ÖMER HAYYAM'IN HAYATI ve "EFSANE"Sİ

Son asrın tanınmış Fransız şairlerinden ve akademi azasından müteveffa José Maria de Heredia’ya gazeteciler sormuşlar:

— Üstad, bu mevsimde neşredeceğiniz eser hangisidir?

— Hiç birisi...

— Nasıl? Başka kitabınız çıkmıyacak mı?

— Hayır. Ben bir tek eser neşrettim; hayatta, başka eser neşretmek fikrinde değilim.

De Heredia’nm "maksut eserse mısra - ı - berceste kâfidir" sözünü hatırlatan meşhur eseri "Trophées" ünvanlı şiir mecmuasıdır.

Böyle ufacık bir eserle dünya edebivat tarihine ismini ebediyyen hâkketmiş olanlardan biri de Hayyam’dır ki rübaileriyle kendisini kıyamete kadar andıracak bir âbide dikmiştir.

Hayyam’ın bu dörder mısralık şiirlerinin her birisi yükte hafif, bahada ağır birer pırlantadır ve büyük Türk dâhisi her rübaiye bir âlem, bir cihan sığdırmıştır.

Bu itibarla Hayyamın hikmet, tasavvuf ve felsefe komprimeleri gibi olan rübailerinin her birisi cildlere muadildir.

Her büyük adam gibi Hayyamın da hayatı efsanelerle süslenmiştir. Bahusus ki talebeliğinde arkadaşlık ettiği iki şahsiyetin tarihe karışmış olmaları da şairin ömrünü efsane tüllerine büründürmüştür.



İşte hayatı:

Muasır (Tezkere) lerde Hayyamdan bahis yoktur. Ovfi şairin vefatından takriben yüz sene sonra yani 1200 tarihine doğru yazdığı tezkeresinde ondan bahis bile etmez. Daha sonraları (Devlet Şah) tarafından yazılan eser bir başka şairi anlatırken ondan da tesadüfen bahsediyor. Hayyam hakkında biraz tafsilât bulmak için daha yakın asırlara kadar inmek lâzım geliyor. Onlar da şairden rivayet ve nakil suretiyle bahsederler.

Ömer Hayyam, on birinci asrın ortalarına doğru Horasan şehirlerinden Nişabur’un köylüklerinden birinde doğmuştur. Bazıları Hayyamın Bâbil şehirlerinden biri olan Şemsadda doğduğunu zikrederler. Doğum tarihi kat'î değildir. Fakat 1040 senesi olduğu tahmin edilivor. Babası İbrahimin san’atı çadırcılık olduğu için Hayyam da ilk zamanları babasının san’atına sülûk etmişti. Çadırcı mânasına gelen "Hayyam" mahlâsı şaire oradan alem olmuştur. Bu mahlâsa temas eden rübaileri de vardır.

Meselâ:

Hayyam! Tenet be hayme mimand rast
Sultan ruh est ve menzileş dar -ı - fenast
Ferraş - ı - ecel zi behr - i - diğer menzil
Ez pâ fkend hayme ki Sultan ber hast

(Hayyam! Senin vücudun tamamen bir çadıra benzer. Çadırda Sultan, ruhtur ve onun menzili ahrettir. Ecel hizmetkârı diğer bir menzil için sultan kalktı diye çadırı kökünden yıktı.)

Hayyam, Hicrî tarihle 430 senesinde doğduğu kasabayı terkederek Nişabura geldi. O zamanlar bu mamur şehir büyük medresesile bir ilim şehri idi. Nişabur üniversitesinin şöhreti dört tarafa yayılmıştı. Genç çadırcı çırağı bu ilim çerağına doğru gidiyordu. Nişabur medresesi memlekette bir çok ulema ve fuzelâ yetiştirmiştir. Ömer Hayyam tahsil için medreseye girdi, büyük bir aşk ile çalışmağa başladı.

Hücresinde kendisi gibi fakir iki talebe daha vardı. Üçü bir arkadaşlık sehpası kurdular, maişetlerini birleştirdiler. Hayyamın bu iki arkadaşı Ebül Kasım'la Hasan Sabbah’tır.

Üçü de birbirleriyle kardeşten ziyade sevişiyorlardı. Derslerini bitirdikten sonra hücrelerinde istikbale ait tasavvurlar yapıyorlardı.

Her birisi ayrı ayrı birer karakteri temsil eden bu üç arkadaşı tesadüf bir araya toplamıştı. Felekiyyat ve riyaziyat tahsil eden Hayyam. rindmeşreb, deryadil bir gençti.

Ebül Kasım, ahlâkı mazbut, yaşayışı muntazam, sağlam seciyeli bir delikanlı idi. Hasan Sabbah’a gelince son derece haris, servet ve kudrete düşkün önüne çıkacak her mânii alt üst edecek kadar azimli müthiş bir gençti.

Nişabur medresesinin müderrisi olan şeyh Muvaffakın sınıfında okuyan bütün talebenin pek az zaman zarfında büyük mevkilere eriştiklerine dair herkeste bir kanaat vardı. Bir gün gene böyle istikbale ait projeler yaparken Hayyam:

— Dünya ümit dünyasıdır. Eğer Allah nasip eder ve talih de yaver olursa inşaallah hepimiz âlî derecelere vasıl olacağız. Böyle olmayıp kaderin lütfü hepimize şâmil olmaz da ancak içimizden biri yüksek bir mansaba erişecek olursa diğerlerine yardım etmeğe ahdü peyman eylesun.

Buna evvelâ muvafakat eden Ebül Kasım olmuş, ondan sonra Hasan Sabbah da rıza göstermiş; üç arkadaş elele vererek birbirlerine zahir olacaklarına yemin etmişler ve tahsilleri bittikten sonra her üçü de memleketlerine dönmüşler..

İlk evvel tahsilinin semeresini toplayan Ebül Kasım olmuş. Selçûk hükümdarlarından Alp Arslanın nezdine gitmiş, bir müddet sonra hükümdarın kâtipleri meyanına dahil olmuş ve kendini sevdirmeğe muvaffak olarak Alp Arslanın hususî kâtipliğine kadar yükseldikten sonra nihayet Nizam - ül - Mülk ünvaniyle vezir olarak itibar ve izzeti günden güne artmış.

Ömer Hayyamla Hasan Sabbah bir türlü istedikleri mevkie erişememişler, fakrü zarurette kalmışlar. O zaman Hayyam, arkadaşına:

— Aramızda yemin ile mühürlediğimiz ahdü peymanı unuttun mu? Bugün koskoca bir devletin başında Nizam - ül - Mülk ünvaniyle bulunan Ebül Kasıma gidelim. Vâdini hatırlatalım.

İki arkadaş Alp Arslanın payitahtına gitmişler. Fakat vüzerat sarayından içeriye girmeğe muvaffak olamamışlar. Günlerce han köşelerinde süründükten sonra Hayyam:

— Böyle olmaz! demiş. Ebül Kasımın geçeceği yerde bekleyelim. Ben onun dikkatini celbetmenin yolunu bilirim.

Ertesi günü sadaret konağından saraya giden yolda beklemişler. Hayyam, yaverler, silâhşörler, muhafızlar arasında ilerleyen vezirin önüne doğru atılmış ve şu rübaiyi okumuş:

Ey dil zi zemane resm -i- ihsan metaleb
Vez gerdiş - i - devran ser - ü - saman metaleb
Derman talebi der - i- tü efzun kerded
Ba derd bisâz hiç derman metaleb

(Ey gönül! Zamaneden ihsan resmî isteme. Feleğin dönüşünden ser -ü- saman isteme. Derman istedikçe derdin artar. Derd ile uyuş, hiç derman isteme.)

Daha mederesede iken Hayyamın rübailerine kulağı alışık olan Nizam - ül - Mülk sefaletten, açlıktan hilâle dönen eski arkadaşlarını tanımış, maiyetine emir vermiş, derhal ikisini de vezirin sarayına götürmüşler, izâz ve ikram etmişler. Vezir, hükümdarın nezdinden avdet ettiği zaman ikisini de huzuruna çağırmış:

Şimdi ahdimize vefa edecek zaman geldi diyerek evvelâ Hayyama sormuş:

— Ömer! Sen ne istiyorsun?

Hayyam:

— Ben, demiş, derviş meşreb bir adamım. İşim aşka tapmak, hünerim şeydalık, san’atım gündüz ilmi felsefe ve tasavvufla meşgul olmak, gece de sabaha kadar iyşü nûş etmektir. İki günlük dünyaya meylü alâkam yoktur. Beni fakirden kurtar, vatanıma gönder. Senden başka birşey istemem.

Hasan Sabbah öyle söylememiş...

— Ben, iktidar isterim, mevki isterim..

Nizam - ül - Mülk ikisinin de arzularını yerine getirmiş.

Hasan Sabbah, sonraları müthiş ihtirası uğrunda Haşşaşin namiyle bir mezhep tesis edip müritlerine esrar içirmek suretiyle ölmeden evvel cenneti göstererek birçok hükümdarları öldürten adamdır.

Hayyamın hayatının bu safhasını bütün İranlı müverrihler bu suretle anlatırlar. Fakat asıl, bu efsaneyi ortaya atan Câmi'ut-Tevârîh sahibi Reşidüddin’dir.



Hayyam, ömrünün son senelerine doğru Nişaburda bir ziyafet tertip eder. Dostları ile ivsü nûş ederlerken birdenbire bir rüzgâr eser. Bütün şem’aları söndürür, şarab destilerini devirir, kırar. Hayyam bundan müteessir olarak şu rubaiyi söyler.

İbri -ı- mey - i - mera şikesti, Rabbî
Ber men der - i - iyşra bibesti, Rabbî
Ber hâk birihti mey - i - nab mera
Hakem be dihen! Meğer tü mesti? Rabbî.

(Benim içki destimi kırdın Yarabbi! Iyşü nûş kapısını benim üzerime kapadın Yarabbi! Benim (Mey - i - nab) ımı toprağa döktün. Ağzıma toprak dolsun. Yoksa sen de sarhoş musun Yarabbi!)

Bu asî rübaiyyi söyledikten sonra rivayete nazaran Hayyamın çehresi simsiyah olmuş. Mecliste bulunan dostları ve sevdiği güzeller bu hal karşısında korkarak kaçışmışlar. Hayyam biraz kendine gelmiş, bir ayna istemiş, çehresini böyle siyahlanmış görünce gülmüş ve şu rubaiyi söylemiş:

Na kerde günâh der cihan kist bigû!
V’an kes ki güneh nekerd çün zist bigû!
Men bed künemü tü bed mükâfat dihi
Pes fark - ı - meyan - ı - men ü tü çîst bigû!
(Cihanda günah işlememiş kimdir söyle.. Günah işlemeyen bir adam nasıl yaşayabilir, söyle. Ben kötülük ettim; sen de bana fena bir ceza verdin. O halde benim ile senin aramızdaki fark nedir? Söyle.)

Bu tövbe ve istiğfardan sonra Hayyamın çehresi gene eski rengini almış, tövbesinin kabul olunduğunu görünce şükran secdesine kapanmış ve ruhunu teslim etmiş. Bu Türk dâhisinin vefatı Hicrî tarihiyle 517 dir.

Nizam - ül - Mülk bir gün Hayyam ile bir bahçede otururlarken şair:

— Bilir misin? demiş ne istiyorum. Öldüğüm zaman öyle bir yere defnedileyim ki Sâba rüzgârı estikçe benim kabrimin üstüne çiçekler saçsın!

Nizam - ül - Mülk evvela bu söze ehemmiyet vermemiş. Fakat arkadaşının vefatından sonra kabrini ziyarete giden vezir tarihlerden naklen şöyle anlatıyor:

— Mezarı güllük, gülistanlık bir bağın kenarında idi. Meyva ağaçlarının dalları, üstü açık türbesinin duvarlarından içeriye uzanmışlardı. Kabrinin üstüne o kadar çiçek dökülmüştü ki merkadi bu allı beyazlı örtünün altında kaybolmuştu!

REFİ CEVAD ULUNAY
Taha Toros Arşivi, 001516733006

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI