşmasını sürdürdü: "Polise hakaret ve dövme suçundan... Biz burada zabıt tuttuk. Saat beşe kadar burada tutacağız, beşten sonra cezaevinin kadınlar koğuşuna göndereceğiz ve dosyasını da
savcılığa intikal ettireceğiz..."
Konuşurken yasalara göre düzenlenmiş resmi bir belge okur gibiydi. Kısa kestim:
"Söyleyin Furuğ Hanıma, hemen geliyorum."
Telefonu kapattım. Şimran’da kent dışında, büyük bir bahçe içindeydi evimiz. Hemen fırladım ve arabayla kente doğru yola çıktım. îçim içime sığmıyordu, kaygıdan ve heyecandan. Kimi bulmalıydım gecenin bu saatinde? Hangi kodamanı?.. Bir
tek düşünce vardı kafamda: Furuğ’u ne yapıp edip oradan kurtarmalıydım.
Karakolun önü çok kalabalıktı. Anlaşılan birçok kişi yakalanmıştı. Polis kimseyi içeri sokmuyordu, çünkü içerisi de çok kalabalıktı. Kapıdaki polise telâşla beklenmekte olduğumu söyledim. İçerideki nöbetçinin adım ve kendi adımı bildirdim. Bir iki
dakika sonra yanıma bir memur vererek nöbetçi polisin odasına gönderdiler. Adam beni karşıladı.
"Furuğ Hanımı ayrı bir odada tutuyoruz. Genel nezarethaneye göndermedik. Unutmayın, onu kurtarmak için sadece iki-üç saat vaktiniz var. Beşten sonra cezaevine yollamak zorundayız..." dedi.
Sonra bir koridordan geçtik. Bir odanın kapısını açtı...
Ve Furuğ’u gördüm. Bir somyaya ilişmişti, yapayalnızdı, döşemeye bakıyordu. Başını kaldırdı. Beni gördü. Yüzü bir gül gibi açıldı birden. Simsiyah gözlerinden bir sevinç pırıltısı geçti. Ayağa kalktı. Bana yaklaştı. Ellerini tuttum. Sonra da saçlarını okşadım. Nöbetçi polis bizi yalnız bırakmıştı. Birkaç saniye öylece kaldık. Birbirini kaybetmiş ve sonra buluşmuş iki yavru hayvan gibi koklaştık. Sonra somyaya oturttum onu, yeniden. Ben de yanma oturdum.
"Ne kadar çabuk geldin!" dedi. "Hiç beklemiyordum. Şimdi ne yapacağız?"
"Sen merak etme," diye yatıştırdım onu. "Bir yolunu buluruz. Şimdi anlat, ne oldu?"
Heyecanla anlatmaya koyuldu:
"Üniversite önündeydim. Birden bir korsan miting başladı. Ben de katıldım öğrencilerin arasına. Hükümet aleyhine sloganlar atıyorduk. Sonra polisler çıktılar ortalığa. Üstümüze saldırdılar. Biriyle de ben dövüştüm. Direniyorsun diye vurdu bana. Ben
de şahane bir tokat attım suratına. Öyle hızlı vurmuşum ki şapkası yere düştü. Beni sürükleyerek polis arabasına attılar. Sonra da bu karakola getirdiler. O zamandan beri buradayım. Kaç kez rica ettim, seni çağırsınlar diye. Sonunda bu memur nöbeti
devralınca, ona söyledim. O da kabul etti seni aramayı..."
Birkaç dakika sonra yanından çıktım. Nöbetçi polise teşekkür edip ayrıldım karakoldan. Saatlerce deli gibi koşturdum kentin sokaklarında. Kodamanları uykularından uyandırdım. Emniyete, karakola telefonlar ettirdim. Ve sonunda Furuğ’un serbest bırakılmasıyla ilgili emri verdirttim.
Yeniden karakola döndüğümde tanyeri ışıyordu. Az sonra Furuğ’la birlikte oradan ayrılırken saatime baktım. Beşe on vardı. Siyah pencereleri tel örgülü cezaevi arabası kapıda duruyorlardı. İçinden kadınların çıkardığı çığlıklar, konuşmalar ve
kahkaha sesleri geliyordu.
Furuğ’u arabada yanıma oturttum ve annesinin evine doğru yola çıktık. Sabahın alacakaranlığında kent usulca uyanıyordu. Caddelerde tek tük arabalar görülüyordu. Gene de ortalık tenha ve güzeldi. Yolun iki kıyısındaki çınar ve kavak ağaçları, henüz dökülmemiş yapraklarından karanlığı silkeliyorlardı. Çöpçüler uzun saplı süpürgeleriyle kaldırımlarda birikmiş sarı-kırmızı yaprakları temizliyorlardı. Güz’ün caddelerinde, kentin kuzeyine doğru yol alıyorduk.
Karşıda Elbruz Dağları tüm görkemi ve güzelliğiyle yükseliyordu. Serin sabah esintisi, arabanın penceresinden süzülüyor, yüzümüzü okşuyordu. Baktım, başım omzuma yaslamış, uyumuştu Furuğ. Saçlarından bir tutam, rüzgârla uçuşuyor, yüzüme dokunuyordu. Sarhoş edici bir şey vardı havada. Yüreğime işleyen, huzur verici bir şey. Kaygısız ve korkusuz, sevecen ve sevgi dolu bir şey. Furuğ’un sabah uykusu gibi...
Sustu.
Suratı aynada karardı. Tozlu sis iyice kaplamıştı aynayı. Sanki sis dalgalanıyordu ve o yüzün yansıması parçalanıyordu. Bir rüzgâr geliyordu bir yerden. Soğuk ve dondurucu bir rüzgâr. Cafe, gittikçe daha da karanlıklaşıyordu. Aynanın üstündeki
donuk sarı ışıklar dağılıyordu ve ışık perdesi üstünde parça parça karanlık lekeler beliriyordu. Ortalık tenhaydı ve hiçbir yerden en ufak bir ses gelmiyordu. Döndüm baktım. Karşı aynanın dağılarak yol olan ışığının son kez aydınlattığı iki yaşlı adamı
gördüm. Kuruyup kalmışlardı... Ve küf kokusu her yanı kaplıyordu. Bir an gözlerimi kapadım ve onun sesini duydum yeniden.
Baharın ortalarında olmalıydı. Şimran bahçesi çiçeğe boğulmuştu. O ve birkaç yakın dost bir araya gelmiştik. Sohrab da aramızdaydı. Furuğ’un çok sevdiği bir dostuydu. Hepimizin. Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı.
Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’m bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokuşu yayılırdı ortalığa. Bir dinginlik kokusu. Gözlerinde bir elmas pırıltısı, bakışlarında sürekli araştıran bir keskinlik, ağzının kıyısında sevecen,
sevimli ve güven verici bir gülümseme. Aynı zamanda çok iyi şair ve çok iyi ressamdı. Şiirlerinde resmin, resimlerinde şiirin esintileri sezdirdi.
O gece Sohrab aramızdaydı. Hindistan’ı anlatıyordu. Bemares’i, Buda’nın altında oturduğu bilgelik ağacını, geceyarısı öten o bilinmez kuşu. Bir şiirine o kuşun ötüşüyle başlamıştı:
"Dinle bak, yeryüzünün en uzak kuşu ötüyor..."
Furuğ o gece mutlu, hoşnut, neşeli ve dingindi. Odanın havasında o dinginlik kokusu elle tutulur gibiydi. O kokuyla sarhoştuk. Ve açık pencerelerden gelen bahar çiçeklerinin kokusuyla. Bir şey vardı bahçenin havasında, bir şey. Tenimize işliyordu bir şey. Ve içimizi güzelleştiriyordu.
İshak kuşu ötüyordu uzaklarda: Hak! Hak! Hak!.. Sesi bahar gecesinin derinliklerinde öylesine yumuşak süzülüyordu ki çiçekleri uyandırmıyordu bile.
Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını.
Furuğ şiir okuyordu:
Kuş dedi: "Ne güzel koku bu, ne güzel güneş!
Bahar gelmiş bile!
Eşimi aramaya gidiyorum ben!"
Gece sona ermek üzereydi. Herkes gitmişti. Sadece Furuğ ve ben. Bir köşeye uzanmış, yaklaşan sabahın ayak seslerini dinliyorduk. Bahçenin karanlığı soluyordu. Buğu, tütsü ve süt rengine dönüşüyordu hava. Kalktım, dışarı çıktım. Çeşitli
renklerde birkaç gül kopardım, içeri girdim. Furuğ uyuyordu. Güllerin taçyapraklarını kopardım ve onu uyandırmadan usulca üstüne serptim...
Ses kesildi... Cafe’nin kapısı hızla açıldı. Başında yün bir takke bulunan, ayak bileklerine kadar uzayan kalın bir palto giymiş yaşlıca bir adam, çizmelerini döşemeye vura vura içeri girdi.
Birkaç günlük tıraşlı yüzünde yağmur taneleri parlıyordu. Onunla birlikte müthiş bir soğuk girdi kapıdan. Adam avuçlarını birbirine sürttü. Ve ortalığa konuştu:
"Hava dehşet soğudu. Oysa sabah, tatlı bir sonbahar güneşi vardı. Kar yağdı yağacak. Buz gibi bir yağmur var şimdi dışarıda."
Tezgâha doğru yürüdü.
Aynaya baktım. Adamın görüntüsü saf, net ve yakındı. Dudakları hafif aralıktı, gözlerini bilinmeyen bir noktaya dikmişti. Birdenbire müthiş üşüdüm. Sanki bir buz parçası göğsümü sıkıştırıyordu. Soğuk ve dondurucu rüzgâr gittikçe şiddetleniyordu. Esintiden gözlerim yaşardı. Gözyaşlarımın ardından yaşlıca adamın ağladığını görüyordum. Ve ayna usulca ince bir buz tabakasıyla örtülüyordu...
Furuğ hayat doluydu. Ve ondaki bu canlılıktan keyiflenirdim. Çevresindeki her şey ondaki merak duygusunu uyandırırdı. İnsanları ve doğayı severdi, denize ise âşıktı. Gülerek espriler yapardı: "Küçük sular, büyük balıklara göre değil!" Gülerken tüm
yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi. Ağlaması da... Hep aynanın önünde ağlardı. Bir şeye üzüldüğünde, bunaldığında gider aynasını alır gelir ve ona bakarak ağlardı: "Bütün gün aynada ağladım."
Doğru söylüyordu. Aynada ağlardı ve ağlayışı gerçekti...
Bir gece, bir arkadaşımla onun evine uğradık. Yoktu. Başka yerlerde de aramıştım.
Kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Gerçi bilirdim, kimi zaman böyle kaybolurdu. Bir yerlere gider, gizlerdi kendisini ve kimse o yeri bulamazdı. Günler sonra çıkardı ortalığa. Kimseye bir açıklama yapma gereğini duymazdı.
"Neredeydin?"
"Hiçbir yerde."
Evinde yoktu. Arkadaşımın arabasıyla geri döndük. Şimran Caddesine ağır ağır geçtik. Cadde tenhaydı. Tek tük arabalardan başka kimsecikler yoktu. Uzakta bir gölge fark ettik. Bize doğru geliyordu. Durduk. O idi. Başı önde, dünyaya ilgisiz, yürüyordu. Seslendim, duymadı. Arabadan inip yanma gittim, kolunu tuttum hafifçe. Birden sarsılarak derin bir düşten uyandı.
"Sen misin?" dedi.
"Elbette. Nereye gidiyorsun?"
"Hiç. Bir uzun ‘şiir’in caddesinde yürüyordum... Çok üşüyorum. Bir yerden bir soğuk geliyor..."
"Gel," dedim, "bin arabaya. Evine götüreyim seni."
Baktı,
"Hayır," dedi. "Yalnız kalmak istiyorum."
Usulca ayrıldı yanımdan, yürüyüp gitti. Baktım bir süre. Gecenin derinliklerinde uzaklaşıyordu. Karanlık aldı götürdü onu. Artık göremiyordum. Bir an birileri sanki göğsüme bir buz parçası bastırmış gibi ürperdim...
Salonda esen soğuk rüzgâr şimdi daha da şiddetliydi. Sanki Cafe’yi alıp götürecekti. Birden bahçe kapısı gürültüyle açıldı. Salonda ne var ne yoksa hepsi havalandı. Masalar, masa örtüleri, abajurlar, ampuller, iskemleler, perdeler, bardaklar, fincanlar, gri giysili garson, iki yaşlı adam; herkes, her şey savruldu ve birer ikişer bahçe kapısından dışarı uçmaya başladı. Aynalar söküldü duvardan, dönmeye başladı her yanda. O adamın görüntüsü vardı hepsinin içinde. O da dönüyordu aynalarla birlikte. Aynalar, içlerindeki görüntüyle birlikte doldurdular havayı. Sonra birbirlerine çarptılar. Şangırtılarla kırıldı aynalar ve içlerinde kırılıp parçalandı o adamın görüntüsü. Her şey birbirine karıştı. Gözlerimi kapadım. Başım dönüyordu.
Soğuk bir ter boşandı.
Garsonun dingin sesiyle kendime geldim. "Neyiniz var?" diyordu. "İyi görünmüyorsunuz. Sıcak bir çay vereyim mi?"
Sayıklar gibi konuştum:
"Lütfen kapıyı... şu kapıyı... kapıyı... Nasıl?.. Siz? Aynalar... Aynalar?.."
Gözlerimi açıp baktım. Her şey yerli yerindeydi. O iki yaşlı adam bile. Hiçbir şey değişmemişti. Garson biraz tuhaf bir ifadeyle baktı yüzüme yeniden.
"Bir çay getireyim size," diyerek uzaklaştı. Adamın görüntüsü aynadaydı. Bana bakıyor ve gülümsüyordu.
"Sen hiç bulut uçurdun mu?" diye sordu, birden.
"Ne? Bulut uçurmak mı?.."
"Yani uçurtma gibi uçurdun mu bulutları?"
"Hayır... Hiç yapmadım öyle bir şey..."
"Ben, biz çok uçurduk..."
Güz’e yaklaşınca, hemen her gün Elbruz Dağlarına doğru giderdik. O zamanlar o yöre bağlık bahçelikti. Yer yer kır kahveleri vardı. İnsanlar gezmeye, kahvelerde oturmaya gelirlerdi oraya. Biz, biraz erken giderdik. Bulutların gelişini beklerdik.
Kimi zaman bizden önce gelmiş olurdu bulutlar. Furuğ, bir çocuk gibi sevinir, ellerini çırpardı.
"Bak!" derdi, "Gelmiş bile bulutlarımız. Çabuk seç birini. Birini de ben... Hadi!.."
Bulutlar, doruklardan aşağı süzülürdü mavilikte. Parçalanır, genişler, daralır, büyür, küçülürlerdi. Gözümüzün önünde biçimlenir: kurtlar, ayılar, çocuklar, adamlar olurlardı. Furuğ, kendi bulutunu izler, sevinçle haykırırdı:
"Bak benimkine, koca bir ayı oldu şimdi. Kucağında da yavrusu..."
Kucağında yavrusu olan ayı, rüzgârla ilerler, biçim değiştirerek öbür bulut kümelerine karışırdı.
Bir gün bir bulutu gösterdi bana:
"Bak! Üç çocuk aslında bunlar. El ele tutuşmuş gidiyorlar..."
"Nereye gidiyorlar, peki?"
"Annelerine gidiyorlar, elbette. Anneleri de deniz. Ona kavuşacaklar..."
"Hayır. Olur mu öyle şey!.. Bulut olarak giderlerse anneleri kabul etmez onları. Yağmur olup yağacaklar. Ağaçları, bitkileri, çiçekleri sulayacaklar. İnsanların susuzluğunu giderecekler. Sonra küçük dereler olacaklar, sonra ırmak, soma da deniz
ana’ya kavuşacaklar... Deniz ana’ya ulaşmak için değişmek gerek..."
Ses gitgide uzaklaştı. Bir sessizlik çöktü ortalığa. Gözleri kapalı oturuyordu. Cafe’nin havası buğulu ve boğucuydu. Birden bir telefon sesi o ağır sessizliği yırttı. Yarı uykulu dinledim. Uzun uzun çaldı. Sonra kesildi. Uyudum.
Yeşil bir sokakta yürüyordum. Koyu yeşil. Yönümü bulamıyordum. Dümdüz bir sokaktı. İki yanında çınar ağaçları yan yana sıralanıyorlardı. Her iki yanda çınarların arkasında dümdüz birer duvar vardı. Kapısız, geçitsiz bir duvar. Onun da arkasında gene bir sıra çınar. Yorgundum. İçimde derin bir korku. Koşmaya başladım. Sokak bitti. Başka bir sokağa saptım. O da birincisinin aynıydı. Yüksek duvarlarıyla iki sıra çınar. Onu da geçtim. Üçüncü sokak da aynı. Ne kadar sokak geçtim bilmiyorum.
Sessiz ve birbirinin aynı sokaklar. Nefes nefeseydim. Adım gibi biliyordum. Bir alan olmalıydı buralarda. Küçük bir alan. Durdum. O koyu sessizlikte düşünmeye çalıştım. Neredeydi o alan?.. Birden iki otomobilin birbiriyle çarpışmasından doğan o boğuk ses yankılandı havada. Dehşetle çakıldım olduğum yere. Sağır sessizlik yeniden çöktü. Bir an bir kuşun kanat seslerini duydum.
Usulca uzaklaştı.
Terden sırılsıklam açtım gözlerimi. Cafe Nadirî’de, bir masada oturuyordum. Salon bomboştu. Kimsecikler yoktu ortalıkta. O iki yaşlı adam da görünmüyordu. Kapılar, pencereler kapalıydı. Hava loştu ve hafif küf kokulu. Sanki yıllardır terk edilmişti
burası. Aynanın üstündeki ışık sönmüştü. Aynaya baktım. Şiddetli bir kar yağıyordu. Aynadaki yolu ağır ağır kar kaplıyordu. Yolun kıyısındaki ağaçların dallarını da. Kalktım. Aynaya doğru yürüdum. Kar altında, ağaçların kıyısından yürüyerek uzaklaştım.
Kasım, 1987, İstanbul
CELAL HOSROVŞAHİ
Furuğun Öyküsü, S. 6-19

ŞİİRLERİ