HÂMİD’İN HAYATI

Bir hafta önce, hayat denilen alın yazısının bitim noktasını koyup bizimkinden başka bir diyara göçen büyük şair Abdülhak Hâmid’in şahsında, kendisile beraber, ömrü bir asra varan bir devir de ykılmış, göçmüş bulunuyor.

Bundan 98 sene önce doğuşuna tarih olan bu devre, Tanzimat’tır. Şarktan yüz çevirip garbe yükselmek hareketi olan Tanzimat, kanmamış Osmanlı Devletinin yıkılmasını önlemek ve payandalamak için Reşit Paşa’nın bulduğu bir siyasî tedbir şeklinde başlamıştı. Tanzimat’ın ilânından sonra 19 yıl yaşamış, fakat muhtelif fasılalarla altı defalık iktidar mevkiinde ancak altı buçuk sene kadar bulunabilmiş olan Reşit Paşa’nın canlı eser olarak bıraktıkları arasında siyasette Âlî ve Fuat Paşaları, fikir ve edebiyat alanında ise Şinasi’yi zikredebiliriz.

Yandan ayrılmış saçları, uçları kesilmiş bıyıkları, traşlı yüzü, yüksek kolalı yakası ve dik duruşile, fakat yalnız bu kadarla değil, kafasının içile de şark kültüründen yakasını kurtarmamış olan Şinasi, böyle olanların bizde ilki sayılabilir.

Namık Kemal, Recai Zade Ekrem ve en küçükleri olan Şinasi, Sami Paşa Zade Sezai gibi Abdülhak Hâmid de Şinasi’yi bu yeni fikir ve edebiyat kafilesinin önderi bilmişti.

Senin ey sakı marifet saye
Bağlar çıkdı berk-ü bârından

Nevbenev câme ettiler ilbas
Şir-ü inşaya çok mukallidler:

Sen fakat eyledindi vazı esas
Geldi senden vucude nıûcidler.

Öyle bir mekteb eyledin bünyad
Çıkdı tilmizler bütün ustad

1884 nisanının 15 inde söylediği bu sözlerle hayatının son demine kadar süren hükümleri arasında Abdülhak Hamid hiç bir değişiklik yapmadı. Daima, Şinasi’ye hitap ederek :

İki efriştedir cenah küşa
Ciheteynin Kemâl ile Ekrem.

Bahsederken Kemal-ü Ekrem’den
Onutulmaz biri Sezaîdır.

kanaatini tekrarladı.

Edebiyyat, o dem mezâristan
Anı sen eyledin baharistan

demekten vaz geçmedi.

Netekim bir mektubundaki şu sözlerde aynı bağlılığı göstermek bakımından mühimdir:

«Hayali ebediyet temessül ve karşımda Kemal ile Ekrem ve Sezaiden ibaret bir sima teşekkül ederek muhit olduğu marifet ve hakikat kâinatına müteveccihen nefsimi rehayabı irtika buldum. Ne büyük mazhariyet!....»

İşte başta Şinasi olmak üzere Kemal, Ekrem, Sezai ve Abdülhak Hamid’den mürekkep olan bu edebiyat burcunun, son ve en parlak yıldızı söndü. Zaman içinde bizden çok uzakta kalan yüksek varlıkların, biz şimdi, yokluk denen boşlukta uzayıp koşan ışıklarını görüyor ve onları rasat etmeğe çalışıyoruz.

Tefekkür aynı duadır mükemmel-û meşru

diye Abdülhak Hâmid’i, bu gece

Gecelerden siyahdır bahtın

demekten vaz geçirecek bir samimiyet ve hararetle yad ediyor, hatırasını yaşayıp yaşatıyor, bir kelime ile onu düşünüyoruz. Bu düşünüşte Arziler'inde bile semavi olan büyük şairle beraber yükseliyor, parlayor, yanıyor ve güneşleşiyoruz. Büyüklere yaklaşmak, birazda büyüklüğe yaklaşmak değil midir?

Bu kadar yükselmek yeter. İnelim, bugün varlığını ceste ceste kendine kalbetmeğe başlayan toprağın üstünde aziz şairi, Abdülhak Hamid’i bulmaya çalışalım:

Onu yer yüzünde bulabilmek için evvelâ doğmadan önceki hayatından başlamalıyız. İnsanların pek çoğuna şu ve bu bakımdan hasis davranan tabiat, bu mahlûkunu daha dünyaya gelmezden evvel zengin imkânlarla bezemiştir. 86 yıl ona hizmet eden uzviyeti olduğu kadar aynı yaş olgunluğunu gösteren maneviyetinde de Hamid, atalarına çok şey borçludur. Nev'in hafızası demek olan atavizm, Hâmid’den hemen hemen hiçbir varını esirgememiştir.

Ailesi, her ferdi nesilden nesile geçecek kıymette iz bırakabilmiş bir soy silsilesidir. Hâmid’in babası Hayrullah Efendi, ilim ve irfan sahibi bir adamdı. Tanzimat devrinin Reşit Paşa tarafından kuruluşile başlanan kültür hareketlerinde Hayrullah Efendi, ilk safda çalışanlardandır. Maarif Müsteşarlığı, Nazır vekilliği, Tıbbiye Nazırlığı, Meclisi Valâ azalığı, Encümeni Daniş ikinci reisliği, elçilik gibi vazifelerde bulunuşu; büyük Osmanlı tarihi, tıbba dair tercümeler, az, fakat öz sözlü şiirleri kendisinin şahsiyeti hakkında bize bir fikir verebilir.

Hayrullah Efendi’nin babası, yani Abdülhak Hâmid’in büyük babası Abdülhak Molla da mühim bir adamdı. Abdülhak Molla, Sultan Mahmud devrinin yüksek şahsiyetlerinden biri idi. Hekimbaşılık etmiş, reisiulemalık rütbesini kazanmıştır. Âlim, zarif, şair ve nüktedandı. Abdülhak Molla’nm kardeşi Behçet Efendi hekimbaşı olduğu gibi anasının babası da Hayrullah Efendi de hekimbaşılık makamına yükselmişti

Dedesi ulemadandı, Divanı hümayun hocalarından Mehmet Emin Şükûhi Efendidir. Bu geniş akraba zümresinin malûm olan ilk ceddinin kabri eyice uzaktadır. Mısır’da bu zatın ismi «Abdülhak Sünbati» olup rütbesi ziyaretgâh ve kendisi oraca veliyullah sayılırmış.

Hâmid’in ailesi içinde dikkate ve hürmete değer kadınlardan biri, şairin büyük annesi, yani Abdülhak Molla’nın refikasıdır. O devrin en kibar ve yetişkin aileleriden birine mensup olan bu hanımefendi, saydığımız erkekler kadar Hâmid’in doğmadan önceki hayatında müessir olmuştur.

Bununla beraber kendisine doğrudan doğruya varlığından varlık vermiş olan kadın, hiç şüphesiz annesidir. Hâmid’in, Sahra’sında tasvir ettiği serbest hayat içinde doğmuş, Çamlıca’da köşk komşuları Kazasker Ferid Efendi’nin evinde doğmuş büyümüş olan bu (Münteha) adlı kız esircilere satılıp İstanbul’a geldikten sonra Hayrullah Efendinin kalbini esir edecek ve onu satın alacak kadar bedence ve ruhça muvaffakiyet göstermiştir. Şair Valdem'de annesile babasının neseblerini şöyle anlatıyor:

Birinin nam-ü şanı bir tarih
Birinin hanedanı efsane.
Oğlunun nesli pür fer-ü ziver
Ufku bir harîkı dûrûdûr.
Kızın ecdadı hak-ü hâkister
Karlar altında bir şebi medfun.
O oğul validem o kız da ninem,
Birinin aslı bir geniş mazi
Birinin aslı bir büyük nisyan.

Sevgilisine Makber gibi bir mezar inşa ve inşad eden şairimiz, anasının da çehresini bu renkli satırlarla hayalimize çizmişti:

Validem ümmiyeydi, ümmiyenin
Var idi ezberimde bir çok ilm
Konuşurken siyakı hâle göre
Öyle eş’ar okurdu mürtecilen
Ki sedasındaki halâvet ile
Tarzı takriri dilpezirenden
Sanki bir kat daha olurdu melih
«Neme lâzım benim o goncei ter
Bana gönlümdeki bahar yeter. »
Gibi eş’ar ile terennüm eder.

İşte, Makber ile Türk edebiyatında büyük bir mimar ve Valdem'inde şiir içinde ressam bir sanatkâr olan Abdülhak Hâmid’in annesi: ümmî, fakat ârif bir kadın.

Hâmid, bu ana ile biraz önce anlattığımız gibi Hayrullah Efendi'nin izdivacından, yani maddî ve manevî imtizaçtan hasıl olmuştur. 1851 şubatının beşinci günü, uzunluğunu ölçmek mümkün olmayan irsî ve neslî hayatının bir dönüm noktası ve 86 yıllık ferdî hayatının başıdır. Çünki o gün, Abdülhak Hâmid, küçük varlığından beraber getirdiği büyük kuvvetleri içinde saklayarak, kalabalık bir aile muhitinde büyüyor.

Devrinin pek çok büyük adamlarının devam ettiği hekim başı ailesi, uçmadan duramayan bu mahlûkun yuvasıdır. Daha dört, beş yaşında iken o zamanın şeyhülislâmı Saadettin Efendi’ye kadar bir çok kıymetli insanların kolları arasında ve kucaklarında haşarı bir toğan yavrusu gibi sekip duruyor.

O devre göre bir çok yüksek şahsiyetleri gören ve tanıyan bu büyük çocuk, gönderildiği bir mahalle mektebi ile bilâhara midillisine binerek gittiği Hisar rüştiyesinden bir türlü haz edemedi. Bir mektebi edeb gibi olan evinde büyük insanlara muhatap olan Abdülhak Hâmid, oradaki hocalarını çok küçük görmüş olsa gerek. Hatıratında bu mekteblerden memnun kalmadığını açıkça söyler.

Bundan sonra tedrisat, o zamanın usulünce arabcayı esas aldığı için Hâmid; emsele, bina ve maksud okumaya başlayor. Muallimi Evliya Hoca ismindeki bir sarıklıdır. Bu Evliya hocanın da Hâmid’e muallimlik etmesinden başka kerametini bilmiyoruz.

Daha sonra Hâmid, meşhur Hoca Tahsin Efendi’nin talebesi oluyor. Tahsin hoca, nev’i şahsına münhasır, asrını aşmış bir adamdı. Edebiyatla, ruhiyatla, felekiyatla uğraşıyor, katı düşünceli ve tok sözlü olgun bir zekâ idi. Bizde ilk defa (psihkoloji) adile ruhiyat kitabı yazan odur. İşte Abdülhak Hâmid daha pek küçük yaşta bu zatın - kendi tabirile (telami- zei na mevsim) inden oluyor.

Hâmid, adım daima hürmetle yad ettiği hocasının verdiği klâsik derslerden daha çok onun dersi arasında okuduğu şiirlerden zevk ve lezzet aldığını söyler. Hâmid, sünnet oluyor ve on yaşında iken ağabeyi Nasuhi Bey ve Hoca Tahsin Efendi ile beraber Paris seyahatleri takarür ediyor. Deniz yolunda dehşetli bir fırtınaya tutuluyor. Hâmid, gökle deniz, bu iki sonsuzluk arasında İstanbul’da bıraktığı sevgililerini düşünmekte... Hatıratında diyor ki:

«Bulutların, dalgaların arasında onların hayallerini görüyor, uçan martılardan hal ve hatırlarını sormak istiyordum. Gözlerimden yaş gelmiyor, fakat düşüncem ağlıyordu ve galiba kendimde farkına varmıyarak şairliğe hazırlanıyordum.»

Roma’ya uğruyorlar, bir ay kadar kalıyorlar ve Hâmid oradan pek hasretli ayrılıyor. Nihayet Paris’e geliyor ve (Ecole Nationale) e yatılı talebe yazdırılyor. Bu başıboş çocuk, mektebin askerî inzibatına tahammül edemiyor, gece talebeliğini sevmiyor, hattâ bir iki defa kendini pencereden atmaya kalkarak bu sıkı ve kayıtlı kuyutlu yaşayıştan ölümle kurtulmak istiyor. Talebeliğini nihariye çeviriyorlar. Bu defa da yatı talebeliğini arıyor. Büyük bir ruh taşımak, çocukluğunda bile ne güç!...

