Hacı Bektaş'ın düşünce dünyasını çizmek, bir anlamda onun eserlerinin muhtevasını tanıtmak olacaktır.
Bu iş, bizim "aslî yapısıyla Bektaşilik veya bozuluş devri öncesi Bektaşilik" kabulümüze de esas olacağından
etüdümüzün en önemli kısmı sayılabilir.
Hacı Bektaş'ın eserlerinin filolojik-teknik tanıtımı, bu yazının hedefi dışındadır. Kaldı ki, bir kısmı
Köprülü tarafından yapılmış olan bu tanıtım, Prof. Esad Coşan tarafından tamamlanmış bulunuyor.
Hacı Bektaş'ın düşünce dünyasını tesbitte, onun baş eseri ve aynı zamanda tasavvuf tarihinin âbide
eserlerinden biri olan Makaalat'a öncelik vereceğiz. Makaalat'ı izleyen ikinci eseri Besmele tefsiri veya Şerh-i
Besmele ise, yalnız ilâhî merhamet konusunun işlediği için ondan bazı nakiller yapmakla yetineceğiz.
Horasan erenlerinin temel düşünce ve deyişlerini Makaalat veya Maarif adı altında topladıkları, bilinen
bir husustur. Mevlânâ'nın babası Bahaeddin Veled'in Makalaat'ı, Muhakkık Tirmizi'nin Maarif, Mevlananın
mürşidi Tebrizli Şemsin yine Makaalatı bu türün seçkin örneklerindendir.
Makaalat-ı Hacı Bektaşı yayınlayan Coşan'ın tespitlerine göre bu şaheserin esas dili Arapça ise de
manzum veya düz yazı türünde yazıldığı hususu, şimdilik tartışmaya açıktır. Eserin, genel tasavvuf düşüncesi
açısından değerlendirilişi yapıldığında şunu söyleyebileceğiz:
Hacı Bektaş Makaalatı, Mevlâna Mesnevisinin
kısa bir özeti veya fihristi gibidir. Ondaki duygu, seziş ve tefekkür kudreti Mesneviden asla geri kalmaz. Öte
yandan o, sadece yaratıcı bir dehanın değil, aynı zamanda kurucuyönetki bir dehanın eseri sıfatıyla seçkinleşir. O
aynı zamanda felsefi-akli tahlillerden daha çok, sezgi-ilham ürünlerine öncelik vermekle de, sufi düşünce
açısından takdire daha layık bir görünüm arz etmektedir. Böylesine kısa bir eser bünyesine, böylesine temel kavram ve inançları sıkıştıran Türk velisi, eskilerin deyişiyle, bir sehl-i mümteni
abidesi vücuda getirmiştir. Bizzat Hacı Bektaş şöyle diyor:
"İnsanın vücudun, şeriatın ve tarikatın hakikatın ve
marifetin ahvallerin icmalen beyan ve kudretim yettiğince ıyan kıldım. İhtisar üzre... Ziyadesin isteyen mufassalata
nazar etsin. Baki mübarek haberler Kur'an tefsirinde ve ahadis-i nebevide ve tezkiretü'l-evliyada malum ola" (Makaalat, 111)
Bu satırlarda Türk velisi, tam bir sufi tevazuu içinde eserinin muhteva, gaye ve espirisini vermenin yanı sıra, diğer İslâmî kaynak ve eserlerin okunması gereğine işaretle de, bir edeb büyüklüğü
göstermektedir.
Makaalat, Kur'an ve sünnetten kaynaklanan, İslâmi düşünce ile, bu iki kaynağa ters düşmeyen Türk
hassasiyet, duygu ve bir ölçüde de töresinin mükemmel bir kompozisyonudur. Bunu şu şekilde ifadeye koyabiliriz: Makaalat, Kur'an ve sünnet üzerine çevrilmiş bir Türkmen yorumudur. Öyle bir yorum ki, ne musevideki İranîlik ne de medresenin Arap motif ve örflerine örneklik tanımaz. Bu noktada, daha önce temas ettiğimiz bir hususu, bir kez daha hatırlatalım: Hacı Bektaş, Anadolu'ya geldiğinde, Selçuklu'nun; Arapça kültürüne ağırlık veren medrese merkezi olan Kayseri ile, İran kültür ve estetiğine
öncelik tanıyan Konya'sı yerine tamamen, en azından büyük ölçüde Türk kalan Kırşehir civarına
yerleşmiştir. Bu, üzerinde durulacak bir noktadır. Ve bundan çıkarılacak ilk sonuç da, yukarda işaret ettiğimiz
espiridir, kanısındayız. Prof. Hilmi Ziya Ülken'in, Hacı Bektaşın eserleri ilgili şu tespiti bir gerçeğin ifadesidir:
"Hacı Bektaş fıkıhla örfü Oğuz töresi ile Kur'an ve sünneti telife çalışan bir insandı. Bektaşilik bütün Türkmenler arasında yayılınca, dinî müceddidin hayatı, Kızılbaşların lisanında mitoloji hâline dönüştü." (1)
O hâlde, temel inanç ve boyutları bakımından Makaalat veya Hacı Bektaş düşüncesi Kur'an ve sünnet
kaynaklı genel sufi düşüncesinin tamamen içindedir. Tarihî boyunca en büyük Bektaşi düşmanlarının bile, Hacı
Bektaş'dan saygı ile bahsetmeleri bundandır. O, Türkün karakteristik vasıfları ile tasavvufu kaynaştırırken İslâm
dairesinden dışarı çıkmıyor, Kelâm-Felsefe mensupları gibi dış etkilere kapılmıyor. Sonuçta karşımıza İslâm
ahlâk ve ruhuyla Türk duygu ve civanmertliğinin birleşimi olan alp-eren tipinin bir tür amentüsü çıkıyor.
Bu
âmetünün temel nitelikleri Hacı Bektaş gibi, Mevlâna ve Ahi Evren'de de aynıdır. Daha sonraki pirlerde de aynı
olacaktır. Anadolu Halvetilerinin, bu kamu vicdanını ifade eden çok güzel bir gelenekleri vardır: Bütün
dualarında, Anadolunun evtad-ı erbaasına özel olarak dua ve iltica ederler. Eftad-ı Erbaa (dört direk) Hacı
Bektaş, Mevlâna, Hacı Bayram Veli ve Şeyh Şabanı Velidir. İlâve edelim ki, Eftad-ı Erbaa geleneğinde bu sıra
resmî bir karakter taşır. Söz konusu kabul, bu erenlerin kamu vicdanındaki yerlerini göstermesi bakımından
ilginçtir.
Demek oluyor ki, Anadolu insanı, Horasan erlerinin, başlangıçta bir birlik (vahdet) temsil ettiklerini ,
orta devrelerde, nüanslarla beliren bir bölünme arz ettiklerini, fakat sonunda yine bir birliğin hedef ve esas
olduğunu kabullenmektedir. Bir Arap yazarın, Hacı Bektaş'la ilgili şu tespiti üzerinde durduğumuz nokta
bakımından önemlidir. Hallac'a dair araştırmalarıyla ünlü Prof. Kâmil Mustafa eş-Şeybi şöyle diyor: "Anlaşılan
odur ki, Hacı Bektaş'ın tarikatı devrinin tasavvufî anlayışından çok basit nüanslarla, ayrılıyordu. İcraları
sırasında mum yakılan ve yemek yenen zikir meclisleri, sema ve müritlere kıldan mamul elbiseler giydirilmesi
gibi... " (2)
Bu girişten sonra, Makaalatın fikir ve muhteva örgüsünü tanıtma işine geçebiliriz.
İlk dikkat çeken husus, düşüncelerin Kur'an ayetlerine ve hadislere dayandırılmış olmasıdır. Bazı
bölümlerle, sayfaları hemen tamamen ayetlerle doludur.
Dikkat çeken ikinci önemli husus, hangi mânada kullanırsak kullanalım en basit anlamda bir şiilik
olmayışıdır. Hatta, hünkârın bu eserinde, bizim tarikat Aleviliği dediğimiz dengeli Alevilik bile gündeme
getirilmemiştir. Konuyu, Makaalat bünyesinden izlemeye geçmeden, Prof. Coşan'ın tespitini sunalım:
"Hacı
Bektaş'ın on iki imamcı Şii olduğu nereden çıkmıştır? Bu iddia ilk önce merhum Prof. Fuad Köprülü "Anadolu'da
İslâmiyet" yazısında ortaya atar. Delili, tezimizin ikinci kısmında metnini verdiğimiz manzum Makaalatın o
zaman emniyet umum müdürlüğünde bulunan nüshasının önsözüdür. Orada şu beyitler yer alıyor:
"Hem on iki imama ikrarım
Bunların zıddına inkarın olsun
Muhibb ol dostuna, zıddına düşman
Dilersen kim ola imanın ruşan"
Halbuki, anılan beyitler manzum Makaalat'ın diğer ve daha güvenilir nüshalarında yoktur. Ve aynı mahalde Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hakkında methiyeler yer almaktadır. Eserin nazımı olan
Hatiboğlu'nun Letayifnamesinde aynı parçalar aynı şekilde bulunduğu ve Hatiboğlu'nun İznik medresesinde
Hadis ve Tefsir müderrisi olduğu bilindiği için, Köprülü'nün faydalandığı nüsha mukaddimesinin tahrif edilmiş
olduğu derhal ispatlanmaktadır. Demek ki eserin istinsahını yapan müstensih, mutaassıp bir Alevi olduğu için,
metindeki dört halife methine tahammül edememiş, metni değiştirmiştir. Kaldı ki, bahis konusu beyitler Makaalat'ın
Hacı Bektaş'a ait metin kısmında değil. Hatiboğlu'nun esere eklediği mukaddime bölümündedir; Hacı
Bektaşın değil, ancak Hatiboğlunun ne fikirde olduğunu gösterir. Böylece, Hacı Bektaş'ın Şii temayüllü olduğu
iddiası bütünüyle dayanaktan mahrum kalmaktadır.
Hacı Bektaş'da, Aşık Paşa, Yunus Emre, Mevlâna gibi o çağların sünni, şeriata bağlı, riyadan, kötü huylardan, ilhat ve ibahiyecilikten uzak, olgun mutasavvıfları zümresindendir. Eserlerindeki fikirlerini
Horasan'ın ve bilhassa Nişabur'un şeriata bağlı, fikri, tasavvufi, fıkhi ve ameli cereyanlarına bağlanmak ve izah
etmek kabil olmaktadır. Biz bir edisyon kritikçi olarak onun eserini sağlam bir şekilde ortaya koymayı gaye
edindiğimiz için bu konuda, teferruata inmeyi konu dışına çıkmak görüyoruz. Bu sebepten Hacı Bektaş'ın
karakterinin tahlili, psikolojisi, felsefesi, fikirleri bu yazıya dayanacak, müteakip çalışmalara bırakılmıştır."(3)
Coşan'ın yapılmasını istediği ve beklediği çalışmalar cümlesinden sayılabilecek değerlendirmelerimizi sunmaya devam edelim: Coşan'ın, sünni sözünü İslâm içi manasında alarak bir kez daha söyleyelim ki, Hacı Bektaş'da Şiilik'i hatırlatacak hiçbir şeye rastlanmıyor. Ancak bunun anlamı Hacı Bektaş'ın Sünnî olduğu
değildir. Hacı Bektaş mezhepler üstü bir insandır.
12 imam meselesine gelince, biz bu noktada Coşan'la aynı düşünüyoruz. Hacı Bektaş'ın eserinde on iki imama muhabbetle ilgili pasajlar olsa dahi, bu onun Şiiliğine delil olmazdı. Çünkü 12 imamı bütün tarikat
muhitleri, hatta bütün müslümanlar sever. 12 imamdan birinin isminin geçtiği veya 12 imama saygının
dile getirildiği her yerde Şiilik aramak, asla doğru değildir. Şiilik için başka kabullere ihtiyaç vardır. Bunun
aksini, fıkıh bünyesinde kalsak bile düşünemeyiz. Detaya gitmeden şunu söyleyelim: Sünni fıkhın en büyük
imamlarından biri olan İmam-ı Azam'ın en büyük hocaları arasında Cafer Sadık, yani 12 imamın
büyüklerinden biri vardır.
Hacı Bektaş, Şeriatın makamları içine "sünnet ve cemaat ehlinden olma" kaydını da koyuyor. (s.21) Ona göre, Hz. Peygamberin sahabelerinden birini inkar ve küçümseme, kişinin ibadetlerinin mahvolmasına sebep teşkil eder. (s.32) O, şunu söylemekten de kendini alamamaktadır: "Ve hem Muhammed baş parmak gibidir. Ebubekir şahadet parmağı gibidir. Ömer orta parmak gibidir. Osman taharet parmağı gibidir. Ali küçük parmak gibidir. " (s. 78) Prof. Şeybi, bu noktada şu isabetli tespiti yapıyor:
"Beş vakit namazın Hz. Peygamber ve dört halifeye benzetilmesi, Peygamberin eşi Aişe'nin anılması vs. gibi
hususlar, Şiilik'in Bektaşilik'e Hacı Bektaş'dan sonra girdiğini gösterir. " (4)
Osmanlılar'ın ilk devir Bektaşiliğine bakışları da böyledir. Köprülü'nün Belleten dergisinde tanıttığı bir
Saltukname (5) bu konuda dikkate değer bir manzara arzediyor: Fatih Mehmed, Uzun Hasan'ın üzerine giderken
Şehzade Cem'i Edirne'de sınırları koruması için bırakmıştı. Bu yörede Sarı Saltuk'un menakıbını duyan Şehzade,
Ebulhayrumi adlı birini bir Saltukname yazmaya memur etmiş ve bir eser vücuda gelmiştir. Esere göre Sarı
Saltuk Sünni ve Hanefidir. Rafızi ve Haricilerle savaşır. Hz. Peygamber'in olduğu kadar, Ebubekirin, Ömer'in,
Osman'ın ve Ali'nin emanetlerini de taşır.
Burada bizi, anlatımın gerçeğe uygun olup olmaması değil, Osmanlı'nın Bektaşi'ye, o devir Bektaşi'sine
bakışı ilgilendiriyor. Bu bakış Bektaşi'yi Şiilikten tamamen uzak görüyor.
Makaalat'ın dikkat çeken yanlarından biri de şeriata sarılmayı esas almasıdır. Şeriata lakayıtlık, dinin
telefi olarak gösterilmektedir.
Şeriat deyimi, sufi literatürde, başlangıçtan beri tarikat deyimi ile birlikte kullanılmakta, ve bu iki
kavram arasında bir münasebetin varlığına daima dikkat çekilmektedir. Gerçekten de, bu iki deyimin ikisi de yol
anlamına gelmektedir. Biri şeriat, geniş yol; ikincisi, tarikat bu geniş yol içinde kalabilecek tali küçük yol... Şu
lûgat manalarındaki yakınlık, bu iki kavramın kurumsal manalarına da esrarlı bir biçimde yansımıştır.
Şeriat ana su yolu, geniş cadde, genel yol olduğuna göre onun içinde bir şeriat durumundaki tarikat, her
şeyden önce şariatın ölçülerine saygılı davranacak, bunun da ötesinde ona her zaman hesap verme borcunda
olacaktır. Tasavvufi literatürde tarikat kelimesinin şeriatla daima yan yana kullanılamasının ifade ettiği mana, bu
ikisinin ayrı düşünülmeyeceği merkezindedir. Bir halveti sufinin şu sözleri, bütün sufilerin ortak kanaatlerini sergilemektedir.
"Şeriate ters bütün tarikatler batıldır. Şeriata aykırı bir yoldan giderek hakitata ulaşacağını sanan,
şeytana oyuncak olmuştur. Tarikatın zahiri şeriat, içi hakikattır... " (6)
Şeriat-tarikat münasebetinin pratik sonucuna götüren sorulardan biri de şudur: Sufinin, şeriat tarafından
konan yükümlülüklerinden muaf olacağı bir aşama tasavvur edilebilir mi? Verilen cevap hep şu olmuştur:
Mükellefiyetlerin kalkmasını haklı gösterecek bir aşama düşünülemez. Burada kasdedilen Hüseyin Nasırın da
işaret ettiği gibi, iman meselesidir. Mükellefiyetlerde, beşeri ihmaller yüzünden savsaklamalar, kulu şeriat dışına çıkaramaz. (7) Denmiştir ki: "Kalıp baki kaldıkça yükümlülük de bakidir. " (8)
Şeriat mükellefiyet ve kulluk (ubudiyyet) olarak değerlendirilmiştir. (9)
Akla gelen, daha doğrusu sorula gelen ikinci soru şudur: Sufinin subjektif tecrübeleriyle şeriatın
objektif verileri arasında çatışma ve çelişme olursa durum nasıl çözülecektir? Subjektif tecrübe mi esas alınacak,
nassların beyanları mı? Sufilerin bu soruya verdikleri cevap çok kısa ve nettir:
Bireysel tecrübenin verilerini
nasslara arzetmek ve şeriata uymayan kısımları reddetme yani şeriati esas almak... Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ölüm: 283-296) şöyle diyor:
"Kur'an ve sünnetin doğrulanmadığı her vect batıldır." Bu sözü nalkleden Avarif
yazarı Sühreverdi şunu ekliyor: "İşte, sufilerin hal ve yolları budur. Bunun dışında hâl ve yol ileri süren, iddiacı,
yalancıdır."
Bu genel bilgilerden sonra Hacı Bektaş'ın, tarikatının gayesi olarak gösterdiği iki şey var diyebiliriz:
Şeriata hizmet, Halka hizmet... Gerek Makaalat ve gerekse Besmele tefsirinde en sık geçen terimlerden biri de şeriattır. Diyor ki Hacı Bektaş:
"Her ne kim bu dünyada vardır helâl ve haram ve temiz ve pis konusu şeriatle
bilinir. Zira şeriat kapısı ulu kapıdır. Allah bütün nesnelerin varlığını Kur'an içinde beyan etmiştir... Sakınmak
gerek, Allah taalanın buyurduğun tutmak gerek ve saklığından kaçınmak gerek. O hâlde adam olanlar kendilerini
ulu bileler ve Çalap taalanın neyh ettiğinden sakınalar. " (s. 3-4)
Hacı Bektaş burada, müslüman sufinin; İslamın, temel çerçevesine sadakat göstermeden bir yere
varamayacağını çok güzel vurgulamaktadır. Bu hakim ve asgari müştereklerin toplandığı çerçeve saygıdan
sonradır ki, Allah'a varışın sonsuz fezasında tarikat dediğimiz daha ince yollardan yürümek imkânı doğar.
Burada bir noktaya, sadece Hacı Bektaş ve Bektaşilik namına değil, bütün tasavvuf, hatta top yekün
İslâm adına işaret etmek isteriz: Sufi literatürde şeriat -tarikat-hakikat-marifet vs. gibi sıralanmaları görenler bir
yanlış kanıya kapılmakta ve bir yığın insanı da bu yanılgılarının çukuruna çekmektedirler. Sanılıyor ki, sıralanan
bu mertebelerden birinden ötekine geçiş, bir öncekinin hükümden düştüğünü ifade edecektir. Böyle bir şey asla
yoktur. Sufi, şeriat mertebesinden tarikat mertebesine geçti dendiğinde ruhen yükseldi demek istenir. Fakat bu
şeriat kayıtlarından kurtuldu anlamını kesinlikle ifade etmez.
Tasavvuf tarihinde bunun tersini anlayan ve söyleyen tek sufiye rastlayamayız. Onlara göre, mertebeler
yükselir ama şeriat bakidir. Çünkü o su ve ekmek gibidir, tuz gibidir. Yiyeceğimiz yemeklerin kalitesi fiyatı ne
kadar yükselirse yükselsin, onları hazırlamada suya tuza daima muhtacız. Sudan müstagni kalınamaz. Ne
ilginçtir ki, şeriatın lügat anlamı da geniş su yoludur.
Bu tespitin canlı örneği, hiçbir sufinin önderliğinde kuşkuya düşmediği Hz. Muhammed'dir. O,
insanoğlunun varabileceği en yüksek ruhsal kemale ulaşmış, fakat şeriatın kayıtlarına bağlılıktan asla
uzaklaşmamıştır. Herhangi bir sufi onun mertebesinin üstüne çıkamayacağına göre, şeriata bağlılık ruhsal
kemalin de esası olacaktır.
İmdi, Makaalat'ın temel ayırımlarından biri olan: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat dörtlüsünde bir sonraki
makam, bir öncekinin daima beraberinde taşıyor olacaktır. Üst makama çıkan, Hacı Bektaş'a göre,
mükellefiyeti azalan insan değil, aksine, yükümlülüğü ve ıstırabı çoğalan insandır. "Şöyle bilin kim, tarikat kavmi
bu dünyada kendilerini bilerek yakan şâhitlerdir. Onlar ahirette yanmazlar. Zira bir kez yanan ayruk yanmaz."
(s.4)
Altını çizerek dikkate sunacağımız noktalardan biri de şudur: Hacı Bektaş, dine ve sonuç olarak
yükümlülüklere saygıyı esas alan sufilerin bile ötesine geçen bir titizlik içindedir. O, imanla amel arasında tam
bir bağ görüyor. İman edip de amel işlemeyen, iman etmemiş sayılır. Böyle bir tavır, inkarın bir başka çeşididir.
Oysa ki hakim Sünnî düşünce, amelsizliğin imanı ortadan kaldırmayacağında ısrarlıdır. Hacı Bektaş ise şöyle
diyor: "Çalap Tanrıya inanmak imandır ve buyruğun tutmak dahi imandır. Tanrı taeala'nın buyruğunu tutmayıp,
yapma dediğini yapmak Tanrıya inanmamaktır." (s.16)
Burada, "günah işleyen müminin durumu"nu ele alan mezhep tartışmalarına girmek istemiyoruz. Fakat Makaalat'ın şu ifadesine dayanarak diyebiliriz
ki Hacı Bektaş'a göre, ameli olmayan kişi iman etmiş sayılmaz. Bu tespit Hacı Bektaş'ın, iman-amel
münasebeti bahsinin, amelsizliğe en ağır sonucu yükleyen titiz mutasavvıflardan biri hâlinde karşımıza çıktığının
delilidir.
Tarikat aşamasının kendi içinde en önemli makamı "pirden el alıp tövbe etmektir." (s.23) İkinci makam ise "mürid olmaktır". Mürit te üç türlüdür:
1. Mürid-i Mutlak: Bu, mürşidine tam teslim olan gerçek müriddir. 2. Müridi mecazi: Bu mürşide dış görünüşü ile intisab etmiş fakat bütün varlığı ile ona
teslim olmamış kişidir. 3. Müridi Mürted: Bu, sahte mürit olup onun mürşide intisabı art niyet taşır. Davası,
mürşidden feyz almak değil, onu denemek, onun açığını yakalamaktır. (s. 25) Mürşidden beklenenin
Allah yolunda ilerlemek ve ruhun esrarını kavramak olduğunu, Hacı Bektaş'ın beyanlarından
anlıyoruz. Diyor ki: "Bizim sözümüz can beyan kılmaktır." (s. 40,46) Hacı Bektaş, mürşide ve
mürşid-mürid münasebetine yüklediği bu mana ile "mürşidsiz tasavvuf ve ruhsal ilerleme olmaz."
yolundaki sufi kanaate katılmaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Bektaşilik'in mürşid
meselesinde farklı bir tavrı yoktur.
Makaalat'ın en dikkat çekici ve en hayranlık verici yönlerinden biri de aşk ve sevgiye tanıdığı üstün
değerdir. İnsanla Allah'ın temas çizgisinde aşk zuhur eder. Aşk, insandaki gönül denen cevherin hakimiyeti
olayıdır. Hacı Bektaş, gönül yerine can tabirini kullanmaktadır ki, bu, mesnevinin de izlediği bir tavırdır. Can veya gönül, insanın sonsuzluğunu, ölümsüzlüğünü, yüceliğini; iğreti, adi, geçici değerlerden tiksinişini dile
getiren bütün manaların tek kelimeyle ifadesidir. Gönül varsa aşk vardır ve aşk varsa her şey güzel, her şey yolunda,
her şey ayarındadır. Gönül varsa Allah, yani mutlak iyi ve güzel, hayatımıza katılmış demektir. Onun katıldığı
hayat ise güzel ve iyi ile dopdoludur.
Sufilerin en çok sözünü ettikleri ve en büyük değere layık gördükleri kavramlardan biri de aşktır. Onlar
aşkı, genellikle akla mukabil bir kuvvet olarak ele almaktadırlar. Aklın Allah yolundaki güçsüzlüğüne mukabil,
aşk emin bir delil, güvenilir bir erdiricidir. Aklın çekici belirişlerine bakarak ona bağlanan ve onu tek rehber
bilen filozoflar ya Allah'a varmamışlar veya sonunda aşka teslim olmak zorunda kalmışlardır.
Akıl, Allah'ın, isim ve sıfatlarının tecellileri olan varlıklar âleminde dolaşır ve o âlemin izahını yapar.
Varlığın özü ile temasa gelme olayı ise aklın gücünü aşar. Özün tezahürü ile uğraşmaktan başka hüneri olmayan
akıl, özü anlamak ve anlatmaktan uzaktır. Özden bize sesler getirecek olan tek kuvvet aşktır. Çünkü öz, kendisini
aşk dediğimiz bir temel duygu ve arzu ile hissettirmektedir. ( 10) Akıl bu arzuya uzaktan tercüman olabilirse de
onun yerini alamaz. O halde, akıldan fayda bekleyenler onu vahiy ve aşk nuruyla parıldatmalıdırlar.
Aşktan uzak
düşürülmüş akıl ve ilim, insanı, özlediği ilahi ve mutlu yönde yürütemez. Bir tür cambazlık ve menfaat oyunu
olarak kalır. Akıl ve onun gözlemlerinin sonucu olan ilim, güzel ve mutlu verilerle insanlık ufkuna aydınlık
getirebilmek için aşkın eteğine yapışmışlardır. Mutasavvıfların bu geleneksel kanaatleri, asrımızın mevlânâsı
unvanını almış bir İslâm şair düşünüründen, Muhammed İkbal'den dinleyelim:
" Bana akıl verdiğin gibi divanelik de ver. İç alemin cezbesine giden yolu ver bana. İlim, kafa yormada karar kılar, aşkın makamı ise asla uyumayan kalptir. İlim, aşktan istifade edinceye kadar fikirlerin temaşahanesinden başka bir şey değildir." (11)
Eserinin bir başka yerinde İkbal bu noktaya şöyle değinir:
"Garplıların nezdinde akıl, hayatın nizamı, şarklılar için de aşk kâinatın özüdür. Aklın hakkı tanıması aşk sayesinde mümkündür. Aşk ise akıldan sadece
bir dayanak olarak yararlanır. Eğer aşk akılla yan yana gelirse müstesna bir alem kurar. O hâlde kalk, o müstesna alemin plânını çiz, aşkı akılla kucaklaştır." ( 12)
Sonuç olarak, sufilere göre "insan vücudunu saran egoizm, kötülük ve yokluk gömleğini yırtacak tek
kudret, aşktır. Nefis gömleği ilahi aşk ile yırtılanlardır ki, her türlü benlik ve ihtiras ayıplarından temizlenirler. "
( 13) Böyle olduğu içindir ki, İslâm düşüncesinin onur kişileri aşkı "gayelerin gayesi, makamların en yücesi,
derecelerin en üstünü" ( 14) olarak görmüşler ve onu, insanı ebedileştiren mukaddes bir iksir gibi
yüceltmişlerdir.
Notlar:
1. Hilmi Ziya Ülken; Anadolu'da Ruhiyat Müşahedeleri: Hacı Bektaş Veli, Mihrab Mecmuası, yıl:l,
sayı: 15-16. sayfa: 523.
2. bk. Kâmil Mustafa Şeybi; es-Sıla Beyne'tTasavvuf ve't-Teşeyyu'. Bağdad, 1383, 379.
3. Esat Coşan: Hacı Bektaş Velinin Makaalâtı, Ankara, tarihsiz, sayfa: XXXVII.
4. Şeybi. 380.
5. Bk. Belleten. yıl: 1943, sayı: 27, sayfa: 430 vd.
6. Muhammed b. Hasan el-Halveti; ElÂdabu's-Seniyye, vr. 84.
7. Seyyid Hüseyin Nasr; Ideals and Realities of Islam, Boston. 1964. sayfa:93 vd.
8. Şihabuddin Ebû Hafs Umar; Avârifu'1Maarif, Mısır. 1968, bab: 62.
9. bk. Ebu'1-Kaasım Kuşeyri; er-Risale, Kahire. 1970. 1 /296.
10. bk.Louis Massignon; Essai sur les Origines de Lexiqve Techique de la Mystique Musulman. Paris.
1968. 40-41.
11.Muhammed Lahori İkbal: Câvidnâme. Lahor, 1942. 4.
12. ibid. 71.
13. Kenan Rifai; Şerhli Mesnevi, 11.
14. bk. Ebü Hamid Muhammed Gazâli; İhyau Ulûmu'd-Dîn. Mısır, 1967. 4/365.
Prof. Dr. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
Tarihi Boyunca Bektaşilik, S. 96-107

ŞİİRLERİ