İlhami Bekir Tez’in tam yetmiş üç yaşında yayımladığı son kitabı “Unuttum”
adını taşır. Şair geç döneminin bu son
eserinde 1906’da Trablusgarp’ta başlayıp daha sonra İstanbul’da süren yaşamının 1978 yılına kadarki bölümünden
dokunaklı çizgiler sunduğu gibi içinde
bulunduğu toplumsal hayatla ilgili çarpıcı sahneler de aktarır.
Onun “unuttum” dedikleri aslında
hiç unutmadıklarıdır.
“Ey doğduğum, büyüdüğüm dünya
Kaybolmayan ve bitmeyen rüya
Ey on beş, on altı, on yedi yaşlarım!
Bulutu, martıyı, yelkeni unuttum.
Masal dinler gibi seyrediyorum,
Bir uzak gölde, bir yakın derede,
Saçları sakallarına karışmış
Amcalar dayılar nerede? Unuttum.”
İlhami Bekir, baba tarafından Trablusgarplı, anne tarafından ise İstanbulludur. İstanbul’dan Trablusgarp’a sürülmüş bir ailenin kızlarını orada evlendirmeleri, İlhami Bekir’in hayatına da
geniş bir coğrafya alanı açmıştır.
Ne var ki annesini anımsayamayacak
kadar küçük yaşta yitirir ve dayısı tarafından 1911’de baba ocağından alınıp İstanbul’a getirilir. Subay olan dayı, kız
kardeşinden armağan kalan yeğenin
eğitimiyle de yakından ilgilenir.
İlhami
önce mahalle mektebine verilir, daha
sonra özel bir okula yerleştirilir. Fakat
dayının Çanakkale’de şehit olmasıyla İlhami Bekir’in özel okul süreci noktalandığı gibi yaşamı da bambaşka bir yörüngede akmaya başlayacaktır.
Önce içinde yaşadığı on üç on dört
kişilik akrabalardan oluşan geniş aile dağılır. Der ki:
"1916 yılında bu on üç on
dört kişilik aileden yalnızca iki kişi kaldı hayatta: Ben ve Hayriye. O da şimdi
öldü mü kaldı mı, varlığı hakkında hiçbir bilgim yok.” (İlhami Bekir’den Mektup Var)
Böylece onun yolu da o dönemim binlerce savaş yoksulu ve yetimi çocuğu gibi Darüleytam (Yetimler Yurdu) la kesişir.
Darüleytamda henüz on yaşında
iken şiir yazmaktadır. Daha sonra Darülmuallimin kapısını çalar. Darülmuallimdeki hocaları arasında Tevfik Fikret, Satı Bey, Ruşen Eşref, Ali Canip Yöntem vardır. Sabahattin Ali, İlhami Bekir’den iki alt sınıftadır. Okul mecmuasını çıkardığını ve okulun yıldız öğrencilerinden olduğunu Refik Durbaş’a
vediği söyleşiden öğreniyoruz.
Edebiyatımızın seçkin isimleriyle
daha okul yıllarında tanışmış olması, onlarla aynı ortamda bulunması, onlardan
dersler almış olması İlhami Bekir’in
edebiyat hayatında büyük bir öneme sahiptir, onun için değeri ölçülmez bir
avantajdır.
Şairin Refik Durbaş’a verdiği söyleşide sanat yönelimine ışık tutan ilk tesirlerle ilgili bilgiler de yer almaktadır:
“Trablusgarp’ta doğmuşum. İki büyük
tesir içindeyim. Biri o zaman dört yaşındayken Trablusgarp üzerine İtalyan
bombaları yağarken annemin ölmesi.
İkincisi, Mustafa Kemal’i sevmemin ilk
nedeni, benim doğduğum o memleketi
kurtarmak için gelmiş olmasıdır.”
Çocukluğu İtalyan bombalarının tahrip ettiği sokaklarda geçen şairin ilk
gençlik yılları da Balkan ve I.Dünya Savaşı’na denk düşmektedir.
“Balkan Savaşı’nda o ne göçtü göç!
Söylenen dinlenen şarkı hep öç.
Göçmenler ki sarı, sıska, açtılar.
Sokaklarda el açtılar. Unuttum.
Bu dağ da ulu dağ ama o dağ değil.
Bu da yeşil bağ ama o bağ değil.
Nideyim ah anam babam sağ değil.
Tapınaklarda yatırıldık. Unuttum.
Sonra büyük savaş, Seferberlik.
Kaldırımlarda sürdürülen beraberlik.
Aç doğduk, aç süründük, geberdik.
Kimim öldü, kimilerim kaldı unuttum.”
İlhami Bekir’in ilk şiiri 1924 yılında
Milli Mecmua’da yayımlanmıştır. Daha
sonra şiirleriyle göründüğü dergiler arasında Servet-i Fünun, Meşale, Resimli
Ay, Varlık, Yeni Adam, Yeni Türk dergileri bulunmaktadır.
İlk kitabı “Çocuk Şiirleri”dir. İkincisini ise Nazım Hikmet’le birlikte hazırlıyorlar: “Mavi Kitap”. Bu kitap da çocuklarla ilgilidir.
“Sosyal anlamlı ilk kitabım” diye
sözünü ettiği ve onun adının edebiyat
dünyasında duyulmasını sağlayan ilk
eseri ise 1929 yılında yayımlanan “24
Saat”tir. Bu kitaptaki şiirler önce roman
gibi tefrika edilmiş, daha sonra kitap olarak yayımlanmıştır.
“24 Saat” ilk olarak Halit Ziya Uşaklıgil’in ilgisini çekmiştir ve Halit Fahri
Ozansoy’a İlhami Bekir’den söz etmesine neden olmuştur:
“Bu genç geleceğin güçlü bir şairi olacağa benziyor.” Peyami Safa eleştirenler arasındadır. Hüseyin Cahit de alaysı bir yazı yazar. Abdullah Cevdet de eser üzerine yazı yazanlardandır. Fakat en büyük ilgi Nazım
Hikmet tarafından gösterilir. Nazım
Hikmet “24 Saat”i “yeni şiirin yetkin bir
örneği” olarak değerlendirir.
İlhami Bekir’in ilk denebilecek eseriyle bu denli tartışma konusu olması aslında her şaire nasip olmayan bir durumdur. Bu tarihten sonraki üretimine
baktığımızda iki, üç, dört yıllık aralarla
kitap yayımladığını görüyoruz. Fakat
1945 ile 1959 arasında on dört,
1960 ile 1971
arasında da on
bir yıllık iki büyük suskunluk
dönemine rastlıyoruz.
İlhami Bekir’in edebiyatımızda serbest
vezni kullanan
ilk şairler arsında adının
geçmesi dışında yeterince etkili bir
yer edinememiş olmasının bu suskunluk dönemleriyle ne derece
ilgisi vardır, bilemiyorum. Ya da başka
etmenler de var mıdır buna ek olarak?
Eray Canberk’in yazdıklarını bu açıdan
yeniden anımsamakta yarar olacağına
inanıyorum:
“İlhami Bekir’in yeterince
değerlendirilmemesi yalnızca kendisine
bağlı değildir. Edebiyatımızdaki toplumcu-gerçekçi akıma karşı takınılan
olumsuz tavır, siyasal baskılar ve yönlendirmelerle bu akıma bağlı sanatçıların unutturulması ve susturulması bu konuda en önemli etkendir. Bu arada toplumcu-gerçekçi dünya görüşünü benimseyen ya da benimser görünen edebiyat adamlarının güncellikle yetinmeleri, toplumcu-gerçekçi edebiyatımızın
oluşumunu yeterince bilmemeleri, kalıplaşmış yargıları paylaşma rahatlığı
içinde olmalarını da etken olarak saymamız gerekir.” (Sanat El Kitapları, 25.
sayı)
İlhami Bekir’le ilgili internet dünyasındaki kısa biyografilerde “Sesini
sözcüklerin gücünden alan coşkulu söyleyişle dikkat çekti” ibaresi yer almaktadır. İlhami Bekir’in anlatımı coşkulu
mudur? Eğer kasdedilen destansı bir
coşkuysa bu onda yoktur. Onun anlatımının hiç kesintiye uğramadan aktığını
söyleyebiliriz. Fakat bu akış çağlayansı
bir akış değildir. Sükûnetini kuşanmış,
kendi sadeliği içinde nereye ulaşacağını bilen bir akıştır. Büyük kavramların
bağıran sesi yoktur onun şiirinde. Kendi mecrasında, kendi gücünün farkında
bir hasbıhal edasındadır söyleyişi. Betimlemelere sıkça başvurması bu hasbıhal edasına ayrı bir tat ve gerçeklik
duygusu kazandırmaktadır.
İlhami Bekir hürriyetten, adaletten,
açlıktan, yoksulluktan ve eşitlikten
de söz etmiştir. Fakat o en
fazla kadını ve aşkı yazmıştır. Kendisini de zaten aşk
şairi olarak tanımlamaktadır:
“Vâlâ Nurettin 1931’de
Akşam’da bir yazı yazdı.
Dedi ki: ‘İlhami Bekir zorla
Nazım’ın etkisi altına girmek
istiyor, onun gibi yazmaya çalışıyor. Yani kavga şiirleri yazmak istiyor. Bana sorarsanız İlhami Bekir bir aşk şairidir. O,
Nazım gibi şiirler yazsa da aynen aşk şiirleri yazar gibi yazıyor, yani mehtaba gazel söyler
gibi bir edayla yazıyor.’
Vâlâ’nın bu gözlemi doğrudur. Ben bir aşk şairiyim.” ( İlhami Bekir’den Mektup Var)
İlhami Bekir’in şairliği yanında romancılığı üzerinde de durmak gerekir.
“Taşlı Tarladaki Ev” romanında 1940’lı
yılların İstanbul’unu ayrıntılarıyla anlatır. İstanbul’un politik hayatından kesitler
sunar.
İlhami Bekir 1955’ten itibaren otellerde kalmaya başlamıştır. Uzun süre Kadıköy Postanesinin arkasındaki Elif
Otel’de kalmıştır. Çoğunluğu edebiyatçı
olan dostlarını otelin kahvesinde karşılamış, bu kahve giderek bir sanat-edebiyat mekânı haline gelmiştir. Sanat El Kitapları adını verdiği yayın serisini bu
kahveden sürdürmüştür.
1980’de Elif
Otel’in yıkılmasından sonra Haydarpaşa
yolu üzerindeki Marmara Otel’e taşınmış,
daha sonra dostları tarafından Bağcılar
Huzurevi’ne yerleştirilmiştir.
29 Mart
1984 yılında, 78 yaşında bu huzurevinde
hayata veda ediyor. Cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırılıyor.
“İstemem toprağa gömüldüğümü
Yakın beni ve savurun külümü
Baharda badem ağaçlarının üstüne
Ben yine döneceğim yeryüzüne”
Hüseyin Haydar, şairin “Unuttum”
adlı uzun şiirinden seçtiği işte bu dörtlüğü okuyor mezarı başında.
CAFER YILDIRIM
Aydınlık Kitap, 12 Nisan 2013, S. 21

ŞİİRLERİ