ESKİ ELBİSELERİN HÂFIZASI

Kapalıçarşı'da birkaç istikâmetten düdük sesleri gelmeye başladı. Bu. her akşam üzeri çarşı bekçilerinin verdiği bir işarettir ki. kapanma saatinin geldiğini ve dükkânını kapamaya geç kalanların acele etmesini ilân eder. 0 saatte Sahaflar çarşısı tarafındaki büyük kapıdan içeriye bir göz atmak korkunçtur. Çarşı, kimi kapanmış, kimi kapatılmaya uğraşılan iki sıra dükkânın çizdiği, karanlık ve nerede bittiği belirsiz bir dehliz hâlinde uzar. Ayrıca kepengi olmayan bazı vitrinli mağazaların camekânlanndaki eşya, bütün gün üzerlerine serpilen elektrik ziyâsından ayrı düşünce, korkularından büzülürler ve camdan, çarşının tenhalaşmış yolunu görmemek için gözlerini yumarlar.

Yine o saatte çarşıdan geçenlerin adımları o kadar hızlı ve hâlleri o kadar telâşlıdır ki, üç adım geride bir cinayet işlemiş farzedilebilirler. