İsmail Hâmi Danişmend, Makber ve Tezer’den sonra Eşber’i de Türk harflerine çevirerek neşretti. Abdülhak Hâmidi unutturmamak ve hele genç nesle tanıtmak için, bu, çok yerinde bir himmet oldu.
Ben bu yazımda Eşber’in edebi bir incelemesini yapacak değilim. Edebiyat tarihine mal olan büyük eserlerin bir gazete sütununda mevzuunu tekrarlamak, hattâ karakterleri üzerinde tetkiklere dalmak, lüzumsuzdur. Bu, ancak, yepyeni bir tetkik eseri vücuda getirilince bir mâna ifade eder, o zaman da, ya mecmuaların, yahut başlıbaşına bir tenkid eserinin - hani şöyle olgun ve dolgun bir kitabın- sayfaları bu işe daha elverişli düşer. Bunun için, ben, bu haftaki yazımda, yalnız Eşber tragediasının dünkü neslin, benim neslimin üzerindeki tesirlerini ve birkaç hatırasını canlandırmakla iktifa edeceğim.
Abdülhak Hâmid - O, bizim talebeliğimizde, gençliğimizde ne şâhâne bir kudret, âdetâ bir şiir ilâhı idi! Makber’in anladığımız mısraları kadar anlamadığımız mısraları karşısında, gözlerimiz bazan yaşlı, bazan hayret ve dehşetle dolu bir vecde dalardık. Meselâ:
«Ölmekse garaz, garaz ne lâzım,
«Ölsün fakat etmesin teverrüm!
Beyti karşısında bizim için ölüm, dirim savaşının karşısında ne derin, ne ince, ne sonsuz bir felsefe taşırdı! Fakat bazan, Makber’in, anlamadan da hayran olduğumuz haşmetli hayalleri karşısında ürperirdik:
«Çıktım semavâta bâk-ber-ser, «İndim semâ vat ile beraber!
beytinde olduğu gibi..

Gelelim Eşber’e... İşte Hâmidin bu meşhur manzum faciası da bundan otuz, kırk sene evvel bütün edebiyat, meraklısı bir neslin mânevi gıdası gibi bir şeydi. Mektepte ilkönce edebiyat antolojilerinde parçalarını okur, hocalarımızdan izahlarını dinler, sonra bütün «seri baştacı eder, günlerce, haftalarca, aylarca elimizin altından ayırmazdık.
Gerçekten bu facianın ne yüksek hayat ve vatan dersleri veren sayfaları vardı. Sadece, âşıkı İskendere kavuşmak için müstevliye teslim olmağı cana minnet bilen ve Kişmir Meliki olan kardeşi Eşber’i bu vatansızlığa teşvik eden Sumru’ya karşı içimizde uyanan nefret hisleri bunu ispata yeterdi. Hele:
«Namusumu böyle mahve müştak,
«Kimdir bu kadın? Nedir bu kaltak?
isyan ve tehevvürü karşısında biz de hırsımızdan köpürür,
«Var, gez kayalarda, dağda, kırda,
«Düş bir çukura, geber, kakırda!
Tehdid ve lanetini okurken, tıpkı Eşber gibi, biz de, yumruklarımızı Sumru’nun hayaline çevirirdik. Böylece Hâmidi okurken Sumru’yu kaç kere biz de hançerlemiştik! O zamanlar da, gençliğin gazabı, yalnız vatan haini Sumru’ları öldürürdü. Ne masum ve ne meşru katillik!
1908 den sonra Eşber’in temsilini de
görmüştük. Silven’in şakird-i marifeti Bürhaneddin, Raşid Rıza da beraber mi idi, iyi hatırlıyamıyorum - Bu faciayı Şehzadebaşında Ferah tiyatrosunda oynamakta idi. Bir keresinde ben de seyrine gitmiştim. Ne temsil, yarabbi! Son tablo hiç gözümün önünden gitmez.
Şehri Pençap, kulis aralarında yakılan mehtaplar alev alev tutuşmuş. Gürültüler, patırdılar, haykırmalar, silâh sesleri! Derken, sağ kulisten bir kira beygirinin üstünde İskender sahneye çıkıyor. Arkasında ümerasından birkaçı! İskenderi oynıyan, Atıf isminde bir genç aktördür.. Şimdi nerededir? Ne olmuştur? bilmiyorum. Atıf’ın boyu yüksek; beygirin üstünde dimdik duruyor ve başı, sahnenin tavanına değiyor. Boyalı dekorlar gibi bu manzara da görülecek şey! İskender, kendisine Sumru kadar âşık olan Rokzan’ı, Dâra’nın kızını bu tabloda atının ayakları altında çiğniyor.
Sonra, son tablo! Eşber’in sağ olarak İskendere teslim etmemek için hançerleyip kale burcuna astığı Sumru sözde havada sallanmaktadır. Arkadan, herhalde bir merdivenin tepesine çıkmış olan Sumru’nun yalnız kafası görünmekte! Derken işte bu tablonun ilk meşhur mısraı:
«Kimdir bu kadın ki bunda maslûp!
Arkasından Eşber’in ilk acı istihzalı cevabı:
«İşte o kadındı sizce matlûp!
Vesaire...
Eşber’in bu defa yeniden basılması bende gençliğime âit bütün bu hatıraları canlandırdı ve içimden ah çekerek «o gençlik geri gelse idi de, ziyanı yok, yine Eşber’i o zavallı temsilinde görse idim!» demekten kendimi alamadım. Şimdi mütekâmil bir sahneye kavuştuğumuzu iddia ediyoruz amma bir Eşber oynamağı düşünen kim?
Bürhaneddin bir zamanlar hiç değilse bir Hâmidin bir kıymet olduğunu düşünmüştü. Amma o zamanki vasıtalarla, bilhassa para, malzeme ve artist noksanlığı ile daha fazlasını yapabilir mi idi? Hiç sanmıyorum. Bunun için, bugün geçmişteki o gülünç Eşber temsilini bile geçen yıllarımın arkasında tatlı bir hatıra olarak saklamaktayım. Bilmem ki Hâmidi sevenler ve o temsilleri hatırlıyanlar arasında benim gibi hissedenler az mıdır?
HALİT FAHRİ OZANSOY
Taha Toros Arşivi, 001506720006

ŞİİRLERİ