GÜLTEN AKIN

RÜZGAR SAATİ

Gülten Akın'ın ilk şiiri, "Çin Masalı” Nisan 1951'de Son haber Gazetesinde çıkar. Ardından Hisar, Türk Dili, Yeditepe, Mülkiye, Seçilmiş Hikâyeler, Varlık dergilerinde sık sık adına rastlanır. 1955'le Varlık'ın açtığı yarışmada Teoman Karahun'la birincilik ödülünü paylaşır. 1956'da Rüzgar Saati'ni yayımlar.

Rüzgar Saati'ni olduğu kadar sonraki yapıtlarını da gereğince kavramak için şairin yaşamını bilmek yararlı olur. Neden derseniz, Akın'ın şiiri sıkıdan sıkıya görüp geçirdiklerine bağlıdır. Akın bir yazısında yaşamını şöyle özetler:

"1933'te Yozgat'ın Çatak mahallesinde küçük bir evde doğdum. Babaannem ve dedem ve annemle ve benden üç yaş küçük kardeşimle geçen çocukluğumu anımsıyorum. Babam her nasılsa silinip gitmiş. Sanırım, eski aile düzeni gereği bizimle pek ilgilenmeyişinden. Küçük ev, bakımlı bahçe ve arı sevgisi o günlerden kalmadır. Bir de badem ağaçlarını sevdim hep. Bademler çağlayken. Asmada üzümleri ve çardağı ve bıze acı su veren kuyuyu ve ona dair öyküyü ve nergis ve sümbül ve aşılı gülleri (...)

"Yıl 1940. İkinci Dünya Savaşı bizi askerde bir baba, yaşlanmış ve geçinme güçlüğü duyan bir dede, onurlu ve sabırlı evin kadınları ile beraber buldu. Beni şiire iten yıllardır o yıllar. Hiç unutmadım.”

Evet hiç unutmaz. Savaş yıllarının sıkıntılarını, kahvaltısız sabahları, kızıl bıyıklı dedeyi, küçük memur babayı, hastalıklı anneyi, dost öğretmeni bir bir anımsar. Çünkü hepsi yaşanmıştır. Akın'sa, hiç hoşlanmadığı "yapıntı”ya değil, hep "yaşantı”ya bakar. Öylesine dürüst bir gözlemci ve titiz bir anlatıcıdır. Bir akıma bağlanmamıştır daha, sözgelimi "gerçekçi" falan değildir, ama "gerçekliğin ozanı”dır. Şiirlerinde oldum olası gördüğünü, duyduğunu, düşündüğünü yani 'yaşadığını” anlatışı da bundandır: "Hayatın ve doğanın 'benden geçen' şiirlerini yazıyorum. Yaşıyorum, sonra bir gün yazıyorum."

Rüzgar Saati 1951-55 yılları arasında yazılmış kişisel konulu şiirleri kucaklar. Bunlar, çoğunlukla evlilik öncesi bunalımlı genç kızlık döneminin ürünleridir. Bu ürünlerden azbuçuk anlaşıldığına göre, çok sevilen doğa ile çocukluk günleri artık geride kalmıştır, ama etkileri henüz silinmemiştir:

(...)
Uyutamaz beni ninniler şimdi
Ve gürültüler uyandıramaz
Her şey sessiz
Her şey dümdüz olsa ne gezer
saçlarım hâlâ yaramaz
(Çocuğun Ölümü)

Şimdi bir türlü ısınılmayan bir çevrede, büyük kentin gürültülü kalabalığı içinde yaşanmaktadır. Burada "serçeler dilsiz, elmalar acı”dır. "Ağaç köklerinde karıncalar, denizler üstünde kuşlar” yoktur. "Kat kat duvarlar ardında” birbirine yabancı, soğuk, bencil insanlar vardır. Başka deyimle, sevgisizlik yani yalnızlık vardır. Dizelerde sık sık boy veren bu yalnızlık duygusuna gariplik, kırılmışlık, usanmışlık da eklenir. Giderek, kitapta karamsar bir hava eser.

