GÖKSUNLU ÂŞIK HÜDÂİ
HAYATI, EDEBÍ ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ

(.....)

EDEBÍ ŞAHSİYETİ

Âşıkların yetişmesi geleneklerin belirlediği bir takım kurallara bağlıdır. Âşıklar, ya usta-çırak ilişkisiyle yetişir ya da bade içerek âşık olurlar.

Âşık Hüdâi’nin hayatına bu bağlamda baktığımızda her iki yetişme tarzının yansımalarını görürüz.

Geçmiş âşıkları usta kabul eden Hüdâi’, sevip etkilendiği âşıkları şöyle sıralar:

"Aşkı ve aşktaki bağlılığı Kerem’de, şiir sanatını Karacaoğlan’da, tasavvufu, insan sevgisini ise Yunus’ta buldum, onlardan öğrendim. Dertli, Everekli Seyranî’yi okuyup sevdim, Veysel’i tanıdım, arkadaşlık ettim.”

Bu âşıklar içinde Karacaoğlan ve Kerem’in Hüdâi’nin yanında ayrıcalıklı bir yeri vardır. "O sesin, o selin önünde her âşık duramaz, kaptığı gibi kendisine katar”, dediği Karacaoğlan’a ithaf ettiği bir şiirinde âşık, sevdiğine şöyle seslenir:

Görmeyeli neler olmuş sevdiğim
Derdini diyecek dilin kalmamış
Elden ele dilden dile övdüğüm
Halimi soracak halin kalmamış

Ta baştan bulanmış suyun durusu
Talana uğramış gönül korusu
Çiçeksiz kalınca aşkın arısı
Kurumuş peteğin balın kalmamış

Hüdâi’yim geçer olmuş çağların
Duman almış gayrı yüce dağların
Solmaya yüz tutmuş yeşil bağların
Mor sümbülün gonca gülün kalmamış

Hayatım, Kerem gibi geçti diyen âşığın oğlunun adı da Kerem’dir. Kerem’e bu derece muhabbet duyan Hüdâi, aşktan onun gibi yanışını şöyle dile getirir:

Kerem oldum yanıyorum
Köze teslim oldum kardaş
Yana yana donuyorum
Buza teslim oldum kardaş

Âşık Hüdâi’yi Karacaoğlan gibi çalıp söyleten, Kerem gibi aşk ateşinde yakan güzeller vardır. Bunlar Gülizar, Senem, Zeynep ve Çiğdem’dir.

Yaradanı sever ise yâr bugün bize gelsin Ayvaya selam söyleyin nar bugün bize gelsin Bülbül figan eylemiş güle Gülizar gibi Dört mevsimin ilkinde bu bahar bize gelsin

Hüdâi küstüm Senem’e
Gözyaşım karıştı neme
Her şeyi çektim sineme
Seni vicdanın affetsin

Seni düşünmemek elimde değil
Gönül sevdiğini arıyor Zeynep
Benim aşkım sade dilimde değil
Vallahi yüreğim kanıyor Zeynep

Çiğdem güzellerin hası
Cana neşe verir sesi
Muhabbeti konuşması
Bülbülün diline benzer

Âşıklık geleneğine göre, içilmesiyle âşıklık yeteneği kazandıran bade; maddi ve manevi bir sıkıntı sonunda çoğunlukla kutsal sayılan bir yerde uyku ile uyanıklılık arasında görülen rüyada, mürşit, pir veya Hızır elinden içilir. Bade adı verilen bu manevi içecek, "er dolusu” ve "pir dolusu” olmak üzere iki türlüdür. Er dolusu içenler, "kahraman âşık”; pir dolusu içenler ise "sade âşık” olarak anılırlar. Bade içen şahısların hayatları tamamen değişir. Bunlar gördükleri rüya ile olgun bir kişiliğe kavuşur, hem Allah aşkı hem de sevgililerinin aşkı ile yanarlar. Bu kişiler hiç şiir okumamış, okuma yazma bilmez de olsalar gayet ustaca ve manidar şiirler söyleyip, güzel saz çalar hale gelirler. Bu tür âşıklara "Hak âşığı” veya "badeli âşık” adı verilir.

Âşık Hüdâi de şiirlerinde, pir elinden aşk badesi içip mest olduğunu söylemektedir.

Hüdâi’yim Hüda’mız var
Pir elinden bademiz var
Muhabbetten gıdamız var
Ölüm ölür biz ölmeyiz

Aşkın badesini içtim içeli
Gönlüm sarhoş sazım sarhoş tel sarhoş
Mest olup kendimden geçtim geçeli
Dünya sarhoş deniz sarhoş göl sarhoş

Bu bade, uzun yıllar ayık gezmediği bilinen âşığın kendi içtiği bade midir, pir elinden içilen bade midir, yoksa bir motif midir, bilinmez. Ama bilinen şu ki, sonradan içmeye tövbe edip hatta sigarayı bile bırakan Âşık Hüdâi; İslam kültürüne vâkıf, olgun kişilik sahibi bir insandır. Onun bu engin kabuller dünyası tabii olarak şiirlerine yansımıştır.

Allah yolunda ve Peygamber izinde olan âşık, besmelesiz ağzını açmaz. O, kuru ekmek duru su da olsa kısmetine şükreden bir insandır.

Gönül diyarından sevda elinden
Hasret dağlarından çile çölünden
Peygamber izinden Allah yolundan
Yirminci asırda biz geldik gittik

Besmelesiz ben ağzımı, açmam Allah etmesin,
Ölene dek sevdiğimden, geçemem Allah etmesin
Kuru ekmek, duru suyu, kısmet ederse şükür
Muhannetten bal şerbeti içemem Allah etmesin

Âşık Hüdâi, doğru sözlü, dürüst ve mert bir insandır. O, babası da olsa; yalan söyleyenleri, kendini bilmeyenleri, Hak’tan korkmayanları sevmez.

Bildin mi azizim neye yanarım
Doğru konuşmayan dile acırım
Babam olsa dahi sevmem kınarım
Kendini bilmeyen kula acırım

Hak’tan korkmayanın sohbetinden kaç
Kanaatsiz doymaz her dem gözü aç
Dünya bir bahçedir insan bir ağaç
Meyvesi olmayan dala acırım

Ona göre şu dünya bahçesinde insanın bir meyvesi / eseri olmalıdır. Bu da ancak ilimle, bilgiyle kişinin kendisini geliştirmesiyle mümkündür. İlme, bilgiye çok değer veren Hüdâi’nin nazarında âlimin hayali düşü cahilin sohbetinden, ölülerin mezar taşı da bilgisiz görgüsüz kuldan üstündür.

Cahilin yaptığı sohbetten sözden
Âlimin hayali düşü makbuldür.
Bilgisiz görgüsüz duygusuz kuldan
Ölülerin mezar taşı makbuldür

Hüdâi’nin sevmediği diğer insan tipleri kalleş, kötü olmasına rağmen kendisini öven ve yaptıklarını sonradan insanın başına kakan muhannettir.

Tilkinin aslana karşı koyması
Kalleşliği kahramanlık sayması
Kötülerin kendi kendin övmesi
Yaralar yaralar yaralar beni

Lokma yeme muhannetin elinden
Kurtulaman sonra acı dilinden
Namertlerin kaymağından balından
Merdin kuru yavan aşı makbuldür

Acı dilli muhannetin tatlı lokmasından merdin kuru yavan aşı makbuldür ama bu dünyada, darda zorda iken arayıp soran hakiki dostun az olduğu da bir gerçektir.

Varsın sormasınlar dar günlerimde
Bol günde kapımı çalıyorlar ya!
Ağlarken merhaba etmeseler de
Gülerken selamım alıyorlar ya!

Küçük yaşta yetim kalıp, ömrünün çoğunu gurbette geçiren Hüdâi’yi asıl yaralayan küçük bir çocuğun yetim kalması, garibin gurbette mahzun olması ve mazluma değen zalim sillesidir.

Bir çocuk küçükten yetim kalırsa
Yaralar yaralar yaralar beni
Bir garip gurbette mahzun olursa
Yaralar yaralar yaralar beni

Mazluma değdikçe zalim sillesi
Yaralar yaralar yaralar beni

Gurbet, âşığın olgunlaşma sürecinde önemli bir yere sahiptir. Gurbete düşen âşık, yıllarca diyar diyar gezerek sevdiğini arar. Aşk sebebiyle memleketinden ayrılan Hüdâi de ömrünün çoğunu gurbette geçirmiştir. "Âşık ne gurbeti sever ne de ondan vazgeçer” diyen Hüdâi’nin gurbet hayatı ayrılık, hasret ve yokluk içinde oldukça zor geçmiştir.

Felek aramıza çekti bir perde
Hasreti düşürdü çaresiz derde
Hayali karşımda kendisi nerde
Aşkı beni böyle gezdirir durur

Diyarı gurbeti ben adım adım
Gezdim amma kardaş gel de bana sor
Ömür ipliğine dert sıraladım
Dizdim ama kardaş gel de bana sor

Âşık Hüdâi’nin şiirlerindeki ana konu beşerî ve tasavvufi boyutuyla aşktır. Hayatı boyunca aşkla kendi içinde kendini arayan âşık, bu arayış ve olgunlaşma sürecini şöyle anlatmaktadır:

"53 yıl kendi kendimi aradım hiçbir türlü bulamadım ben beni. Yaz yağmurunu düşünün, dereler oluşur, derelerden çaylara, çaylardan ırmaklara, ırmaklardan denizlere kendini ulaştırır yağmur damlaları. Ozan da buna benzer. Ozanda kendi ruhuna kendisi ulaşana kadar epey çile çeker. Kendime ulaşma mücadelesi verdim. Kendimden kendime gittim.”

Uzun süren bu deruni yolculuk sonucunda âşık tasavvufta kendini bulur. Kendini bulduğu tasavvuf hakkında ise şunları söylemektedir: "Bu insanın kendinden kendine giden bir yolculuk. Senden sana giden yolculuk. En zor yolculuk budur. İnsan tüm hayatı boyunca bu yolculuk içinde olabilir ama ulaşamaz kendine.”

Hüdâi’nin yıllar süren bu arayış ve buluşu tabii olarak şiirlerine yansımıştır.

Ben âşığım meşrebimi sormayın
Meşrebim aşk mezhebim aşk dinim aşk
Aşkım inancımdır ayrı görmeyin
İnancım aşk imanım aşk yönüm aşk

Duygu denizinde yüzdüm
Mana âlemini sezdim
Yirmi sene dalgın gezdim
Hiç kendime gelemedim

Hüdâi’yim hakka eyledim nazar
Ben kendi içimde kurdum bir pazar
Bu kötü nefsime kazmasız mezar
Kazdım ama kardaş gel de bana sor

Hüdâi’nin şiirlerinde tasavvufi neşve önemli bir yere sahiptir. Bu yaklaşım çerçevesinde âşık, ezeli olan aşkın kendisine mana âleminde nasip olduğunu söylemektedir.

Ateş icat olup tütün tütmeden
Aşkın ocağında ben yanıp tüttüm
Güller açılmadan bülbül ötmeden
Mânâ âleminde şakıdım öttüm

Âşık Hüdâi tasavvufi yolculuğunda üç mutasavvıftan etkilenmiştir. Bunlar, Yunus Emre, Mevlânâ ve Hacı Baktaş Velî’dir. "Tasavvufu, insan sevgisini Yunus’ta buldum, ondan öğrendim.” diyen Hüdâi, Konya Âşıklar Bayramı münasebetiyle söylediği bir şiirinde Mevlânâ’dan da muhabbetle bahsetmektedir.

Hüdâi Yunus’un sülâlesiyiz
Tasavvuf ilmini biz tamam ettik

Hüdai varayım pirin yanına
El bağlayıp duram ben divanına

Hüdâi, hakikat şehrine yolculuğun bir mürşidin rehberliğinde aşk atıyla olacağı düşüncesindedir.

Rıza’ya razı ol Hakk’a kailsen
Ara bul mürşidi müşkülde isen
Hakikat şehrine yolcu değilsen
Ne yolcuyu eğle ne yolu incit

Hüdâi emeğin gitmesin zaya
Bozulan süt artık tutmuyor maya
Bu aşkın yoluna gidilmez yaya
Aşk atına binip sür de öyle gel

Yetiştiği muhit itibarıyla Alevi-Bektaşi âşıklarından kabul edilen Hüdâi’nin, gönülden bağlı olduğu mutasavvıf Hacı Bektaş Veli’dir.

Ehl-i Beyt’e düşman Ali’ye düşman
Muhammed’i sevdim dese yalandır
Pirim Hacı Bektaş Veli’ye düşman
Muhammed’i sevdim dese yalandır

Gönül, Hakk’ın nazar ve tecelli ettiği yerdir. Bu sebeple ehlidil olanlar gönüller tamir eder, ne birini incitir ne de birinden incinir.

Gönül, çalamazsan aşkın sazını
Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını
Ne dikene dokun ne gülü incit

Bülbülü dinle ki gelesin coşa
Karganın nağmesi gider mi hoşa
Meyvesiz ağacı sallama boşa
Ne yaprağını dök ne dalı incit

Bekle dost kapısın sadık kul isen
Gönüller tamir et ehl-i dil isen
Sevda sahrasında Mecnun değilsen
Ne Leyla’yı çağır ne çölü incit

Rıza’ya razı ol Hakk’a kailsen
Ara bul mürşidi müşkülde isen
Hakikat şehrine yolcu değilsen
Ne yolcuyu eğle ne yolu incit

Gel Hak’tan ayrılma Hakk’ı seversen
Nefsini ıslah et er oğlu ersen
Hüdâi incinir inciten dersen
Ne kimseden incin ne eli incit

"Şiir beni söyle demedikten sonra söylemem” diyen âşık, şiirin oluşumu hakkında şunları söylemiştir:

"Şiir yazmak ya da söylemek, bir kadının doğum yapmasına benzer. Duygular gelip de onu söylemediğinde insanın beyni bir sancıya tutulur. İnsan bu sancıdan kurtulamaz söylemeyince. Bir sancılanırsın, onu söylersin, biter. Onun rahatlığını, mutluluğunu duyarsın. Sonra yeni bir sancı başlar. Şiir söylemek bu yönleriyle tıpkı bir çocuk doğurmak gibidir.” Hüdâi, kendi ifadesiyle "şiirin beyinde olgunlaşma ve doğum süreci” hakkında da şunları söylemektedir:

"Ben çok yazmam. Olgunlaşmayanı yazmam. Bir rüzgâr esmeyince dal uyanmaz, damla düşmeyince sel uyanır mı? Hiç belli olmaz ne zaman geleceği şiirimin. Şiir geliyor, kapımı, camı pencereyi zorluyor. Beni sıkıştırıyor, yaz, diyor. İnsan beyniyle doğum yapıyor. Şimdiye kadarki şiirlerim böyle doğdu.”

Âşık bu sancılanma anında doğan has şiiri kaçırmamak için yanında daima kâğıt kalem bulundurmuş, evde, parkta, kahvehanede hemen her yerde şiir ile uğraşmıştır. Sözü mantık süzgecinde süzüp haddeden geçiren âşık, zamanla kendine özgü bir incelik ve deyiş güzelliğine ulaşmıştır. Hüdâi, bu hünerini irticalen yapılan atışmalar da bile göstermiştir.

Muhabbet bağında goncalar açar
Aşkın badesini âşıklar içer
Ariflerin sözü haddeden geçer
Sen de mantığından süz birer birer

Kendisini diğer âşıklardan "Herkesin rengi ayrı ayrıdır. İpliği, rengi ayrı ayrıdır. Ben şiirin duygu telini örüyorum” diyerek ayrı tutan Âşık Hüdâi’nin bütün şiirleri güzel bir edaya sahip olmakla birlikte, o; daha çok tasavvufi şiir ve deyişleriyle tanınmıştır.

Erenler zehir getirin
Balınan öldürmen beni
Bağrıma diken batırın
Gülünen öldürmen beni

Hiçlik âleminde mestim
Varlık sevdasını kestim
Yokluk benim eski dostum
Malınan öldürmen beni

Yar diyerek yana yana
Can teslim ettik canana
En yakınım kıysın bana
Elinen öldürmen beni

Bir aşktır düştü özüme
Yanarım kendi közüme
Leyla görünüp gözüme
Çölünen öldürmen beni

Duygular dönüştü söze
Yanık seda işler öze
Dertli dertli vurup saza
Telinen öldürmen beni

Hüdâi’yim daldım gama
Saldı beni demden deme
Asın kesin yüzün ama
Dilinen öldürmen beni.

(.....)

LÜTFÜ ALICI
100. Yılında Göksun Sempozyumu,
23-24 Ağustos 2008

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI