Gülten Akın da gitti. Sırtımıza binlerce dizesinin ağırlığını yükleyip gitti. Beklediğimiz yüzlerce yeni dizenin yokluğunu yükleyip gitti. Gitti.
“Bu güz öleceğim” demişti, “bütün işlerimi bitirdim.” Demek bitirmiş işlerini, gitti bu güzde.
Genç şairlere yüklediği dizelerce sorumluluk ve bizim onun için yazacaklarımız hep ‘bitmemiş’ kalsın…

“Benim yaşamam mı ne, belki de şu:
Kesin bir şiirde kendi gibi olmak
Bir kapı hep nasıl açılır hani o
Yok bir değişmesi esnemenin hani
Ayna ayna, yankı yankı, akarsu su
Yaşama, hani apaçık ya işte o
O elindekini bitir gidelim”
Dizelerinin kıvamı yoğun lezzetini ilk ne zaman tattım, anımsamıyorum. Ama ilk dokunuşun verdiği hissi unutmuyorum: sanki hep vardı Akın’ın dizeleri, hep okumuştum; hep okuyacaktım. Tanışıklık değildi bu, dizelerinin zamanı ve mekânı aşan kuşatıcılığıydı. Ben’den bana, Biz’den bize seslenmesiydi bu ılıman yakınlığın nedeni. Bilmediğim sözcüklerle, tahayyül dahi edemediğim renklerle işlenmişti şiirleri; okudukça benim oluyordu o sözcükler. Farkında olmadan yaşamıma dokuyordum şiirinin renklerini. Şiirini okumuyor, içime yazıyordum. Böylelikle koruyordum kimi incelikleri, belki de Akın’ın dizeleriyle bilincine vardığım o incelikleri…
“Ben yalnızlığımı gözlerim gibi taşıdım
Unutmak olmazdı unutmadım”
Evet, işte böyle ve bu yüzden sevdim Gülten Akın’ı ve şiirini. Farklı yaşamların farklı dilleri onun satırlarında yapay, eğreti kaçmadığı için; her yaşam onun olduğu, anadili şiir olduğu için sevdim. Şimdi, onu yitirmişken daha çok seviyorum, daha ağrılı ve çaresiz seviyorum. Ne zamandır dizelerine dokunmamış olduğumu düşünüyor, utançla seviyorum.
“İnadın anlamı yok
Ölünüyor
Ben bilmezden geliyorum”
‘Bir garip çingene’dir Akın, bir gün gelir gider hep. Gitmek de yaşamın bir parçası olduğu için – yorgunluk gibi. Böylece birleşir dizelerinde yaşamın gerçekliği ve düşsülüğü, kırılgan bir zarafet vererek her sözcüğe. Bu gitmeler diline bozkır yoğunluğunda bir yerellik, basmaya kıyılmaz bir kilimin bin bir renkliliğini katar. Taşranın loş ıssızlığı da yer bulur yazdıklarında, İstanbul’un aç bağrı da.
‘Ben’ baskındır şiirinde ancak bu – özellikle 70’lerden itibaren – ‘Biz’e açılan bir geçide dönüşür.
“İlk yazdıklarımdan bu yana, şiirlerimin ortak özelliği, gerçeklerden, olgulardan kaynaklanmasıdır. Önceleri beni daha çok kendi yaşamım ilgilendiriyordu. Gözlerim içime çevrikti. (…) 1960 öncesinde hızla yaşlandık. Gerek kendi yaşamımda, gerekse toplumun yaşamında çok önemli değişmeler, gelişmeler oldu. Bir yandan deney birikirken, öte yandan bilgi birikti. Şiirlerimin konusu, özü, biçimi de değişikliğe uğradı. Öz bireyselden çok toplumcu olunca dil de yalınlaştı.”
Bu yalın ve savaşmaktan yana olan incelikli dil tüy gibi süzülür içte, mermi gibi düşer bilince!
Erdal Eren’in ardından şöyle der:
“Büyü de baban sana büyü de büyü
Baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak
Büyü de baban sana büyü de büyü
Büyüyüp de onyedine geldiğinde
Baban sana idamlar alacak.”
Biz alırız bu dizeleri, içimizi kanırta kanırta daha dün ölmüş gençlerimize ağıt yaparız. İşte, budur şiirin, şairin zaman ve mekânı aşan kuşatıcılığı! İşte, budur güçlü şiirin ve şairin, sözünü insanın yüreğine yazmasını sağlayan gerçeklik! Budur Gülten Akın’ın sırtımıza yüklediği dizelerce ağırlık; şiirlerin anasını hep yaşatacak olan budur!
“Hepiniz ölüleri ve mezarları seversiniz
Çoğa sürmez bir gün ben de beklerim”
O halde biz umudu ve şiiri sevecek; direnişi ve yaşamı yücelteceğiz…
‘Bir garip çingene’nin dizeleri unutulmasın diye.
Bitmemiş bir şey, her güzde dirilsin diye…
ANIL CEREN ALTUNKANAT
Post Dergi, 15.11.2015

ŞİİRLERİ