Gelgelelim, bu hava mutlak bir kötümserliğe ya da umutsuzluğa varmaz. Doğrusu, "bunca nimetlerin yanı başında çaresiz yaşamak acı şey"dir ya, "yalnızlığı Tanrıya, hüznü geceye bırakmak” gerekir yine de. "Küçük aldanışlarla", hayal kırıklıklarıyla, yalnızlıklarla dolu da olsa yaşam güzel, insana arasıra alımlı görünen ölüm ise çirkindir. Onun için, en üzünçlü durumlarda bile umuttan vaz geçilemez:

(...)
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Henüz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmeyin
(...)
(Deli Kızın Türküsü)

Bu parçadan çıkarılacağı gibi, Akın yaşamayı da, insanları da sever. Şiirlerdeki mutsuzluğu —öyle sanıyorum ki— yaşamaktan değil, gönlünce yaşayamamaktan ve yalnızlığı insanları sevmemekten değil, belki daha kendine bağlanacak kimseyi bulamamaktan gelir. O kadar ki, tek başına şu beşlik bile onun nasıl sevecen ve insancıl bir yürek taşıdığını göstermeye yeter:

(...)
Herkesin yaşama türküsü başka
Lâkin sevgi bir kardeşlik bir
Tut elinden çocukların gibi, zor değil
Bütün insanları sevgide
Birleştir.
(...)
(Bu Şiir Öğretmen Nevin'e, II)

Elbette, kişioğlu ancak öteki insanlarla bütünlüğe kavuşur, onlarla kurduğu karşılıklı ilişkiler içinde varolur, çevresiyle anlam kazanır. Bu bakımdan, ne denli avutucu olursa olsun, insanları böyle genişliğine sevmek yetmez: Bir gün gelir sevilmek de istenir. Tekilliğin acılı eksikliğinden kurtulmak ve başkalarıyla bütünleşmek üzere gözler merakla çevrede gezdirilir. Yaslanacak, içini açacak biri aramr.

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
(...)
(Deli Kızın Türküsü, IV)

Yalnızlık bir türlü giderilemeyince, tersine, dedeyle annenin göçüşü ve öğretmenin de ayrılışıyla büsbütün koyulaşınca, bir süre çocukluk anılarıyla avunulmaya çalışılır. Ne var ki bu da o büyük boşluğu doldurmaz. O zaman, çaresiz eski dosta dönülür: Doğaya sığınılır. Doğanın kollarına atılmak, kuşlarla, serçelerle, karıncalarla, yapraklarla birlikte yaşamak, onlar gibi olmak istenir.

Anılarımı birisine vereceğim istemeden
Parmaklarımı bir başkasına parasız pulsuz
Ya bir çiğdem olacağım yahut
Taze taptaze bir yaprak
O beni hiç ama hiç tanımayacak
(Annecik, II)
Neyse ki, sonunda, aranılan bulunur. Bu kadar geç ve güç bulunuşu biraz da arayanan kuşkulu, ürkek kişiliğinden gelmektedir. Hem insanlarla, erkeklerle dostluğa girişilir, hem de onlardan çekinilir. Herhalde, bu çelişik tutumdan olacak, bulunan dost da çabucak darıltılır. Yine yalnızlık ve mutsuzluk başlar.

(...)
Ay aydınlık gece kara
Gözlerimin ardında karanlık ölesiye
Canlı ve cansız ne varsa sımsıkı
Bu saat daha yakın daha elele
Şimdi yalnızlığımdan utanıyorum
Durdum bekliyorum gelme
(...)
(Siyah-Beyaz)

Ne olursa olsun, gelecekten umut kesilmez. Belki bir gün küskün dost onu bağışlayarak geri dönecektir. Onun için, bağrına taş basarak sabırla beklenir. "Eski bir saçakta kuşlarla / Yele yağmura karşı oturulur. Dünyanın içine işleyen uyumlu, içli ve yalın sesle sevgili çağrılır:

(...)
Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık
(Çağrı)

Bu yorumların da gösterdiği üzere Akın, özgül (authentique), gerçeğe bağlı bir şair: Yaşadığını yazıyor. Fakat gerçeği olduğu gibi, düpedüz anlatmıyor:

"... Bir yerde sinemanın yaptığını yapıyorum. Yer yer gerçekten birtakım noktalar alıyorum, doğruyu, o insanın doğrusunu almıyorum da, ondan birtakım noktalar alıp kendim birleştiriyorum. Ona paralel bir doğru meydana getiriyorum...”

Böyle bir yöntemin uygulanması, gerçeği daha ilginç kılıyor ama, şiirlerin anlaşılmasını da güçleştiriyor. Nitekim Rüzgar Saati'ni de tümüyle kavrayıp açıklamak zor. Çünkü şair çokluk nedenlere değil, sonuçlara parmak basmış; "belirli” bir olay, yer ve kişi üzerinde durmamış. Üstelik, tümel ve dolaysız anlatım yerine çokluk parçasal ve dolaylı anlatıma başvurmuş. Kimi dizelerde anlam —okurun tamamlaması düşünülerek— yarım bırakılmış yahut birdenbire bir çağrışımdan ötekine geçilmiş. Bu yüzden şiirler kesinlikle kavranıp açıklanamıyor. (Fakat kitap kapatıldıktan sonra da insanda yqnkıları sürüyor.)

Bunu gözönünde tutarak, ben de, açıklamaktansa yorumlamayı yeğ gördüm. Şiirlerde dağınık olarak bulunan öğeleri birleştirmek, kapıları açmak ve ayrıntıları atmak yoluyla yapıtın özünü ortaya çıkarmaya çalıştım. Onun için, yukardaki kaba yorumlarıma bakarak, kitabın açık, basit ve hikâyemsi bir kuruluşta olduğu sanılmasın!

Ayrıca, şiirlerde durumu yansıtılan kişinin herzaman Akın olduğu da düşünülmesin! Şair kendini olduğu kadar başkalarını da anlatmış olabilir. Hatta, kendi gerçekleriyle onlarınkini birleştirerek, değiştirerek sunabilir. Bundan ötürü, bizi burada ilgilendiren kahramanın adı değil, onun aracılığıyla okura iletilen içeriğin belirtileri ve şiirlerin kendileri olmalıdır.

Rüzgar Saati Akın'ın ilk yapıtı. Öyleyken, acemilik kokan parçalar az. Genellikle başarılı bir düzey tutturulmuş. Gerçi birkaç yerde Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın etkisine rastlanıyor. Ama bu sınırlı etkiye dahi, Akın kendinden bir şeyler katabilmiş: Sözgelimi, ona Dağlarca'da pek bulunmayan somut ve dramatik bir yan, bir gerilim kazandırmış.

Akın'ın dili henüz yeterince arınmamış, arasıra yenilerin yanında eski sözcükleri de kullanıyor. Buna karşılık oyunsuz, çekingen, sade bir anlatımı var. Duyguculuğa kaçmayan, kırık ve ince bir duyarlıkla yazıyor. Okurları çekmek için kadınlığını kullanmıyor, konuları sömürmüyor.

Rüzgar Saati'nde doğa geniş yer tutuyor. Nedir ki, Akın doğaya tutkunluğunu sezdirmekle yetinmiyor, sırası düştükçe onu ya içeriği pekiştiren bir fon olarak kullanıyor ya da duygularını onun aracılığıyla dışa vuruyor. Örneğin, "Bir Karınca Başını Çevirdi" adlı şiirde karınca simgesiyle kendini dışa vuruyor:

(...)
Bir gönülcüğü vardı sütbeyaz
Cömertti cömert alabildiğine
Toprak kokardı avuçları
O bu toprağındı doğma büyüme
(...)

KESTİM KARA SAÇLARIMI

Akın 1955'te Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirir ve bir yıl sonra evlenir. Böylece, Rüzgar Saati'ni dolduran bunalımların bir bölüğü sona erer. Fakat bu kez de onların yerinde başka bunalımlar boy verir :

"... 1952' de Yaşar'ı tanıdım. Vazgeçilmez dostum oldu. 1956'da evlendik. Sonra beraberce sayısız sıkıntılara girdik. Ardarda çocuklarımız olmuştu. Yaşama bizi alıp götüren değil, üstümüze çöken, bizi ölümüne zorlayan olmuştu. Ölmedim. Sonra yaşamayı zorlamayı, onunla oynamayı öğrendim. (...) Yüzümde çizgiler oldu..."

İşte, 1960'ta yayımlanan Kestim Kara Saçlarımı daha çok bu çizgilerin oluşumunu işleyen örnekleri içine alır. Akın bu örneklerle yalnızca yeni bir yaşama alanına değil, yeni bir şiir alanına da girer: Bir ucundan İkinci Yeni hareketine bağlanır. Dolayısıyla şiirleri, bir önceki yapıtına oranla, daha örtülü bir kimliğe bürünür. Fakat, İkinci Yeni'nin azgınlarında görüldüğü gibi, anlamsızlığa ve biçimciliğe kaymaz. Ancak, onun getirdiği bazı anlatım yöntemlerini kullanmakla yetinir.

Bu yöntemler şiirleri sık sık kapalılığa götürdüğünden, Kestim Kara Saçlarımı da yine yorumlama yoluyla çözümlemem gerekiyor.

Yaşamı alabildiğine seven Akın, evlendikten sonra da dilediğince yaşayamaz. Geçim sıkıntılarından, ev işlerinden, sürekli göçlerden, çocuklardan başını kaldıramaz. Sanki yaşayan o değildir de onun yerini alan bir başkasıdır:

(...)
Ellerim tutmanın elleri gözlerim bakmanın
Benim değil ayaklarım yürümenin
Solumaya bir yerlerim sevmeye başkası
Ben yaşamanın olmalıyım öyleyse, değilim
(...)
(O Elindekini)

Akın'ın başına gelenler, aslında, Türk toplumunda milyonlarca kadının başından geçenlerdir. Kuşkusuz, kadının bunaltısı yalnızca para darlığı ve iş bolluğuna değil, kendisini aralıksız hiçleyen, kişiliğini özgürce doğrulamasını köstekleyen ve erkeğin egemenliğine dayanan aile düzeni ise toplum çevresinin bir parçasıdır. Gerçekte insanı en çok tedirgin eden de bu katı çevredir; onun kalıplaşmış gelenekleri, töreleri, yasaklarıdır;

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön
(Kestim Kara Saçlarımı)

Bir türlü ayak uydurulamayan çirkin çevre ile sıkıntılı aile çemberi içinde bunalan kadın çağımızda zincire verulmuş bir tutsağa benzer, ne yapsa kurtulamaz:

(...)
Bir çağ ki öyle en olmayacağı
Kuşatır yasaklar üstünü örter
Susuz bir tavşansın dolanırsın
Suya değerken ayakların
(...)
(Koçaklama)

Akın bu "susuz tavşanlık”ın gitgide farkına varır. Varmayanlara da kızar. Toplumun nerdeyse "kabak çekirdeği” saydığı kadınları direnmeye, çevrenin ördüğü yasak, utanç ve korku duvarlarını aşmaya çağırır:

(...)
Çevre mi tek yanlı kurtuluşsuz
Ne bağlamış bizi ölümüne
Atıp zorumuzu tiksindiğimizi
Yaşasak ya ha deyince
Böyle neden korkuyoruz
(...)
(Güz Yeli)

Gelgelelim yasakları çiğnemeyi önermek belki bir başkaldırış belirtisidir, ama bir kurtuluş değildir. Yozlaşmış törelerin, adaletsiz yasakların ortadan kalkması ancak onları doğurup besleyen toplum düzeninin değiştirilmesiyle gerçekleşebilir.

Şiirlerde ise henüz böyle bir devrimci bilinç ve eylem görülmez. Kötülüğün bilinip de kurtuluş yolunun bulunamaması karamsarlığa yol açar. Buna, taşrada çevresiz geçirilen günler ile yukarda sözü edilen çeşitli sıkıntılar da eklenince, şair, kendini toplumda yalnız bulur. Kızlık çağından beri bu durum süregelmiştir. Benliğinde hep "pay edilecek bir koca yalnızlık” taşımıştır:

(...)
Ben yalnızlığımı gözlerim gibi taşıdım
Unutmak olmazdı unutmadım
(...)
(Dağ Havası)

Her ne kadar bu boğunçlu yalnızlığı çok sevilen doğa ile çocuklarının ve kocasının varlığı biraz hafifletirse de gözden silemez:

(...)
Tatlı saatlerdi, kurtuluştu onlar
Yemekler yenmiş, çocuklar uyumuş
Gazeteler ardında dinlenilen
(...)

Çevreyle ve çağla çatışma, yalnızlık ve bunaltı, yaşamanın çetinliği ve güzelliği, doğa ve çocuk sevgisi, erkek ve kadın ilişkileri... İşte, Kestim Kara Saçlarımı'da üstü kapalı„ bölük pörçük anlatılan içerik kısaca budur. Akın bu içeriği çoğun İkinci Yeni'den alınma bazı tekniklerle dışa vurur. Doğrusu, bu teknikler şairin kendini geliştirmesini, yeni biçimsel olanaklar edinmesini sağlar; hatta, kimi yerlerde de tersi olur:

Şiir geleneğiyle bağların koparılması, zaman zaman dilde, anlatımda değiştirimlere gidilmesi, gerçeğin parçalanıp soyutlanması, doğaüstü imgeler kurulması, dizelerin yarım bırakılması yahut birbirine bağlanmaması, bir çağrışımdan hemen öbürüne atlanması yüzünden içerik ya ezilip geriye itilir, ya güçlükle anlaşılır, ya da hiç anlaşılmaz. Bu da şiirlere, değişik yorumlara elverişli, çok boyutlu bir kimlik kazandırır. Onun için, bazı okurların (eleştirmenlerin) yorumları birbirini tutmayabilir, belki bunlar şairin asıl düşüncesine de uymayabilir. O zaman, kapalı şiirin ulularından Paul Valéry'nin şu derin sözlerini anmak yararlı olur.

"... Şiirlerime ne anlam verilirse anlamları odur. Benim onlardan çıkardığım anlam bana göredir, kimsenin onlara başka anlamlar vermesine engel olmaz. Her şiirin şairin belirli bir düşüncesine uygun yahut bu düşüncenin tıpkısı, asıl, tek bir anlamı olduğunu söylemek, şiirin yapısına aykırı, şiiri öldürebilecek bir yanılmadır.”

Kestim Kara Saçlarım'daki anlatım tekniği yer yer Behçet Necatigil'i anımsatır. Ama bu —kimi eleştirmenlerin abartarak öne sürdüğü gibi— bir etkilenmeden çok, bazı ortak özlerin yaklaşık biçimleri getirmesinden doğmuş sınırlı bir benzeşme yahut, daha uygun bir deyimle, bir çeşit yararlanmadır.

Peki, Akın kimseden etkilenmemiş midir? Doğal olarak, her şair gibi, o da birtakım yazarları sevmiş, bazılarından esintiler almıştır. Fakat bunları kişiliğinin teknesinde iyice yoğurmuş, değiştirip geliştirmiş, "kendine özgü” bir bireşim yaratmıştır. Nitekim, İkinci Yeni'nin etki alanından geçtiği halde, yazdıkları onun öncülerinden hiçbirinin uzantısı olmamıştır. Kalıplaşmaktan hoşlanmayan yenilikçi yaradılışı ile başkalarınınkine benzemeyen yaşantısının da bunda payı olsa gerektir.

SIĞDA

1960' tan sonra Akın'ın şiirleri Türk Dili, Değişim, Dost, Dönem, Şiir Sanatı, Soyut, Yön, Papirüs, Forum dergilerinde çıkar. 1964'te üçüncü yapıtı, Sığda yayımlanır ve 1965'te Türk Dil Kurumu Şiir Odülü'nü kazanır.

Sığda birçok yanlarıyla şairin bir önceki yapıtını sürdürür. Gerçi İkinci Yeni'cil özellikler epey yumuşarlar, ama ortadan kalkmazlar. Hatta, bazı bakımlardan gelişirler. Sözgelimi, dizeler arasındaki kopukluk daha bir artar, örgensel bütünlük daha bir azalır, dolayısıyla şiirlerin anlaşılması daha bir zorlaşır. Buna karşılık, yeni tekniklerin kullanımında ustalığa varılır, dil yabancı sözcüklerden büsbütün arınır...

Sığda'daki şiirlerin "belirgin” bir konuları yoktur. Düzyazıya çevrilebilen açık bir özleri olduğu da söylenemez. Öyleyken, bölük pörçük gizli gizli bir içeriği yansıttıkları da gözden kaçmaz. Ne var ki, bu içerik alışılmış bir anlatımla, örneğin yer, süre ve kişilere bağlı olaycıklarla, tasvirlerle, hikâyeciklerle dışa vurulmaz. Bütün şiirleri saran ortak bir havayla ve yinelenen kimi sözcükler ya da soyut imgelerle ortaya konur.

Sözgelimi "yalnız, mutsuz, yorgun, kuşsuz, düşsever, yoksul, yenik, unutulmuş / sığlık, acı, hüzün, ağıt, yalnızlık, gece, ezilmişlik, ağlamak, sıkıntı, ölüm, kaçış, kara, dipsiz kuyu, kanayan yara vb." gibi sözcükler içeriği yakalamak için bize ipuçları verir. Gerek bu ipuçlarına, gerekse kimi parçalara dayanarak ve önceki kitapları anımsayarak bazı yorumlara gidebiliriz.

İlk bakışta şunu görürüz: Aşk hayal kırıklığına dönüşmüş. Yalnızlık acısı daha da artmış. Eski çevreler ve sayılı dostlar uzakta kalmış. Taşra çevreleriyle bağdaşmak ve "kendini yemesin diye ötekini yiyen' insanlarla arkadaşlık kurmak ise oldukça güç. Bu durumda kişi — bir ülkücü de değilse — ister istemez yalnızlığa yenilecek, ilkel, "biçimci, yasacı, töreci” çevrelerden kaçarak kendine sığınacaktır:

Yalnız atlar yıkılır düzlerde suya özlemlerinden
bir ben miyim yalnızlığa yenilen, sen, sen, sen
Bir kayığa biner geceleri
Sığlıkta o kadın tek başna
Dua biçiminde inceltir korkuyu
Sunar içtenliksiz, tanrısına
(Bir Kayığa Biner Geceleri)

Gittikçe çetinleşen ekmek kavgası, ardarda gelen çocuklar, geleneklerin baskısı, töreleri aşma çabası onu adamakıllı yoracaktır. Öyleyken, elde edilen büyük bir şey olmayacaktır;

(...)
Peki bulduğum ne? Seçip çıkarmalı
Kara bir yığında belki biraz yonca
Biraz yonca, —baharın ağzıdır— değişen dünyada
Seçip çıkarmalı, mutluluk aç, mutluluk istiyor
(Küsen At)

Kadınlığın hapishanesinde, çözümsüz ikilemler içinde, bazen kaplumbağa gibi yavaşça kendine kapanarak, bazen kirpi gibi isyanla kabararak dostsuz ve sevgisiz yaşanacak, yine de dileyişin, düşleyişin ve direnişin peşi bırakılmayacaktır. Bu yüzden, "dipsiz bir kuyuda” sonsuz bir arayışla, kırık bir umutla, sessiz bir dayanışla yıpranan varlık her geçen gün biraz daha eksilecektir:

Güçsüz yapımızdan gittikçe taşlar
Eksilir ikili düzenlerde
Uzakta bir dağda kurşunlanan
Yalnızlığın katması beklenirdi
(Savrulup Gittiği)

(....)

ASIM BEZİRCİ
Güle Dil Verenler



ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI