RUHUM YANIYOR HER SIVAS DENİLDİKÇE

Önce merakla, sonra tedirginlikle, derken otele kara bir bulut gibi çöken korkuyla herkes içine dönmüştü 2 Temmuz’da Madımak’ta. Arada sevimli, güler yüzüyle elindeki küçük çıtayı göstererek küçük şakalar yapan Asım Bezirci; ortalarda soran gözlerle bilgece dolaşan, hepimizin küçük bir odadan bulduğumuz üflesen kırılacak çıtalardan birini elinde gezdiren Metin Altıok; merdivenlerde oturup kalabalığın dağılacağını düşünerek sabırla bekleyen öteki dostlar… Behçet Aysan, Erdal Ayrancı, oda kapılarının önünde, Anadolu insanlarının saf, temiz sabrıyla yan yana yorgun oturan Ali Yüce ile Nimet Abla…

Otel taşlanmaya başladığında hepimiz elimize bir şeyler almıştık.

Merdivenlerden birinde önünde çantasıyla oturan, sakallı, yakışıklı genç şair: Uğur Kaynar. Uğur’la tanışma fırsatımızın bile olmadığını düşünüyorum şimdi. Ankara’dan giden otobüslerden birindeydi ya bizim otobüste miydi acaba? Otelde de, etkinliklerde de hiç bir araya gelemedik. Zaman bırakmadılar.

MERDİVENDE ÜÇ ŞAİR

Edebiyatçılar Derneği’nin 1993’te yayımladığı kitaplar önümde: Uğur Kaynar Kitabı, Metin Altıok Kitabı, Behçet Aysan Kitabı. Kitapların iç kapağında üçünün de otelin merdivenlerinde oturan fotoğrafları var. Metin’in elinde temizlik fırçası görülüyor. Merakla bakıyor fotoğrafı çekene. Takım giysi var üzerinde. Sol elinde sigara tutuyor.

O fotoğraf, büyük olasılıkla Battal Pehlivan’ın çektiği fotoğraflardan. Behçet’in önünde yangın tüpü duruyor; saatler sonra başlayacak yangından haberli gibi. Ellerini kavuşturmuş yüzünün soluna doğru. Gözlerini ışıktan mı kapattı acaba?

Arkada Metin’le aynı basamakta oturuyor Uğur Kaynar. Sol eli çenesinde; büyük gözlüklerinin içinde gözleri yere bakıyor; düşünceli. Sırtında kırmızı, kareli gömleği. Gömleğin üstünde yelek var.

Battal Pehlivan da Madımak yangınından altı ay sonra yürek vurgunundan öldü. O yaz, Rıfat Ilgaz da ülkemizin acısına dayanamadan gitmişti.

NİŞANLISININ SAÇLARINI ÖREN DELİKANLI

Hâlâ isli bir kara boğuyor benliğimi. Ruhum yanıyor her Sivas denildikçe. Metin’in akıllı kızı Zeynep Altıok’un TBMM İnsan Haklarını İnceleme Kurulu’nda sanki suçluymuş gibi sorgulandığını, yakanların varislerince(!) utanmazca sıkıştırıldığını okumadık mı? Bunları gördükçe insanlık adına kalbim sıkışıyor. Hâlâ azgın kalabalığın, sesini bile duymamışken Aziz Nesin’ce kışkırtıldığını söyleyenlerin insan haklarını araştırmaya, incelemeye hangi niyetlerle başladıklarını anlamak zor değil.

Zeynep’in gazetedeki fotoğrafına bakıyorum; soğukkanlı, bilinçli. Karşısındaki kaşarlanmış politikacılara papuç bırakmıyor. Ama karşısındakiler, onun sözlerinden bir şey anlıyorlar mı, anlamaya niyetleri var mı? Böyle bir şey ayda çadır kurmak kadar düş benim için…

Madımak’tan belleğimde kalan fotoğraflardan biri de bir delikanlının nişanlısının saçlarını örmesiydi merdivenlerde. Sıkıntıdan. Taşlarla, molozlarla camlar, çerçeveler aşağı indirilirken onlar, gerginliklerini böyle susturuyorlardı içlerinde sanırım. O çocuklar da yok şimdi… Ali Balkız’la çatı arasına kadar çıkarak kurtuluş yolu aradığımız otelin karşısındaki iş hanının en üst katına kadar saldırganlarla dolu olduğunu gördüğümüzde umutsuzlukla merdivenlere dönüşümüzü bir fotoğraf gibi yaşıyorum şimdi.

HER AN YARAMAZLIK YAPMAYA HAZIR BİR ÇOCUK GİBİ Gerçekte kendi içimize döndüğümüz zaman dışarıya nasıl bir görüntüyle yansıdığımızı hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak Battal Pehlivan’ın Cumhuriyet’in aydınlığı için çektikleridir bugün kitaplarda, gazetelerde çıkan fotoğraflar… Saat 13.30’dan 21.00’lere değin süren taşlama, yangın her insana nasıl gelgitler yaşattı o sürede; bilmek zor.

Kesin olan bir şey var ki Metin’in, Behçet’in, Uğur’un merdivenlerdeki düşünceli fotoğraflarına baktığımda sanki ölümce seçildikleri gibi bir duyguya kapılıyorum.

Ateş Mektupları’nda (1) Karanlık Fotoğraflar şiiri şöyle başlıyor:

ateş suya yakın durdu
gözlerini geçmişe çevirdiğin
son fotoğrafta
paslı bir dil gibi konuşuyor
konduğu albümlerde gözbebeklerin
….

Yine genç bir şairin, Haydar Ünal’ın 109 numaralı odanın penceresinden çıkarken yukarıdan düşen bir camla kesilen omuz başı gözümün önünde. Gömleği kan içinde Haydar’ın. Ürkü içinde çıktığımız arka boşluk, akşamın alacasına kucak açmıştı çoktan.

Bir fotoğraf da Asaf Koçak’tan. Olayın başladığı saatlerde mızıkasıyla ortalarda dolaşıp hepimizi neşelendirmeye çalışan afacan çizerden. Renkli gömleği, sakalı, mavi gözleriyle her an yaramazlık yapmaya hazır bir çocuk gibiydi. Ateşin, vahşi saldırının karşısında ne yapsın mızıka; sustu.

…..
birazdan bir fotoğrafın
arabına dönecek yaşamımız
daha ne yaşadık ki diyor biri
mızıka çalıyor asaf boşlukta
boşlukta duruyor mavi gözleri (1)

YAZGISINI KENDİ YAZAN ŞAİR

Ölüm aramızda geçinip giden
zavallı yıllar gibi
Hem bizimle
hem bizden biri değil (1)
….

Beş bölümden oluşan uzun bir şiir Güneşin Altında Ölmek. Bu şiirin IV. Bölümünde de yazgısını kendi yazan bir şairdir Uğur sanki:

Sen sevişirken
şiirden ölen bir şairin
son bahanesi gibiydin
….
(2)

Ateş Mektupları’nda onun da dizelerle fotoğrafı durur

….
bir de uğur
içbükey merdivenlerinde
sakalına dünyalar saklayan çocuk
aldı götürdü gençliğinin adresini (1)
….

BEHÇET’İN KARARLI DURUŞU

Behçet’le birkaç kez bir arada olduk. İlk karşılaşmamız Akhisar Belediyesi’nin düzenlediği etkinlikteydi. Büyük olasılıkla 1990 ya da 1991.

Daha sonra Edebiyatçılar Derneği Genel Yönetim Kurulu’nda birlikte olduk. Metin Altıok da genel yönetimdeydi. Ahmet Say’ın genel başkan olduğu, Türkiye’nin edebiyatçılarına altın madalyaların verildiği yıllarda. 1990-1993 olmalı…

Sonra 1993’te Ceyhun Kansu Şiir Ödülü’nden sonra akşam birlikte olduk. Heyecanla yeni açtığı hasta bakımevini göstermiş, yanılmıyorsam orada kahve de içmiştik. Sonrası 2 Temmuz.

Onun Çini şiirinde hep derinlerde balkıyıp duran acının resmi vardır. Genizden gelen sesi, sakin, kararlı duruşu gözümün önünde. Gülünce önemli şeyler söyleyeceğini düşünürdüm.

basar basmaz bir katran karanlık
rüzgârım diner, acılar vurur sulara.
kırağındır o en yalnız kelebekler
siyah bir gülü sen takınca yakana.
….

BEHÇET’İN GÜLÜŞÜYLE BOĞUŞUR KARANLIK

Ateş Mektupları’nda şöyle demişim onun için:

….
orda
gün geceye karıştı birden
kaymaya başlıyor yüzüm
onların lavlara düştüğü şehirde
behçet’in gülüşüyle boğuşur karanlık
….

Behçet Aysan, Bu Aşk, Bu Şehir, Bu Keder şiirinde sanki bize veda eder daha 1984’te. Bu, yüreği ülkesinin geleceğiyle endişeli bir şairin kederidir. Şiirin 3. Bölümü şöyle:

hoşça kal ayak izim
serseri sokaklarda
hoşça kal
yarım kalmış
duvar yazıları
hoşça kal
bir gün gelecek
akacak yer altı suları
hoşça kal
yakut, bezirgân, gön
hoşça kal eski zaman aktarları
gidiyorum
bu şehri bu yağmuru
bu düşleri
bu aşkı bu kavgayı bu kederi
size bırakarak.(3)

Kendini bir eldiven gibi tersine çeviren şair…

Saçlarını arkaya doğru ıslatarak tarardı Metin Altıok. Kara gözlerinde dostluk, merak, soru vardı hep. Yakındı, insana yakın bir şairdi. En zaman karşılaşsak ben görmesem bile seslenirdi. Onun Deniz Feneri şiirinin dergide yayımlandığı günlerde Efdal Sevinçli’yle birlikte heyecanlanarak okumuştuk. “Kendi içinde merdivenleri bir inip bir çıkan” “Kendini bir eldiven gibi tersine çeviren” insanın evrensel yalnızlığını felsefeyle sarmalayıp söylüyordu ama içimize en dokunanı da Evde Yoklar şiiri olmuştu.

Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar,
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.(4)
….

“YAŞADIKLARININ SEVİNÇ HANESİ BOŞ”

Metin’in bu şiiri, kendisi için yazdığını söylerdi Dinçer Sezgin.

Meşrutiyet Caddesi’nin arka uzantısında bir sokaktaydı Dinçer’in evi. Oraya yalnızlar gelirdi hep. Ben de birinde İzmir’den Dinçer’e konuk olmuş; orada Alaaddin Özdenören’le tanışmıştım. Bir de Murtaza vardı soyadını anımsamadığım. Halk ozanıydı sanırım.

Metin de bir gün gelip Dinçer’i bulamadığında yazmıştı bu şiiri ona göre. Belki de Metin öyle söylemişti kendine.

yaşamadıklarının listesini yapar metin
yaşadıklarının sevinç hanesi boş (1)

Şairler eskiden beri bilici sayılırlar. Bu onların gerçekten bilici olduklarından değil yaşamı iyi gözlediklerinden, insanın huyunu suyunu bilgiyle, felsefeyle tarttıklarından doğan bir sezgi özelliği olsa gerek. Ben de onun şiirlerinde rastladığım kimi dizeleri şiirlerime almıştım:

….
insan yazdığını mı yaşar
metin çapraz yapıyor dizelerini
“yangınlardan geliyorum dedi adam
ve yangınlara gitti yanık”
yattığı yeri seçemeyen ölü gibi
uzanıyor boylu boyunca
kendini yakanların rüyasına (1)

“BANA DEVLET İÇKİYİ BIRAKTIRAMADI,
SEN HİÇ BIRAKTIRAMAZSIN.”

Edebiyatçılar Derneği Yönetim Kurulu’nun ikinci genel kurulundan sonraydı. Altın Park’ta Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın’ın destekleriyle düzenlenen ödül töreninin içinde toplanmıştık küçük bir odada. Yanılmıyorsam on altı kişiydik. Erdal Öz, Hüseyin Yurttaş, Ahmet Say, Metin Altıok, Behçet Aysan… daha pek çok arkadaş yürütme kurulunu oluşturmaya çalışıyorduk. Doğal olarak Ankara’daki arkadaşlar yürütme kuruluna girecekti.

Ahmet Say, yorulmuştu sanırım. Yeniden yürütme kurulunda olmak istemiyordu ama ondan başka da bu işleri bilen, bu işler için koşacak, tuttuğunu koparan bir arkadaş görülmüyordu. Hepimiz yeniden başkan olmasını istiyorduk. Israrlarımıza dayanamadı, yürütme kuruluna girip başkan olmayı kabul etti, biz de adlar önermeye başladık. Metin Altıok da önerdiklerimiz arasındaydı. Ahmet, Metin’in adı geçince ona dönerek “İçmeyeceksin ama” dedi.

Metin, öfkeyle elini masaya vurdu: “Bana devlet içkiyi bıraktıramadı, sen hiç bıraktıramazsın.”

Özgürlüğüne en küçük sınırlamayı kabul etmeyecek derecede kararlı, bilinçliydi Metin Altıok, gerçek bütün şairler gibi. Son olarak belleğimdeki ‘karanlık fotoğraflar’a bir görüntüyü daha eklemek istiyorum. Tarih düşmek için daha önce Cumhuriyet’te yazdığım bir yazının özeti olacak.

“ONURSAL DOKTOR OLAMAMANIN ONURU”

3 Temmuz sabahı, Sivas Emniyet Müdürlüğü’nde kurtulanları önce o günün Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, kuvvet komutanları, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, Kültür Bakanı Fikri Sağlar… ziyaret ettiler.

Hepimiz olayları yaşadığımız saatlerden daha şaşkındık. Arkadaşlarımızın da bizi gibi kurtulduklarını sanırken gecenin ilerleyen saatlerinde televizyonlardan ölümlerini öğrenmiştik.

Öğleye doğruydu. Dışarı çıkamıyorduk. Aziz Nesin’in Hanım arkadaşı Ayben Kop, yanıma geldi:

"Hidayet Bey, Aziz Nesin’in son dosyası otelde kaldı. Bir çantanın içinde. Ona ulaşmamız gerekir. Ne yapabiliriz?”

“Düşünelim, ne yapabiliriz Ayben Hanım. Bir yol bulunur herhalde.”

Bu konuşmadan az sonra merdiven başında o günün de bu günün de ünlü gazetecilerinden ikisini, Cengiz Çandar’la Hasan Cemal’i gördüm. İkisi de aydındılar ya! İkisi de bir zamanlar solcuydular ya! Bir dosyanın kaybolmasına hele Aziz Nesin’in yeni bir yapıtının yok olmasına gönülleri razı olmazdı bana göre!

Durumu anlattım ikisine de. Sesleri çıkmadı. Ne olur, dediler; ne olmaz.

O an akıllarından neler geçti bilemem. Belki de içlerinden Aziz Nesin’i suçlamaya hazırlanın yazıların ilk satırlarını yazıyorlardı kafalarında; kim bilir!

Saat 14.00 sıralarında içimizden seçilecek beş altı kişiye otele gidip kalan eşyalarımızı almak için izin verildi. Ben gitmek istedim hemen. Emniyetin bir aracıyla gittik. 109 numaralı odadan çıkmıştık zaten. Eşyalar da oraya toplanmıştı. Aziz Nesin’in çantasına baktım ilkin. Siyah bir bond çantaydı. Açıp baktığımda dosyanın içinde olduğunu gördüm; Emniyet Müdürlüğünde Ayben Kop’a teslim ettim. Dosyanın adını kitap olarak hepimiz biliyoruz şimdi: Onursal Doktor Olamamanın Onuru.

(1) Ateş Mektupları, Hidayet Karakuş, Bilgi Yayınevi, 1995.
(2) Uğur Kaynar Kitabı, Edebiyatçılar Derneği Yayını, 1993
(3) Behçet Aysan, Kitabı, Edebiyatçılar Derneği Yayını, 1993.
(4) Metin Altıok Kitabı, Edebiyatçılar Derneği Yayını, 1993

HİDAYET KARAKUŞ
Eskimeyen, 30 Haziran, 1-2 Temmuz 2020

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI