MARTI KOYU EFSANESİ

Yaşamımızda kimi olaylar vardır ki, onları gerçekten yaşayıp yaşamadığımızı... Ya da ne kadarının gerçek, ne kadarının kulağımıza yerleşip kalmış öyküler olduğunu kesin olarak bilemeyiz... Bunlar, hele bir de aradan geçen uzun ve uzak yılların sisleri arasına karışmışsa ...

Yetmişimi geçtikten sonra büyükbabamı daha sık anımsar oldum, belki de aklım ermeye başladığında o da yetmişli yıllarını yaşadığı içindir. Kimbilir?.. Sonra o köyü... Ne zamandır gidilmemiş, görülmemiş o Ege kıyı köyünü hep yıllar önceki haliyle, hiç değişmemiş, hiç bozulmamış haliyle anımsamak... Ve özlemek... Yüreğimde garip bir buruklukla eski bir dostu özlercesine ...

Yolu arkasına alan, denizi sanki kem gözlerden korumak istercesine kucağında saklayan bir yeryüzü cennetiydi burası. İnsanlar sabah erkenden meyve-sebze bahçelerine çalışmaya gittiği için kıyıya inerken çevreyi belirli bir sessizlik doldurur, her seferinde nedenini bilemediğim bir gizem sarardı beni.

Deniz kıyısında ise, gizli bir el dokunmuşcasına herşey canlı ve hareketliydi. Geceleri hırçın dalgalarla kıyıya vuran deniz, sabahları kıyıyı yumuşak dokunuşlarla kucaklar, rengarenk çakıl taşları suyun içinde cam gibi parlar, göz alırdı. Açıklardan kopup gelen dalgalar denizin içine serpişen kayalarda patlar, kayaların boşluklarına dolan sular inler gibi sesler çıkarırken, mavi beyaz köpükler göklere yükselirdi. Kıyıda, köyden uzaklaştıkça birbiri ardına koylar başlardı.

Koyların en küçüğü olan Martı Koyu, deniz kuşlarınındı. Burada martılar balıklara pike yapar, özgürce gezinirlerdi. Yanlarına sokulmaya kalkışanları ise hep birlikte kuşatır, gagalarını uzatarak bağırır, kovalarlardı. Köy halkı da korku değilse de garip bir saygıyla oraya yaklaşmaz, kuşları rahatsız etmezlerdi.

Büyükbabam ve o köy... Yaşamım boyunca çözemediğim bir gizin... O günün iki tanığı...

O yaz yanına gittiğimde büyükbabamı yatakta buldum. Görmeyeli iyice yaşlanmıştı, nasıl derler, elden ayaktan düşmüş gibiydi.

Tüm yaşamı boyunca çalışmış bir insanın, başkalarının bakımına gereksinim duyması, böylesi bir yaşamı kabullenmesi ne denli zordu. Yemek yerken elinin titreyip yiyeceklerin üzerine dökülmesini kabul edemiyor, böyle zamanlarda sessiz sessiz ağlamaya başlıyor, “Yaşlılık meğer ne zor şeymiş... Bu da yaşamak mı?.. Ölsem de kurtulsam... Ama ölemem ki... O gelmeden olmaz...” diyordu.

Bazen günlerce yataktan çıkmıyor, kendini bilmez bir halde uyuyor, kendine geldiği günlerde de gözleri uzakta, öylece birini beklercesine oturuyor, zor duyulur bir sesle kendi kendine devamlı olarak, “O gelecek... Gelmeli...” diye mırıldanıyordu.

Ev halkı önceleri, onun kim olduğunu, nereden, ne zaman geleceğini merak ederken sonraları kanıksayıp sormaz olmuştu.

“O gelmeden ölemem... O gelmeden olmaz...”

Bazen kendisini evin önündeki terasa çıkarmamızı ister, sedirde yarı oturmuş yarı yatmış biçimde uzanmışken başını doğrultarak eski bir sevgiliyi izler gibi uzaktan denize bakar, bakarken de gözleri yaşarırdı. Kendini iyi duyumsadığı, keyifli olduğu zamanlar beni yanına oturtur, usul usul saçlarımı okşarken bana gençliğinde yaşadığını söylediği heyecanlı denizcilik öyküleri anlatırdı.

Çocukluk saflığıyla onun deniz canavarlarını nasıl avladığını, köpek balıklarının çenesini nasıl ayırdığını ağzım bir karış açık dinlerdim. Bazen büyükannnem anlattıklarına kulak misafiri olup da “İlahi bey, sen kim, o deccal hayvanın ağzını ayırmak kim?.. Ayol sen ömründe tavuk bile kesmedin. Üstelik, bildim bileli kan tutar seni...” deyince küser, arkasını dönüp yatardı.

Büyükannemin eve girdiğine iyice emin olunca tekrar bana döner, burnunu kıvırarak başıyla evi- büyükannemi gösterir, “Yaşlandıkça dili uzadı bunun... Gençliğinde o kadar sessizdi ki ‘Ağzı var dili yok’ derler ya aynen öyle... Hatta bazen yaşadığından bile kuşku duyar, evin içinde onu aranırdım... Şimdi maaşallah dili papuç gibi... Ee, ünlü sözdür, kurt kocayınca...”

Sonra başını hayıflanarak sallar, derin bir iç geçirerek, “Ah!..” derdi “En büyük hastalık meğer yaşlılıkmış... İnsan yaşadıkça, başına geldikçe görüyor... Esas, yaşlılığa bir ilaç bulsunlar da tababet ilmini icat edenlerin ruhlarına dualar edeyim...”

Bazen de dünya ile tüm bağlantılarını yitirmişcesine tekrar kendi kabuğuna çekiliyor, ölmeye yatmış bir kızılderili gibi bekliyor ve inatla her kimse, her neyse onu beklemeye devam ediyor, gözlerinde yaşlarla, “O gelecek... Gelmeli...” diye mırıldanıyordu.

O sabah, büyükbabamı ayakta, aynanın karşısında gördüğümde şaşkınlığımı gizleyememiştim. Eski günlerdeki gibi erkenden kalkmış, sinek kaydı tıraş olmuş yıllardır dolapta asılı duran lacivert takım elbisesini giymiş, kravatını düzeltiyordu.

“Günaydın büyükbaba... Hayr’ola bu ne yakışıklılık böyle?..”

“Sana söylemiştim... O geliyor... Hazır olmalıyım.”

Telaşlıydı, alabildiğine de heyecanlı... Gözleri parlıyor, hareketlerinde gözle görülür bir dirilik seziliyordu. Sanki bir gecede birkaç yaş birden gençleşmiş gibiydi...

“Haydi sen de gel, onu bekletmeyelim.”

“Nereye?..”

“Kıyıya!.. Kıyıya!..”

Pencereden kıyıya baktım. Aşağıda kalabalık bir grup vardı. Fransız moda fotografçıları olmalıydı... Doğal mekanları tercih ettikleri için Ege kıyılarında dolaşıp, katalog çekimleri yaptıklarını, hatta komşu köyde birkaç gün kaldıklarını duymuştuk. O zamanlar moda, fotografçılık, canlı manken kavramı bizim yörede fazla yaygın olmadığı için garipsenmiş hatta kimileri pikniğe gider gibi arabalara doluşup komşu köydeki çalışmaları izlemeye bile gitmişti.

Kıyıya inen yamaca ulaştığımızda köy halkı çoluk çocuk toplanmış merakla fotograf çekimi için yapılan hazırlıkları izliyor, Fransız mankenler üzerlerinde tiril tiril yazlık giysilerle ikili üçlü gruplar halinde objektiflere verecekleri pozları prova yapıyorlardı.

Onları görünce, büyükbabam yaşından umulmadık bir enerji ile yamaçtan kumsala koşmaya başladı.

“Geldin!.. Geldin!..”

Büyükbabam, ayakkabısının içine kumların girmesine aldırmadan koştu, öteki insanları yararak mankenlerin yanına ulaştı. Genç bir manken kızın önünde durdu.

“Sonunda geldin!..”

Tek sözcük Türkçe bilmeyen genç kız sese döndüğünde büyükbabamla gözgöze geldi. Herhangi bir şaşırma ya da ona benzer bir ifade olmayan yüzünde, tam tersine büyükbabamı sanki yıllardır tanıyormuşcasına sevecen bir gülümseme belirmişti. Büyükbabam elini sevgiyle ona doğru uzattı.

“Seni o kadar bekledim ki...”

Kız da ellerini, sanki eski bir tanıdığa uzatır gibi büyükbabama uzattı… Bir zaman öylece, gözgöze kaldılar, büyülenmiş gibi...

Fotoğraf ekibi, köylüler, herkes, şaşkınlıkla adeta soluk almaktan korkarcasına ikisine bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kız ve büyükbabam, kendilerine sessizce yol veren kalabalığı aşıp, kumsalda Martı Koyu’na doğru elele uzaklaştılar. Herkes olduğu yerde kalakalmış, onları izliyordu.

Güneş, denizin küçük dalgaları üzerinde yansımalar yapıyor, izleyenlerin gözlerini öylesine kamaştırıyordu ki, hiç kimse, bir zaman sonra onların gerçekten Martı Koyu’na mı girdiklerini yoksa denizin üstünde mi yitip gittiklerini anlayamadı...

Çevre alabildiğine sessizdi. Kalabalık gizli bir yerden emir almışcasına en küçük bir hareket yapmaktan, en küçük bir ses çıkartmaktan çekinerek tek vücut olmuşcasına hareketsiz, bir ayini izlercesine saygıyla onların gözden yitip gittiği noktaya bakıyordu.

Saatler geçiyor, kumsalda denizin üzerinde süzülen iki beyaz martının kanat seslerinden başka ses duyulmuyordu.

Sonunda güneşin son ışıkları denizin üzerinde yavaş yavaş kaybolurken kalabalık da birbirinin yüzüne bakmaktan, bu büyüyü bozmaktan korkarcasına birer ikişer sessizce dağıldı...

Fransız manken kız ve büyükbabam o koyda adeta “giz” olmuşlardı. Arkalarında bıraktıkları, koyun girişindeki kayalara çarpıp köpüren dalgalarla, yükseklerde kanat çırpan martılardı...

Zamanla herşey, bir giz perdesinin gerisindeki puslu görüntüler gibi belleklere yerleşip… “Martı Koyu Efsanesi” babadan oğula, yakından uzağa söylenip yayılsa da, işin ilginç yanı, ben dahil, o gün orada olanların hiçbiri gördüklerimizin gerçek mi, yoksa düş ürünü mü olduğunu kesin olarak söyleyemiyorduk…

Ve, o gün, Martı Koyu’nda neler olduğunu aradan yıllar geçse de kimse öğrenemedi.

M. ÜNSAL ELBEYLİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN :





ŞİİR PARKI