Almanlar, bir şahsiyetin değerini belirtmek istedikleri zaman, GOETHE'nin şu
beytini tekrar ederler:
"Höchses Glück der Erdenkinder
Sei nur die Persönlichkeit."
"İnsan oğlunun erişebileceği en büyük saadet şahsiyet sahibi olmaktır." Bunu söyliyen şair, işte böyle bir saadete erişmişti: O, bir şahsiyetti; şahsiyetini eserleriyle kazanmıştı. Şiirleri, dramları, romanları, mektupları, hatıraları ve konuşmaları tesbit edilmiş fikirleri, görüşleri zengin vesikalarda bize kadar gelmiş kısmen de dilimize çevrilmiştir. Onun bütün kudreti şiirindedir. Seksenüç yıllık hayatının sonucu olan "Faust"u da, şiir zenginliğinden dolayı hiç bir dile gerektiği gibi çevrilememiştir. Böyle olmakla beraber, dünya çapında bir eser olduğunu bütün milletlere duyurmuştur.
İşte böyle dünya çapında kuvvetli eserler yaratan bir şahsiyet, acaba aynı kudrette bir ikinci şahsiyete rasladığı zaman, onu nasıl kavrar? Nasıl anlar? İkincisi, birincisinin üzerine nasıl tesir eder? Bu soruları, GOETHE'nin HÂFIZ ile karşılaşması çok güzel bir şekilde cevaplandırıyor.
Viyana'da, Avrupa'ya yeni bir şekil vermek için çarpışılırken, Fransa'da, bir kıral
tahttan indirilip bir ikincisi tahta çıkarılırken, Korsikalı Cihangir, son defa olmak üzere bütün bir kıt'ayı dehşet içinde sarsarken, Almanya'nın GOETHE'si hatıra
defterine, Doğu ilmi alanında yayınlanmış eserlerin adlarını sıralıyordu. Onun haftalarca okuduğu, seyahatlarında bile yanından ayırmadığı bir eser vardı.
Bu eser, kendisini sadece mekan bakımından değil, zaman bakımından da uzaklara, XIV. yüzyılın İran şiirine, edebiyat dünyasında HÂFIZ diye tanınan ŞEMSÜ'D-DiN MUHAMMED ŞİRÂZÎ'ye götürdü. Eser, HÂFIZ'ın "Divan"ı idi; Almanca'ya, bizim de kendisini Osmanlı tarihi müellifi olarak çok iyi tanıdığımız, tarihçi HAMMER tarafından
çevrilmişti. GOETHE'nin bu Divan tercümesi üzerindeki çalışması, onun yaratıcılığına tesir etti, şahsiyetinin tamamlanmasına yardım etti. Bunu kendi de itiraf eder:
"HAFIZ'ın şiirleri, HAMMER'in tercümesiyle, geçen yıl elime geçti (1814). Bundan önce, şurada burada, dergilerde çevrilmiş bazı münferit şiirler, bana, bu parlak şairi pek duyurmamıştı. Şimdi ise şu bir araya toplanmış şiirleri, üzerimde öyle büyük bir tesir bıraktı ki, onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini anladım. Yoksa
bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramıyacaktım.
Üzerimdeki tesiri çok büyük oldu; onun. Almanca tercümeleri, önümde duruyor. Onun duygularını paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde bir benzerlik belirmeğe başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkca beliren bu istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum."
İşte bu tesirle GOETHE, ikinci şaheseri olan "West-östlicher Diwan" (Batı-Doğu Divanı'nı) yarattı. Araya hiç kimse, hiç bir şey girmeden, doğrudan doğruya kuvvetli bir tesirdi bu:
"Onun karşısında benim de verimli olmam gerekiyordu, yoksa bu büyük şahsiyetin önünde duramıyacaktım."
Böyle bir sözü GOETHE, başka hiç bir büyük şairin önünde söylememiştir. Bir şahsiyetin, hem de edebi, bir şahsiyetin, aynı derecede kuvvetli bir edebi şahsiyet üzerinde, ona eser yarattıracak kadar büyük bir tesir bırakabilmesi için, o şahsiyette büyük ve normalin üstünde, harikulâde bir şeyin bulunması gerektir. Yalnız şu var ki, o şahsiyetin tesir ettiği kimsenin de bu tesire herhangi bir şekilde hazırlanmış, hatta içinde ondan bir parça, onda olana benzer bir şeyin bulunması lazımdır. HÂFIZ'da, normalin üstünde bir kudret vardı. GOETHE de bu kudreti duymak için hazırdı.
Onun Doğu ile olan ilgisi, çocukluk devrine kadar geri gider: GOETHE evvelâ
İncil'in, dünyasını tanımıştır. Öğretimin başlangıcı ve ağırlık noktası din dersleri olduğu bir devirde yetişmişti o. İncil'e bağlı bir annenin oğlu olarak zamanında eski Doğu'nun kültür çevresine girmişti. Sonraları da İbranca'yı, herkesten önce, ana metni okuyup anlayabilecek kadar öğrendi. Leipzig Üniversitesinde okurken de İbranca'dan bir çok kıssaları, menkibeleri işlemiş olan şairlerin eserlerini okudu.
Gerçi Leipzig'deki hayatı, bu türlü konular için müsait değildi, ama hastalanıp doğduğu şehir olan Main nehri üzerindeki Frankfurt'a, babaevine döndüğü zaman, hastalığı sırasında, annesinin çok yakın bir dostu olan Fraulein VON KLETTENBERG ile, onun
vasıtasiyle de, iyileştikten sonra tanıştığı dine bağlı daha bir çok kimselerle İncil'i
tahlil etmeğe çalıştı, ve Hıristiyan dininin mahiyetini anlamak istedi.
Sonra Strassburg Üniversitesinde okurken, büyük ve humanist bir yazar olan HERDER, İncil'in incelikleri ve edebi kompozisyonu üzerine dikkatını çekti.
Onun tesiriyle GOETHE Ahdı Atik'den "Agniyet-ül-Ağani'yi, düğün ve aşk şarkıları olan bu "neşidelerin neşidesi"ni, Almanca'ya çevirdi. HERDER'in tercümesi de onu bu yolda teşvik etmişti . HERDER'in, İran şiirlerinden, İran masallarından yaptığı çevirmeler, ve "Vom Geist der hebraischen Poesie" (İbrani şiirinin ruhu üzerine) adlı yazısı da (1782), GÖETHE'yi çok ilgilendirmişti.
HERDER ile olan sıkı münasebeti dolayısiyle bu ilgi çok tabiydi. GOETHE, kendi insiyakiyle İncil'i tedkike bir daha SCHILLER ile mektuplaştığı sıralarda
koyuldu; bu defa da epopenin mahiyetini araştırırken bu zarureti duymuştu. O zamanlar (1797'de), İncil'in metninden başka, EICHHORN'un buna yazdığı bir girişi, WOLTMANN'ın da "Alteste. Menschengeschichte"sini (İnsanın en eski tarihi'ni) okumuş, hatta. o zamanlar Beni İsrail seferleri hakkında açıklamalarda bile bulunmuştur.
Ahdı Âtik'in, Eyup kıssası bölümünden aldığı bir motifi: Allah ile Şeytan arasındaki iddiayı, yeryüzünde, şeytana göre iyi bir insanın bulunmadığı iddiasını "Faust"unun proloğunda kullanmıştır. Araya sonra başka yazılar da girdi. Ama SCHILLER'in ölümünden sonra, kendini tarih tedkiklerine verip hayatını yazmağa başlayınca, o zaman gene İncil'e dayanan sorular gözünün önünde canlandı.
1811 yılının Haziran ayında, İran'ın eski tarihine dair çizdiği taslak, ve "Dichtung und Wahrheit" (Şiir ve Hakikat) adı altında yazdığı otobiografisinin 4. kitabına verdiği geniş yer,
GOETHE'nin yetişmesinde bu Doğu edebiyatlarının ne kadar önemli olduğunu gösterir; aynı zamanda da bunların, kendi için de ne kadar büyük bir mana taşıdığına işaret
eder.
Ama GOETHE'nin, Doğu memleketlerine karşı olan sevgisi yalnız İsrail-Musevi
edebiyatına inhisar etmedi. Daha genç yaşlarında, Arap-İslam edebiyatı da onun
görüşlerine katılmıştır. Bir mektubunda:
"Musa, Kur'an'da nasıl dua ettiyse, ben de öyle dua etmek istiyorum: Allah'ım,
sıkıntılı kalbime ferahlık ver sen!" diye yalvarmıştır.
Kur'an'daki ayet de şöyledir:
"Yarabbi, kalbimi aç ve bana işimi kolaylaştır. Sözümü anlasınlar diye de dilimden düğümü çöz"
Sonra gayet geniş olarak tuttuğu "Mahommed" (Muhammed) dramında,
yarattığı bir dehayı, olayların zarurî akışı ile çarpıştırmak istiyordu. Kur'an'ı bile iki dilli Latince tercümesinden çevirmeği denedi. CLEMENSWERTHER'in "Die Sitten der Morlacken" (Morlakların âdetleri) adlı yazısına dayanarak yarattığı "Klaggesang von der edlen Frauen des Asan Aga" (Hasan Ağa'nın asil karısının şikayeti) adlı şiiri (1775) onun ancak MUHAMMED duygusundan anlaşılabilir.
Weimar'da geçirdiği yılların sonuna
doğru da JONES tarafından İngilizceye çevrilmiş olan eski Arap ve Ön-İslam Muallâkat'ı tercümeye kalkıştı. Bütün bu çalışmalar, GOETHE'nin Doğu İslam edebiyatiyle meşgul olduğunu gösterir, sonra da bunlar ufkunun genişlemesine yardım etmiştir.
ADAM OLEARIUS'un seyahat tasvirleriyle, SAADİ'nin"Gülistan"ını GOETHE, babasının kütüphanesinde bulmuştu. JONES'un "Asiatische Poesie" (Asya Şiiri), ona EICHHORN hediye etti. SECKENDORFF'un manzum olarak tercüme edip yayınladığı, İran şiirleri gözünden kaçamazdı.
HARTMANN'ın Almanca'ya tercümesinden CAMİ'nin "Mecnun ile Leyla" sını, HAMMER'in tercümesinden de "Şirin" i okuyunca, önceleri üzerinde fazla bir tesir bırakmıyan bu edebiyata artık yaklaşmağa başlamıştı. Bunda NİZÂMi'nin bazı ilavelerle dokunmuş malzemesi işlenmişti. İçinde "Yusuf ile Züleyha"nın aşk macerası da vardı. Ama ne bu eserler, ne de dergilerde dağınık bir halde çıkan HÂFIZ tercümeleri, GOETHE'yi, yollarında bir yaratıcılığa götüremedi.
Doğu ile doğrudan doğruya temas da bunu yapamadı. 1813 yılının Ekim ayında, İspanya'da, NAPOLEON'un bayrağı altında çarpışmış olan Weimar'lı erler, CHARL MARTELL'in günlerinden beri, Hıristiyan ve İslam kültürünün karşılıklı temas halinde bulunduğu memleketten bir Arap ve İran yazması getirdiler. Menşei, İslami olan ilk vesika idi bu: Kur'an'ın sonundaki "Nas Suresi"nin başıydı:
"Cinlerden ve insanlardan, insanların kalplerine vesvese aşılayan kötü Şeytanın şerrinden, insanların ALLAH'ı, insanların maliki olan insanların Rabbine sığınırım de!"
Bu yazma GOETHE'yi o derece meşgul etmişti ki, yazıyı taklidetmeğe başladı
müsteşriklerden de, açıklayıcı bir tercüme istedi.
Bu sıralarda Doğu memleketlerinden insanlar gelmeğe başlamıştı; Rus ordulariyle birlikte, Leipzig'in harp meydanlarından Batı'ya geçen Başkırt kılığında insanlardı bunlar. GOETHE, bir mektubunda bu insanlar hakkında şöyle der:
"Bir kaç yıl önce, Protestan jimnastımızın dershanelerinde, namaz kılınıp, Kur'an'dan sureler okunacağını kim söyliyebilirdi. Buna rağmen Başkırtların ibadetlerinde bulunduk hepimiz. Onların Molla'larını seyrettik; beylerine, tiyatroda hoş geldiniz dedik. Bana gösterdikleri hususi teveccühlerinden olacak, bir okla yay hediye ettiler. ALLAH, bu dost misafirlere hayırlı bir dönüş mukadder kılarsa, bunları ebedi bir hatıra olarak ocağımın üzerine asacağım."
Böylece bir çok yıllara hasredilen okumaların ve yaşanılan günlük olayların
tesiriyle GOETHE'de, HAFIZ'ı, bu yabancı misafiri içine alacak zemin hazırlanmış oldu.
HAMMER-PURGSTALL, HAFIZ'ın Divan'ını tam olarak tercüme etmekle, bu büyük İranlı'nın şahsiyetini de Batı dünyasına tam olarak vermişti. Tesir eden onun şahsiyeti olduğuna göre, GOETHE'nin HAFIZ'da bir şeyler bulması gerekirdi. GOETHE, HAFIZ'da kendisine eser yarattıracak kuvvet buldu.
HAFIZ'ın zamanında da devletler parçalanmıştı. Bütün İran,
kargaşalık içinde idi. O zamanlar da diktatörler ortaya çıkmıştı. O da kendisini
bu umumi kargaşalığa kaptırmamıştı. Dünya, harp gürültüleriyle çınlarken, HÂFIZ, huzurunu kaybetmemiş, çiçeklerden, kuşlardan, aşktan, şaraptan terennüm edebilmiş, yalnız bunların içinde kendisini salıvermemiş, eritmemişti. Öteki dünyaya olan ilgisine rağmen, bu dünyada var olma'nın verdiği hazla, o, öyle bir görüşe varmıştı ki, her türlü dogmatik inançlardan uzak, her şeyde ölmez ve tanrısal olanı duymuş, beşeri olan her şeyde tipik ve insanı olanı aramış, ortaya koymuştu.
Böylece HÂFIZ, sade, ama derin; aydın ama ateşli, ihtiraslı, zamanını aşan bir adam olarak yaşamıştır. Açık ve dürüst olduğundan, milletinin büyükleri de onunla görüşmekten zevk alır,
dünyaları fetheden TiMUR bile kendisini sık sık ararmış. MUZAFFERÎ'lerden Şah
ŞÜCÂ' ile Şah MANSUR gibi büyük hamiler, onu hep korumuşlar. Yalnız küçükler, anlayışları kıt kimseler, kendisini dinsizlikle itham etmiş ve HÂFIZ'a düşman olmuşlar. Fitne ve fesadın ufukları kaplamasından kendisi de şikayet eder:
"Bu ne karışıklıktır ki, dünyanın bütün ufuklarında fitne ve fücur görüyorum"
Çok sürmeden de HÂFIZ gene neşe ve zevk alemine döner.
Hiç şüphe yok ki, bu iki şairi, GOETHE ile HÂFIZ'ı ayıran şeyler de vardı. Bazı
zıt şeyler: değişik iki şahsın yüzyıllar arasındaki mesafelerin, Doğu Batı cihetlerin beraberlerinde getirdikleri zıddıyetler vardı. Yalnız dış münasebetlerinde, mizaçlarında ve hayat görüşlerindeki uygunluk o kadar mühimdi ki, XIX. yüzyıl Alman şairinin, XIV. yüzyıl İranlı şairini kendisine içten yakın bulması, onun duygularını
paylaşması, kendisine eş bir şair, bir hayat sanatkârı olarak değerlendirmiştir.
HÂFIZ'ın ruh büyüklüğü ve düşünce sağlamlığı, irfanından, sezgisine dayanan bilgisinden ileri geliyordu. O, her insanın sevinçlerini ve ıstıraplarını terennüm etmiş, kuvvetli kıt'alarla da aşk ve şarabı övmüştür. Sonra da sağlam bir hayat görüşü vardı onda:
Allah'ın elinde dünya iyi düzenlenmiş bir dünya idi. Bunun için, milletlerin ve insanların hayatlarında aynı şeyin tekrarlanmasını, devamlı bir oluş, bir sönüş ve bir yenileniş, tabiattan ruh olaylarına bir geçiş, diye alıyordu. Bunlar GOETHE'nin inançlarına uyuyordu. Bunun için GOETHE de bir Divan yaratabilirdi:
"Onun karşısında benim de verimli olmam gerekiyor ... "
ve böylece GOETHE "West-östlicher Diwan" (Batı-Doğu Divanı'nı) yarattı.
GOETHE'nin West-östlich (Batı-Doğu) divanının bir bölümü: "Hâfız-nâme" başlığını taşır. Almancası: "Buch Hafis"dir. Bu bölüm, HÂFIZ'ın şahsiyetini, sanatını,
dünya görüşünü en kısa ve plastik bir şekilde manzum olarak verir: Hemen ilk şiiri iki kişiyi: GOETHE ile HÂFIZ'ı konuşturur. Sanki GOETHE, Batı'dan, uzak bir yolculuktan gelmiş, bir pazar yerinde, yahut da bir. cami avlusunda HÂFIZ'a raslamıştır.
İlk işi, HÂFIZ'dan adını sormak olur.
"Söyle MUHAMMED ŞEMSÜ'D-DIN,neden yüce milletin, HÂFIZ diyor, sana?"
HÂFIZ cevap verir:
"Çünkü Kur'an'ın kutsal metnini değiştirmeden ezberimde hıfzediyorum ben. Kötü günlerde. bana ve Peygamberimizin sözünü tutanlara kötülük gelmesin diye, böylece din'e hizmet ediyorum. Bunun için işte HÂFIZ diyorlar bana .... "
HÂFIZ'ın bu cevabında, dünya iyi ve kötü, insanlar da: dinli ve dinsiz diye ikiye ayrılır: Kötüler, dinsizler, iyi ve dinli olanlara bir kötülük yapamıyacaklardır. Kötülüğü önlemek, büyük bir hizmettir. İnsana huzur verir. GOETHEde bunu duymuştur:
"HÂFIZ, işte bunun için galiba sana benziyorum ben. Senden ayrılmak istemiyorum... başkaları gibi düşünsek biz ikimiz, sonra başkalarına benzeriz."
Ve devamla:
"Tamamiyle sana benziyorum ben HÂFIZ. Mukaddes kitaplarımızı, onların
o mükemmel hayallerini, ben de senin Kur'an'ı aldığın gibi içime aldım. Örtülerin örtüsü üzerine basılmış İSA'nın sureti gibi, ben de onu bağrıma bastım. Reddetmek, engel olmak, kapmak istedikleri halde, inancın bu hayaliyle huzur buldum ben".
GOETHE'nin söylediği örtülerin örtüsü, Azizelerden VERONIKA'nın örtüsüdür. ISA çarmıha gerilirken, VERONIKA, ona örtüsünü uzatır. İSA da bu örtüye ıstıraplı yüzünü siler. Bu sırada örtüye mucize kabilinden İSA'nın yüz hatları çıkar. Ressamlar sonra bu motifi sık sık işlemişlerdir. Çizgi ve kompozisyon bakımından Bizans sanatını andıran böyle bir resmi GOETHE, SULPIZ BOISSEREE'nin koleksiyonunda görüp
hayran olmuş.
İSA'nın yüzü nasıl bu örtüye basılmışsa, GOETHE de İncil'i öylece bağrına basıp
huzur bulmuştur. Şiirin zirvesi de bu noktadadır:
"İnancın bu hayaliyle huzur buldum ben... "
HÂFIZ'a bu iç huzurunu müslümanlık vermişti, GOETHE'ye de Hıristiyanlık.
Bununla her ikisinin de dünyaya karşı aldıkları durum müsbettir. Hayatın güzelliği, zenginliği, Allah'ın istediği bir güzellik, onun yarattığı bir zenginliktir. Bunlara hayranlık gerekir. Mademki dünyaya geldik, dünya nimetlerinden faydalanma bizim hakkımızdır,
düşüncesi, HÂFIZ'ın felsefesini teşkil eder. Şiirlerinde açıkca beliren meşrep, rindlik meşrebidir; Sûfiler'in tabirince tiyb ül-kalb'i (gönül hoşluğu'nu) her şeye tercih eden hayat duygusuna sahiptir.
Bu duygu, XI. yüzyılın ikinci yarısından beri, bilhassa kalenderî dervişleri tarafından geliştirilmiş ve hayat görüşü haline getirilmiştir. Bu rindliğin hususiyetleri, bir dereceye kadar şeriat ahkâmının ruhsatı cihetine gitmek, yahut
da onlara hiç riayet etmemek ve şarap içerken, bu hali bir nevi iftihar ile zikretmek ve sûfi tarikatlarına mukabil, mürşidi, pir-i mugan olan bir rindler tarikatını meydana getirmektir.
HÂFIZ'ın gazellerinde görülen rindlik nükteleri, mesela pir'in mescidden
meyhâneye gitmesi, sûfi'liğinden bıkan sûfi'nin, hırkasını meyhanede bırakması ve rindân tarikatı merasiminden bahsetmesi, saki'ye pîr-i mugan, meyhaneciye de mürşid
vazifesi verilmesi gibi şeyler, derin bir ruh saflığını, hayatı gülümseyerek karşılaması da, tamamiyle iyimser görüşünü belirtir. Vatanı Şiraz'da, görmüş geçirmiş olduğu acıklı hadiseler ile dolu devrin hiç unutamadığı hatıraları karşısında bile o, bütün acılarını, üzüntülerini, bu iyimser görüşiyle yeniyor.
GOETHE'nin de dünyaya karşı aldığı durum müsbetti; onun da hayat görüşü
iyimserdi.
İkinci şiiri: "Anklage" (Şikayet) başlığını taşır. HÂFIZ, adı ile müsamma
olup, Kur'an'ı hıfzeden demekse, onun öteki dünyayı terennüm eden bir şair olması gerekir. Halbuki HÂFIZ, bu dünyanın şairidir ve bu dunyanın zevklerini, aşkı ve şarabı terennüm etmekle ün almıştır. Bunda bir tenakus vardır. Bunun için işte "Şikayet", Kur'an'ın "Şuara Sûresi"ne dayanır. Bu sûre'de şöyle denmektedir:
"Haber vereyim mi size şeytanlar kimin üzerine inerler, vebal yükletici her bir
sahtekârın üzerine inerler. Onlar kulak verirler ve çoğunlukla yalan söylerler. Şairlerin arkasına da çapkınlar, sapkınlar düşer. Bunlar her vadide hayran olurlar, kendilerinden geçerler.. Hangi inkilaba munkalip olacaklarını, yarın bileceklerdir onlar.
Gerçekten de şair olmayıp, kendilerini şair diye veren düzenbazlar hakkında
verilmiş olan bu hüküm, EFLATUN'dan KIERKEGAARD'a kadar şairler üzerine adeta lanet halinde çökmüştür. Bunun için de GOETHE, şöyle sormaktadır:
"Şeytanlar, çölde olsun, kayalarla duvarlar arasında olsun kimleri gözetlerler bilir misiniz? Sonra da gözetlediklerini cehenneme götürmek için bir andan nasıl istifadeye kalkışırlar? Yalancılarla kötü ruhda olanları gözetler onlar"
Halbuki öte taraftan şairlerin elde ettikleri şöhretleri karşısında hayranları,
onları göklere çıkarır: Taban tabana zıt iki hükümdür bu.
HAZRET ÖMER hakkında o zamanlar, bugün artık doğru olmadığı anlaşılmış
olan bir rivayet dolaşmıştır: Güya o, İskenderiye'deki kütüphaneyi, şayet içinde Kur'an'ın anlayışına aykırı kitaplar varsa, tehlikeli olabilir; yok eğer sadece Kur'an'ın içindeki hakikatleri ihtiva ediyorsa fuzulidir, diyerek yaktırmış.
Bu anlayışla da şimdi neden şair ve muharrirlere bu kadar müsamaha gösterildiği sorulur:
"Şairler, neden şeytanla görüşmekten çekinmezler. Kiminle görüştüklerini bilmez mi onlar yoksa? Şair ki, hep çılgınca hareket eder, sonu gelmiyen aşkının düşüncesiyle, yalnızlığa sürüklenir, kuma yazdığı kafıyeli şikayetleri de rüzgârla savrulup
gider. Şair. şeytanin söylediklerini anlamaz, şeytan da şairin dediklerini tutmaz."
"Şair şarkısını Kur'an'a aykırı olduğu halde söyler, buna da meydan verirler.
Öğretin öyle ise sizler, ey kanun bilenler, hakimler, dindarlar, yüksek bilginler, öğretin müslümanlığın esas vazifesini.
HÂFIZ'dır kızdıran asıl herkesi; MiRZA da herkesin aklını çeler. Söyleyin, ne yapsınlar, neyi yapmasınlar?..."
GOETHE, HÂFIZ'ın ölümünden sonra, hakkında, biribirini tutmayan bir çok
şeyler söylendiğini biliyordu. Bir çokları ona sadece şarap ve aşkın zevklerini terennüm eden hafifmeşrep, kıyamet gününe inanmayan bir şairdir, diye ona cenaze merasimi bile yapmak istememişler. HÂFIZ'ın aşk ve şarap şiirleri, bu dünya şiirleri olarak mı, yoksa mistik manada mı alınacağı uzun zaman tartışılmış, sonunda Kanuni Sultan SÜLEYMAN,Viyana'yı muhasara sırasında, İstanbul'da meşhur Müfti EBUSUUD'a, HÂFIZ hakkında bir fetva vermesini rica etmiş. İşte GOETHE'nin üçüncü şiiri "Fetwa" adını taşır. "Fetva", şair hakkında şu hakim cevabı vermektedir:
HÂFIZ'ın nazmı, sönmez hakikatları verir, ama arasıra da Kur'an'ın dışına çıkan ufak tefek şeyleri. Emin yolda yürümek istersen, yılan zehiriyle Tiryak'ı biribirinden ayırt etmeği bilmelisin. Her şeyden önce de asil hareketlerden duyulan zevke kendini ferah bir gönülle vermelisin; ancak sonu gelmez ıstıraba karşı temkinli davranıp kendini korumalısın. Doğru hareket etmek için en iyisi budur. İşte biçare EBUSUUD,
bunları yazdı. ALLAH, onun günahlarını affetsin!"
GOETHE, Müftiye "Der Deutsehe dankt" (Alman teşekkür ediyor) başlıklı dördüncü şiiriyle cevap verir. Onun ikazlarını bir tarafa bırakır ve sevinçle ona HÂFIZ'da tehlikeli görüneni, Kur'an"ın dışına çıkan şeyleri ele alır:
"Aziz EBUSUUD, çok isabetli konuştun, der. Şairin, senin gibi Azizlere ihtiyacı
var; ama işte kanunun sınırlarını aşan küçük şeyler, ona verasetle geçen şeylerdir. Şair, bunların içinde üzüntülü zamanlarında bile cesaret bulur, neşe duyar. Yılan zehirini de, Tiryak'ı da tatmalı o. İlki onu öldürmediği gibi, ikincisi de ona şifa vermez.
Hakiki hayat, hareketten doğan, ebedi suçsuzluktur. Bu da başkalarına' değil, ancak kendine zarar verir.."
Tabiat, gerçi acıyı biliyor, ama suç tanımıyor. Hayat, hiç sormadanı. kendi. insiyaklarından kuvvet alarak hareket ediyor. Bunun için işte suç ve suçsuzluk burada biribirine bağlanıyor. Hayat ya alınyazısı oluyor, acı ve kederle de neşelenebiliyor.
Burada kanun hükümsüz kılınıyor ve düzeni aşan küçük şeyler, hayatın en iyi mirası, oluyor. Ama bu bile tabii bir immoralizme, iyi ve kötülüğün öteki dünyasına müsamaha ediliyormuş gibi gözüküyor; panzehir ile, zehirin kuvveti de böylece azaltılmış oluyor. Her ikisi de lazımdır. Hepsi bir oyun gibidir. Belki de hatta sadece bir önoyundur bu; çünkü cennetin kapıları şaire açılır. O, orada, Faust gibi aff görür:
"Bunun için işte ihtiyar şair, Hurilerin kendisini cenette gençleşmiş bir delikanlı olarak karşılayacağını bekliyebilir".
İnsanı bir tarafa bırakarak, Allah'ı, arşıalâdan aşağıya baktırarak, her şeyi anlayan ve her şeyi takdis eden bir dünya ve hayat görüşüdür bu. GOETHE'nin
bu gibi görüşlere karşı gençliğinden beri temayülü vardı. Ona itiraz etmediler
değil, hatta en yakın dostu: SULPIZ BOISSEREE, GOETHE'nin bu görüşüne şiddetle hücum etti: Gerçi tabiatta bir iyi ve kötü yoktur, ama insanları insan yapan şeyler, ahlak değerleri de altüst edilirse, o zaman insan, kendi içinde yıkılır dedi.
Beşinci şiirin adı gene "Fetva"dır. Burada da gene, biz insanlar için hal edilemiyecek tezadın büyük mesuliyetini Allah'a bırakır. Bu tezat, çözülemiyecektir; çünkü insan, ayni zamanda, hem tabiatın içinde, hem de dışındadır. GOETHiE, arkadaşı olan KNEBEL'in, kendisine anlattığına göre, başka bir fetva dahabiliyordu.
1693 sıralarında bir Şeyh İslâm, NİYAZİ-İ MISRÎ'nin, şiirlerinin Kur'an'a aykırı olup olmadığı hakkında hüküm vermek zorunda imiş. Müfti, cevap vermiş: Bu şiirlerin manasını, şairin kendisinden ve ALLAH'dan başka kimse bilmez. MISRI gibi inananlar, cayır cayır yanmalı, ama MISRÎ'nin kendisi yakılmamalı, demiş. MISRÎ
yakılmamalı, çünkü ilahi hayranlığa dalmasını bilenler hakkında fetva verilmez.
Bu hüküm, GOETHE'nin düşüncelerine uyuyordu: Kanuna göre hareket etmesi
gereken normal bir insanla yaratıcı insanı biribirinden ayırıyordu o. GOETHE de böyle bir insana müstesna bir durum bağışlar:
"Müfti MISRÎ'nin şiirlerini okudu ve hepsini tehlikeli bularak arka arkaya
alevlerin içine fırlattı. Bu güzel yazılmış kitap, yanıp kül oldu. Yüksek Müfti, böyle
MISRÎ gibi konuşan, onun gibi inanan herkes yakılsın, dedi. Yalnız MISRÎ, bundan istisna edilsin; çünkü Allah, her şaire bir kabiliyet vermiştir, onu kötüye kullanır, günah işlerse Allah'a vereceği hesabı kendisi düşünsün."
Bu güzel ve hakîmce söylenmiş son sözle, HÂFIZ şiirlerinin ilk yarısında ortaya atılan dava, halledilmiş, şaire, hakkı verilmiş oluyor. Ona hiç kimse kızmasın, kimse onu mahkum etmesin, şiirlerine olduğu gibi inancına da kimse sövmesin. O, yalnız ALLAH'ın karşısında, mesul durumdadır. Onu sorguya ancak ALLAH çekebilir; çünkü şairlik Hak vergisidir. Böylece, divan'a, hangi görüşle bakılması gerektiği üzerinde
bir esasa varılmış oluyor:
Şair, başını bu dünyadan çevirmeden, ölmez olana bakacak, ancak kendi değerinde bulmadığı şeylere başını çevirecektir.
Gene beş şiirden ibaret bir gruptan müteşekkil kitabın ikinci yarısında, HÂFIZ'ın eseri ve istekleriyle boy ölçen GOETHE, şiir münakaşasında HÂFIZ'ın şiirini, muhteva ve şekil bakımından nasıl kavradığını gösterir.
"Unbegrenzt" (Sınırlanmamış). Bu başlık altında, GOETHE HÂFIZ'ın kullandığı şiir nevîni anlatır: Batı şiirinde duygu vardır. Bunda biribirine bağlı bir çok duygular terennüm edilir. Burada, belli bir olayın yahut da muhtevaya uygun bir hikâyenin akışını kafiye temin ederse, o zaman şekil, muhtevayı zorluyor demek olur.
Ama Doğu'da, sanat olarak, şairin kafiyeli bir sözle tablolar, fikirler vermesi, ve bunları tedayile arka arkaya sıralaması, içiçe örmesi, kafiyeli bir sözle gene yeni bir düşünceye geçmesi, sanat telakki edilmektedir. Mısralar, bu yüzden çok renkli, ve sanki biribirinin üzerinden yankılar yaparak atlıyor tesirini veriyor.
Doğu şiirinde, bir Lied'in iç şekli, içten gelişmiş yapısı eksiktir. Ama burada terennüm edilen dünya, dar bir dünya olduğundan, ancak ALLAH sena edilir, şarap övülür ve aşk'ın terennümü yapılır. Tek bir şiirde kaybolan birlik, bütün eserde gene temin edilmiş oluyor:
"Bir türlü bitirememen seni yüce kılıyor. Hiç başlamaman da alınyazın oluyor.
Şiirin senin dönüyor yıldızlı göğün kubbesi gibi. Başı sonu olmuyor, hep aynı yerdesin gibi. Ortasının getirdiği şey de görüldüğü üzere, son olup gene başa geçen şey oluyor.
Sevinçlerin hakiki şiir kaynağısın sen. Dalgalar, biribiri ardınca durmadan üzerine akıyor. Yürekten kopan şarkılar da sevimli çağlıyor..."
GOETHE, gene kendisini HÂFIZ'a benzetir:
"İsterse bütün dünya batsın! HÂFIZ, seninle, seninle ancak çıkmak isterim yarışa ben!... Biz ikizler, zevkle ıstırabı paylaşalım. Senin gibi sevmek, senin gibi içmek gururum olsun, hayatım olsun, benim...."
Ve devamla:
"Şimdi çınla ey şarkı, kendi ateşinle! Çünkü daha eskisin, daha yenisin sen.
Bu şarkı GOETHE'ye bir Doğu şarkısı olduğu için eski gelir, ama gene bu şarkı ona bir Batı şarkısı, kendi ateşi olduğu için yeni gelir.
Biliyoruz: HÂFIZ'ın şiirleri gazel tarzındadır. Arapçada iplik manasına gelir, dilimize de dizi kelimesiyle çevrilebilir. Satırlar, arka arkaya diziler halinde, hiç kırılmadan biribirini taakib eder. Bu şekil 5 ila 15 beyitten ibarettir ve kafiyelidir. Kafiyeler, ilk iki mısra ile ondan sonraki beyitlerin çift sayılı mısralarını biribirine bağlar. Bu da ancak sesli harfleri zengin, bükümlü dillerde mümkün olur.
Çok defa da kelimelerin sonlarına getirilen çekim ekleri, biribirleriyle kafiyelenir. Böylece, kelimelerin ağırlık noktası kafiyede olan bir şiiri yontulmuş son eklerle Almanca'da taklit etmek çok güçtür. Böyle olduğu halde GOETHE, HÂFIZ'ın bu tarafını da 'taklide çalışmış, onun gibi gazeller yazmıştır:
"Naehbildung" (Taklit) adını taşıyan şiirinin eski adı "Kunstreime" (Kafiyeli
şiir) idi:
"Senin kafiyelerinde kendimi bulmak istiyorum ben, tekrarlamağı da hoş karşılayacağım. Önce fikri, sonra kelimeleri bulacağım. Aynı sesi bir ikinci defa kullanmıyacağım; kullandığım zaman da, müstesna bir manası olacak onun... Tıpkı senin gibi yapacağım, ey herkesin takdirini kazanmış olan şair!... "
HÂFIZ, ârifane gazelleriyle herkesin takdirini kazanmış, gazellerindeki kudretle herkese kendini sevdirmişti. Kafiyeleri sağlamdı. Tekerrür yapmıyor, az sözle çok şey söyliyor; açık konuşuyor, kelimeleri yerinde ve güzel kullanıyordu. Hepsini bir kuyumcu titizliğiyle işlemiş, sade bir görünüş içinde onlara özlü haller vermişti.
GOETHE, HÂFIZ'a bunun için hayrandı, ve bunun için onu tutuşturucu bir kıvılcıma benzetmişti. Ama yalnız hayranlık, muvaffakiyet temin etmez. Son Kıt'a artık taklit etmeği
manasız bulur, ve kendisini yeni bir şekil aramağa doğru götürür. Bu yeni şekil, gerçi bu Doğu şekline dayanacak, ama kendi yapısını feda etmiyecektir:
"Ölçülü ritim, şüphesiz çekicidir, kabiliyet, ritmin içinde kendini gösterir. İçinde can, ruh olmıyan maskeler ise insanı ne kadar da çabuk tiksindirir. Ölü şekle son verip yeni bir şekil düşünmediyse eğer, kafa bile tatmin olmaz.
Son üç şiir, gene HÂFIZ'ın lirizminin muhteva davasını ele alır. GOETHE, HÂFIZ'ın bu şiirlerinin başına gelenleri biliyordu: HÂFIZ'ı korumak için, devrinin büyükleri, onun maddi zevklere karşı duyduğu ihtiraslara, manevi bir değer vermek istemişlerdi., Alman münekkitlerinden KONRAD BURDACH bile, HÂFIZ, kadehiyle, edebiyatın
şarabını kastetmiştir, der; kendisini şaraba vermesini de, benliğinden kurtulmak istemesindendir, diye tefsir eder. Onun aşkı da temiz bir aşk, vecdin plastik tasviridir. SÛFÎ'nin ruhu, Allah aşkı için yanar. SÛFÎ, müslüman mistikleri için söylenen bir kelimedir. Üzerine, koyun yününden yapılmış beyaz bir aba aldıkları için saf kelimesinin manasına izafeten onlara bu isim verilmiş.
O zamanlar şarap ve sarhoşluk kelimelerinin dini anlamda allegorik tefsiri şu idi : Araplar, Ön ve Orta Asya'yı zaptettikten sonra, oradaki Hıristiyan mistisizmini de İslamiyete geçirmişler. Böylece meselâ, Ninive Peskoposu İsaak 660 sıralarında, Irak'da Hıristiyan mistiklerinin öncüsü, vecd durumunu şöyle tasvir etmiştir:
"... Sonra onun içinde tatlı bir ALLAH duygusu uyandı; kalbinde yanan, bedeninde, ruhunda her türlü tesiri yakan bir ALLAH aşkı alevlendi. Durup durup şarap içmiş gibi sarhoş oldu o; dizlerinin bağı çözüldü, kafası durdu, kalbi ALLAH'la doldu. Böylece o, sanki şarap içmiş gibi sarhoş oldu; hem o derece sarhoş oldu ki, içini dolduran
bu duygu kuvvetlenince, iç bakışları da kuvvetlendi. O, bu duruma gelince, ruhunu bir beden sardığını, bu dünyada, yaşadığını unuttu. İşte insanda, manevi görüşün, intelektler vahi'sinin başlangıcıdır bu."
Sûfiler, en parlak devirlerini, XIII. yüzyılda yaşadılar. Almanya'da, en büyük
mistik ECKEHART'ın vaızettiği, Doğu ve Batı mistiğini bağrında taşıyan bir yüzyıldı bu. Her ikisine de neoplatonizm hakimdi; Hakiki varlık, Allah'dadır; yeryüzünde varlık ise bir şey ifade etmez. GOETHE, yaratıcılığın değerini bu derece tabiattan kaçan bir görüşe şiddetle karşı koydu.
O, bu görüşte, aynı zamanda yaratıcı Allah'a karşı
saygıda da bir eksiklik gördü; çünkü yeryüzünde varlık, Allah vergisidir, bunu saymamak Allah'ı saymamaktı.
HÂFIZ için yeryüzünde varlık bir nimettir. Onun, bu nimete müdrik olması, Allah'a karşı duyduğu tam bir saygıdan ileri gelmektedir. GOETHE
işte bunun için HÂFIZ'ı anlar. "Offenbar Geheimnis" (Açık Sır) adlı şiirinde:
"Sana Aziz HÂFIZ, mistik dilin ta kendisi dediler. Dil bilginleri de, sözünün değerini anlamadılar.
Sen, onlara göre mistiksin; çünkü sende çıkgınlık eseri gördüler. Kendi esrarlı şaraplarını da senin adınla sundular..
Ama sen mistik bakımından tertemizsin; çünkü onlar seni anlamadılar. Sen
sofu olmadan dindar oldun. Sana işte bunu bağışlamadılar"
"Ohne fromm zu sein" (Sofu olmadan) "selig sein" (dindar olmak): Bu hüküm, GOETHE'ye gençliğinden beri yabancı değildir. Bu ruh hali, onun bütün hayatına ve eserlerine karışmıştır. Daha gençliğinde, Frankfurt'da iken, din duygularını her şeyden önce pietist ARNOLD'un Unpartheyische Kirchen- und Ketzerhistorie" (Kilise ve putperestlerin tarafsız tarihi) beslemiştir (1699).
Bu adam, tarikatların, putperestlerin üzerlerinden kötü damgasını kaldırmağa cesaret etmiş ve böyle aykırı yollarda yürüyenlerde bile Allah duygusunun derin olduğunu ispat etmiştir. GOETHE de otobiografisinde, gençliğini anlatırken, Allah'a kendi tarazında yaklaşmak için hürriyetini ele
aldığını itiraf eder. Bütün dini şiirleri gibi "Divan"ı da onun bu ruh halinden
doğmuştur.
Dil bilginleri ile tartışma, mistik kelimesi üzerindedir. Vecd içinde bir hayranlık,
GOETHE için yabancı bir dünya idi. Bu sebepten Allah'ı, ancak yaşayan, canlı varlıkların içinde, tabiatta: çalıda, havada, suda görmek mümkündür: Pantheist bir görüştü bu. GOETHE, HÂFIZ'da da böyle bir Allah duygusunu keşfetmişti. HAFIZ, rubab'ı
çeng'i dinlerken bile dinlediği sesler, onu metafizik ufuklara götürmüş. Sesler ona
sanatkârı, sanatkar da ALLAH'ı hatırlatırmış. Bunun için işte HÂFIZ, GOETHE'ye mistik bakımdan tertemiz gelir. Ama şimdi de onun HÂFIZ'ı anlayışı değişmiş olmuyor mu?
GOETHE, bir zamanlar HÂFIZ için, bir başka VOLTAIRE demişti. "Divan"ına
yazdığı notlarında da onu, HORATIUS ile kıyaslamıştı. "Hâfız-nâme" sinin ilk şiiriinde ise HÂFIZ, Kur'an'ı hıfzeden, kötü günlerde, kötülüğü dindarlığiyle yok eden adamdı. Şimdi de sofu olmadan dindar olduğu için onu övüyor. Gerçekten de HÂFIZ, o dar görüşlü sofulardan değildi:
"Ey gönül, sana kurtuluş yolunu göstermek için iyi rehberlik edeyim: Fasıklıkla övünme, sofuluk satma!"
Bunun için de sofu kelimesinin burada, doğmatik vecd manasından çok daha
başka, çok daha dar bir manası olması gerekir. Nitekim bundan sonra GOETHE'nin aslında "Widerruf" (Tekzip) başlığını taşıyan "Wink" (İşaret) adlı şiiri de, HÂFIZ'ın
mistik olmadığını söyler. Onun, yani HÂFIZ'ın göründüğü ve söylediği gibi anlaşılması tezini de "Das Wort ist ein Faecher" (Söz bir yelpazedir) remzi ile geri alır:
"Böyle olmakla beraber," diyor GOETHE, "tenkidettiğim bilginlerin hakları var; çünkü sözün sadece bir manası olmuyor. Bu, kendiliğinden anlaşılmalıydı. Söz bir yelpazedir! Aralıklarından bir çift güzel göz görünür. Yelpaze sadece sevimli bir çiçektir; gerçi kızın yüzünü kapatır, ama kendisini benden saklamaz. Kızın en güzel
tarafı, gözleridir ve bu gözler, gözlerimin içinde yankısını bulur."
HÂFIZ'ın mistisizmi hakkında da şöyle denmiştir:
"Ama, bizi o şiirlerden uzaklaştıran din değildir. Allah'ın birliğine, isteklerine boyun
eğmek bizim dinimizde de vardır. Allah'ın isteklerini insanoğluna bir Peygamber
vasıtasiyle bildirmesi, Hıristiyanlıkta da vardır. Hepsi az çok bizim din tasavvurumuza uyuyor. Mukaddes kitaplarımızın kıssaları onun kitabına temel teşkil ediyor. İşte bu sebepten onun mistisizmi de derin ve esaslı bir ciddiyetle bize hitabediyor."
GOETHE'nin"Hâfız-nâme" sinin sonuncu şiiri tam ondört kıt'adır. Başlık HÂFIZ'a
hitaptır: "An Hafıs". Bunda onun lirizminin, bir muhtevadan ötekine nasıl atladığı
belirtilir; aşk özleyişleri, tehlikeleri, aşktan duyulan zevkler, şarap, dostluk, bilgelik,
şehzadelerin lütüfkârlıkları, cömertlikleri terennüm edilir. Arada bütün sınırlar kalkar.
Onun şiirlerinde, bir tabloyu içimize almak üzere iken, şair, derhal ötekine geçer.
Şiire hatta daha da kıtalar eklenebilir veya ondan çıkartılabilir. Ona şaraptan duyulan sevinçle başlanabilir, sonra tekrar bilgeliği övmeğe dönülebilir. Nihayet aşk,
şiirin zirvesine çıkartılabilir.. Buna rağmen şiir, aslından bir şey kaybetmez, HÂFIZ'ın
şiirinin en karakteristik tarafı işte budur.
GOETHE'nin yukarıda "Unbegrenzt"
(Sınırlanmamış) adlı şiirinde söylediğini burada gene tekrarlıyabiliriz:
"Senin şiirin yıldızlı göğün dönen kubbesi gibidir. Başı sonu hep birdir. Ortasının
getirdiği şey de, sonunda kalan ve başlangıç olan şeydir."
Böylece HÂFIZ, yalnız bu dünyanın güzel ve maddi zevklerini terennüm eden
bir şair değil, sadece öbür dünyaya hazırlanan mistik ruhun şairi de değildir. O, aynı zamanda her ikisidir ve her ikisi de değildir: O, bu ikisinin üstünde, iç hürriyetini kazanmış, şahsiyetini bulmuş bir şairdir. GOETHE, HÂFIZ'ı işte böyle anlamıştır.
Prof. Dr. MELAHAT ÖZGÜ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 4. sayıdan ayrı basım, S. 89-103

ŞİİRLERİ