Hâmid, Paris’te mücerret bir halde, basit bir çocuk gibi yaşamadı. İstanbul’da olduğu gibi orada da en yüksek mahfeller ve şahsiyetlerle temas etti. Sefir Paşa her pazar onu alır, gezdirirdi. Ağabeği onu en lüks lokantalara, en güzel okullara götürürdü. Babası Paris’e vazife ile geldiği zaman temas sahası büsbütün genişledi. Muhtelif vesilelerle akranı olan, olmayan erkek, kadın, büyük ve küçükler arasında bulunuyordu. Omnibüsde göz aşinalığı hasıl olan mini mini bir yaşıtıyla sonraları sırdaş bile olmuştu.

Hâmid, yalnız böyle şahsî tanışmalarla kalmamıştı. Şehrin ehemmiyetli binalarını, müzelerini, âbidelerini geziyor ve görüyordu. Bu itibarla onun devam ettiği hakikî mekteb, Ekol National değil, çocuğile büyüğile, binaları, caddeleri, heykelleri, köprüleri ve tiyatrolarile bütün Paris’ti. Bunu anlayan babası, oğlunun bir buçuk senelik tahsilini yeter görmüş olacak ki Hâm'id'i mektepten aldı.

Paris’te Hâmid’e yakından tesiri bakımından biraderi Nasuhi Beyi tanımalıyız. Sarığile hoca, kılıcı ile erkânıharp, külâhile derviş, kalemile şair, fakat bütün bu ayrı manzaralar altında daima her bir mütefekkir olan Nasuhi Beyi Hâmid şöyle anlatır:

«Bir Fransız felezofundan ders aldığı için hem alafranga bir felsefe saz, hem de tarikati nazeninde bir ehli niyaz idi.»

Bu geniş düşünceli ağabeyin Hâmid üzerinde ahlâk ve itikat sahasında derin izler bıraktığı şüphesizdir. Paris’ten Viıyana’ya oradan İstanbul’a dönen Hâmid, hatıratında diyor ki:

«Ben, iki sene zarfında artık büyük adam olmuştum. Büyük penbe yalı, muazzam divanhaneleri, salonlar, odalar, bahçedeki sedler, havuzlar hep küçülmüş, validemden başlayarak evde her kim varsa boyları kısalmış, dadımın vesair cariyelerin yüzleri buruşmuş görünüyordu.» Hâmid’in yaptığı mukayese evi ve evindeki insanlar için değil, asıl Paris’le İstanbul’un çehresi için doğru ve yerinde idi.

Fransızcayı Paris’te elde etmiş olan Hâmid, koleje giderek İngilizceyi de öğrenmeğe başlamıştı. Hoca Bahattin Efendiden de Arapça ve farscaya devam ediyordu. On üç yaşında iken tercüme odasına hülefa oldu. Bir sene de böyle geçtikten sonra Tahran’a elçi olan babasile beraber İran’a gitti. Oradan farisiyi konuşmaya başladıktan sonra Sâdi, Kaâni, Şevketi Buharî, Hafız onun ruhunda şiir ihtiyacına enis oldular. İlk zevk aldığı edebî mütaleaları fars eserlerindedir. Bizimkileri daha sonra öğrenmiştir.

Üç dört sene orada kalan Hâmid, babasının birdenbire vefatı üzerine on dokuz yaşlarında İstanbul’a dönüyor. Maliye, Şûrayı Devlet ve sadarette kalem efendisi oluyor. Bir sene sonra Piri Zade ailesinden Fatma Hanımla evleniyor. Macerai aşk bu senelerin mevlûdudur.

Hâmid’i yirmi beş yaşında Paris sefareti ikinci kâtibi görüyoruz. İki buçuk sene sonra Nesteren yüzünden memuriyeti ilga edilerek açıkta bırakılıyor. Golos şehbenderi oluyor, oradan Poti’ye naklediliyor, oradan Bombay’a gidiyor. Üç sene kadar kaldığı Bombay’dan hasta refikasını İstanbul’a getirirken genç kadıncağız yolda vefat ediyor ve Hâmid, onu Birut’da defnediyor.

O, Londra’ya gitmek istiyordu. Bu tarihlerde en büyük emeli buydu. Nihayet 35 yaşında iken Londra Sefareti başkâtibliğine tayin edildi. Orada, Fatma Hamm’ın vefatından beş sene sonra da bir İngiliz bayanile evleniyor, ve onunla da 21 sene yaşıyor, o da ölüyor.

Meşrutiyet, Abdülhak Hâmid’i Londra Sefareti müsteşarı olarak bulmuştu. Brüksel sefiri yaptılar. Kendisine teklif edilen Maarif Nazırlığını kabul etmedi. Sefaretten tekaüt oldu ve âyan meclisine âza tayin edildi. Mütareke devrinin bir kısmında hayatının hiç bir anında görmediği büyük sıkıntıları çeken ihtiyar şaire cumhuriyet himaye kanadını açmakta bir an tereddüt etmedi. Şehri kendisine lâkayt kalmadı. Şu kadar söyliyelim ki Abdülhak Hâmid, vefat ettiği zaman Cumuriyet Halk Parti’sinin bir mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’nin üç devrelik bir âzası idi.



Bilmem bu izahlarla sizi çok yordum mu? Ne yapayım, 86 yılın hikâyesini bundan daha kısa anlatabilir miydim: doğdu, yaşadı, ve öldü diyerek. Bu doğru olurdu. Fakat aynı kısa hikâye, her insan için bundan başka mıdır? Halbuki Abdülhak Hâmid, her insan gibi yaşamadı ve ölmedi. Onun umumiyetten farklı noktaları, yüksekliklerine tekabül eder derinlikleri vardı. Onun ruhunun sathı, arzın kabuğu gibi iniş çıkışlar, irtifalar ve inhitatlarla örtülü idi.

Bu çokluklar, değişiklikler ve tezatlar içinde, tıpkı arzın merkezinde kaynayan ve kaynamakta devam eden ateşli tarafı gibi onun ruhunun da sabit ve yanmağa sebat eden cihetini aramaya başlayalım.

Her insan gibi onun benliğini de aramaya çıkarken ilk düşünceğimiz nokta şu olmalıdır: beşerin ruhunu boş bir yazı tahtası veya çamurdan bir heykel şeklinde görüp hariçten gelen intihaların oraya çarpmasile ruhların şekil aldığına inanmak.

Eğer buna inanılırsa, beraber seyahate çıkan veya aynı muhitte yaşamış olanların ufaktefek ayrılıklarla ayni insanlar olacağını kabul etmek icabeder. Halbuki ayni dış sebepler, ruhlarda büsbütün başka neticeler doğurur. O halde her ruhun kendine göre bir mukadderi bir alın yazısı vardır.

Beni çeken ve ısıtan bir şey, başka birini itebilir ve üşütebilir. İşte ruhlarımızda böyle çeken ve iten ve bunları benimseyen bir taraf bulunuyor demektir. Bu gizli nokta, bizim öz benliğimizdir. Aceba Abdülhak Hâmid’in ruhunda bu sabit nokta, bu öz benlik ne idi?

Şu konuşmayı dinleyiniz:

Lüsyen Abdülhak Hâmid:

— Beyfendi’de daima bir secret, bir sır vardır. Gizli bir nokta vardır ki o bilinmez, içinde saklıdır. Bana karşı bile o vardır. öyle değilmi Beyefendi? Üstad gülerek

— Hayır, hayır...

— Fakat öyle demeyin Beyefendi... Benden sakladığınız bir şey yok mudur? Ben anlayamadıktan sonra kimse anlayamaz. İçinizde benim bilemediğim bir sır vardır. Bu hakikat değil midir? Üstat cevap verir, daha doğrusu cevap vermiyor:

— Eh., öyledir, doğru olabilir, diyor.

Abdülhak Hâmid, son zamanlarının en mahremi olan bir insanla konuşurken bile bu sırrı ele vermekten sakınmıştır. Fakat ne olursa olsun biz, ümidsizliğe düşmeden bu gizli noktayı el yordamile aramaya devam edeceğiz.

Düşünce ve hareketlerindeki tezatları eriten tarafa doğru ineceğiz. Çünki bu mihrak noktasında onun öz benliğine dokunmak mümkün olacak.

Kendinin de hatıratında itiraf ettiği gibi çocukluğunda pek inatçı olan şair, bizce büyüdüğü zaman da bir noktada sabit kalabilmiştir. «İnad ki makul olunca ismi sebat olur.» diyen Hâmid’in benliğinde bu itibarla, belki şuurunun altında işleyen kuvvetli bir inhimak, değişmez bir temayül vardır: o da hayata ve güzelliğe karşı duyduğu ihtirastır.

Hâmid, güzelliğin arkasında koşmaktan ve koşarken kan ter içinde kalsa bile hayattan zevk almak ve zevk alamadığı zamanlarda bile yaşamaktan bir an vaz geçmedi. Yüksek kıymetler içerisinde hakikati daima şüphe ile gördü, hayra takdirle seyirci kaldı, fakat tabiatı, tabiat içinde insanı ve insanlar arasında kendisini daima sevdi ve bunlardan hiç ayrılmaksızın ömür sürdü.

Ölüm, irade, Allah, gibi büyük meselelerde Hâmid büyük bir şüpheci: bir septik kaldı; bunun için... Namık Kemal’e hakkında miskin dedirtecek kadar hareketsiz ve faaliyete geçmiyen bir lâkayt göründü, bunun için... hürriyeti, vatanı, insanı ve tabiatı bütün mukaddeslerini hayata bağlıyarak ve ona irca ederek sevdi ve bu sevgisini eserlerile yarattı, bunun için...

Hayata çok bağlı olan şair, onu daima güzel buldu, her şeklinde, en müşteki anlarında bile hayatı güzel gördü ve ölümün çirkin olmasına rağmen hayatla alâkası bakımından düşündü ve yazdı.

Bir gün bana demişti ki:

— Ölümden korkmuyorum, fakat iğreniyorum. Ne yapalım ki hayata bir münteha olduğu için ölünceye kadar onu düşünmeğe mecburuz.

Doğru söylüyordu, ölümü düşünebilmek bile hayatın mevcudiyetine bir delildir. Yaşamak, her şeye rağmen yaşamak. Hâmid’in hayatı ve şuuru bu idi.

Birgün Süleyman Nazif, malûm mübalâgasile üstada lâyemut oluşundan, kendisine ölümünden sonra ebedi bir hayat mevut bulunduğundan, şairi âzamin ilelebet hatıraî enamda var olacağından bahsettiği zaman Hâmid, bu fâni hayatın bir dakikasını o ebedi hayatın hepsine birden değişmeyeceğini ifade etmişti.

Bu hayat aşkı, onu büyük bir egoist yapmıştı. Belki bu dahiyane hodbinlik hayatını uzatmış, fakat hayatı uzadıkça hodbinliği artmıştı. Bu hali çocukluğunda başlar. Nefsine itimadı buradan gelir. Kuvveti burada kaynağını bulur. Şairliği buradan çıkıp taşar.

«Temeddühe hamledilse de ikrar edeceğim ki ben her şeyi kendi kendime, hattâ kendi nefsimde öğreneceğime bile mutekit bulunuyordum. Mutekidi ilhamı semavî ve nihayet derecede hassas ve hususile sevdavl idim.»

Tahmin buyurunuz ki bu sözler Abdülhak Hâmid’indir.

Onun diplomat, ince, zarif, kibar, çok zamanlar sakit, daima etikete riayetli oluşu, ruhunun iki ayağı üstüne dikilip şahlanmış tarafına giydirilmiş parlak bir üniform, şık bir fıraktı. Hâmid’in bir çok değişmelerine rağmen batnında daima aynı kalan bir tarafı olduğunu Nazife'ye yazdığı mukaddemenin şu satırlarında da görebiliriz:

Birde nasıl diyeyim?.. görüyorum ki bundan kırk sene evvel ben neler düşünüyorsam halâ o düşünceler içinde imişim: eski hava ve heves baki, hamiyet ve hamaset baki, eski istidat ile bugünkü inhitat, tevemane bir mahremiyetle bir noktada mülâki ve baki. Kusur çok, sukut yok.»

Hâmid, hiçbir zaman düşünmedi, ihtiyarlık bile onu öne doğru değil arkaya doğru eğdi. Geçen seneki Dil Kurultayında, Türk Milleti’ne getirdiği saadete minnettar, memlekette yaptığı büyük inkılâplara hayran ve yüce varlığına ve şahsına her zaman hürmetkâr olduğu büyük şefimiz Atatürk’ün huzurundaki müeddeb ve kibar oturuşu, şimdi gibi gözümün önünde.

Abdülhak Hâmid, Atatürk’ün yüksek şahsında ve onun yarattığı cumuriyet devrinin ruhunda en aziz ideallerinin tahakkukunu görmüştü ve bunu her zaman imtinanla söylerdi. Cahil, softa, miskin tekyenişin ve hunhâr müstebide karşı duyduğu kini ancak cumuriyet devrinde teskin edebilmişti.

Yarım asırdan fazla bir zaman önce yazdığı 'Bir va’ize bir mev’ize' de söylediği, hattâ haykırdığı şu ateşli sözlere bakın:

Ey beşer çehreli hayvan, heyhat
İlm-ü irfân iledir zevki hayat
Onu hiç kullanamazsan, nâdân
Neye vermiş sana nutku yezdan?
Neye geldin bu cehâna söyle
Düşünüb durmak için mi böyle?
Kimseye faiden olmaz şunda
Ya niçin mâiden olsun bunda?
Maksadın görmedeyim azm-i cenan,
Ya niçin eylemedin terki cehan?
Vatan-ü milleti bilmem dersin.
Ya niçin kendine âdem dersin.
Halk için hubb-ü vatan imandan,
Sence ser’î mi değil hubb-ü vatan.
Neye dersin o diğer mânâdır?
Yani mazmunu vatan ukbâdır:
Vatanı zâhiri sevmezsen sen
Ne demek hubbu mahall-ü mesken?
Bunda her şeyi desem şayandır
Yaradan haksa yapan insandır..
Medeniyyet ne diyorsun bilmem,
Medeniyyet yaşamakdır, sersem!..

Bu okuduğum mısralarda feci vaziyette bulunan muhatap, softa idi. Şimdi dervişe hücum ediyor:

Dinle gel ey rehrevi gaflet refik
Şimdi temeddün yolu eslem tarik
Bilki inadındaki israra hep
Alemi seyretmediğindir sebeb.
Ferdi kıyas eyler isen devlete
Söylediğim aid olur millete.
Milleti teşkil kılan ferddir.
Merd ise o kavmi dahi merddir.
Faidesiz yolda olursa musirr
Hem mutazarrırdır o hem bir muzir.
Tekyede can atmadasın hizmete
Var mı bunun menfaati ümmete
Kendin için var diyelim menfaat
Milletine etmemiş hiç merhamet.
Memlekete savlet ederse adüv
Def’ine kâfii mi olur hay-ü hüy
Hizmet ise, milletine hizmet et!..
Şeyhine de söyle, bunu himmet et.
İşte bu yol hem sana gayet müfid
Hem de vatan senden olur müstefid
Cayi karar eylediğin tekyegâh
Hayrin için sandın ise vah, vah...
Söylediğim hayrin içindir heman
Bunda delilim benim ancak zeman.

Rize’de iken 1297 de yazdığı ve sansürün en güzel yerlerini çıkardığı bu uzun manzumeden dört sene önce kaleme aldığı Liberte isimli haile ise istibdat faciasını tasvir eden bir eserdir. Yazılış tarihi olan 1293, hepimizin hayalinde imparatorluk tarihinin en karanlık bir devresinin perdesini açar. Bu trajidideki şahıslar, remzidir ve fransızcalarile sahneye çıkarlar. Liberte sarayda bir kız; Nasyon: Liberte’ye aşık bir genç; Liberal: Mithat Paşa’yı temsil etmek suretile başvekil; Hen entrik: hükümdarın nedimlerinden bir papas; Trahizon ile Entere: saray müşürleri; İnyorans, Ambisyon: bir prens, bir şehzade, Pres: matbuat bir sersem, ve bunların hepsinin üstünde, hâkim, müstebit bir hükümdar Despot.

Tahlisim mümkün; lâkin
Bu uğurda dökülecek kan ister.
Yani hürriyetim harp ile mümkün.
Göz yaşiyle biten nahli emelim
Şimden sonra kan ile beslenecek!

Bunu söyliyen liberte’dir.

Ya gönlüm Nasyon’a merbut iken
Vücudum başkasının olmak, neden?
Ya hükümdarımız bukadar âdil
Bilindiği halde karinasına
Kapılarak hülâgülere muâdil
Zulümlerle halkın fenasına
Çalışmak neden iktiza ediyor?
Neden bir şahsın husulü merâmı
Yolunda bir millet kurban gidiyor?

Abdülhak Hâmid, vatan sevgisini, yalnız istibdat düşmanlığını söyliyerek değil, vatanın geçirdiği felâketler gibi, nail olduğu saadetleri de terennüm ederek bize en kıymetli bir yadigâr olarak bırakmıştır.

93 Rus muharebesini, o zaman yazdığı Neşide’sinde, 1297 tarihinde Sivastopol’a gittiği zaman yazdığı Ziyaret'inde, 313 Yunan muharebelerini Orduyu hümayunda bir şair’inde, Balkan felâketini Validem'inde, Çanakkale zaferini İlhamı Nusret ve Yadigârı harb’ında, mütareke fecaatini Mütareke seneleri adlı manzumesinde, istiklâl zaferini Gıyaben Dumlupınar’da dile getirmişti.

Hayatının son demine kadar bağlı ve saygılı kaldığı Atatürk'e ithaf ettiği bu manzumesinde İstiklâl harbi şehitleri arasına karışmak arzusile yanan şairi dinlemek, onun aziz ruhuna millî bir fatiha olacaktır.

Bilirim ben ki şanlı askerler
Kurtaran sîzsiniz bu memleketi.
Vatan uğrunda can veren erler,
Sıytınız kaplamakta her ciheti
Ey mübarek ketiybei şüheda!

Kalbi ümmetdedir sizin yeriniz,
Bize, siz şüphe yok ki mahza siz
Zinde bir devlet ettiniz ihdâ.

Hem bu dünyayı, hem de ahireti
Nuru imanla dolduran asker!
Sizin ey askeri zafer peyker,

Sürelim yüz bu haki pâkinize,
işte âdâyı dökdünüz denize!..

Onu levsinden eylemek tathir
Ukde olmuştu sanki cümlenize!

Bilirim aczi şâirânemle
Ki siz olmazsınız bugün mağlub
Bu semâdan inen terânemle
Size ben olmak isterim maklûb
Ben neyim? sâlhûrde bir şâir,
Nâlezen bir mezarı bîzair.

Sizin, ey kitlei deliri şehir
Bilirim ben ki kaleler, dağlar
Secde eyler hücum - u hamlenize!

Size, ölmüş, nasıl desin sağlar.
Ki bugün siz fezayi hilkatde
Rûhlardan ziyade zindesiniz!
Yüce Türkoğlu Türk olan neferat,
Yücedir hem sizin kumadanınız.
Azamettir demek ki her yanınız,
Ve bu halkın dilindedir nekarat

Bu samârîi şirü ejderde
Bin kıyamet kopan bu yerlerde
Geziyorken ben ey Muhammed Türk!
Gökden inmekte bir derin avaz:
Medhü tavsifdir o harbinizin.
Sana kâfi, demek, mücerred, Türk!..

Ka’rı intihâsy ruh efken!..

Ra’şever hiç muztarip, heyhat!
Umku nisyana düşmek üzere iken
Verdiniz siz o hiçe taze hayat!..

Susuyorum.

Vatanı istiklale kavuşturan büyük kahramanın ve onun fedakâr ordusunun düşmandan geri aldığı Türk topraklarında şu anda yatan ve varlığının her zerresile o topraklara kalbolmakta hayatının en büyük saadetine eren Abdülhak Hâmid’le, ona hürmet taşkınlığında şüphe olmayan hatıra ve hafızalarınızı baş başa bırakmak için susuyorum.

HASAN ÂLİ YÜCEL
Ülkü, Mayıs 1937, S. 165-174

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI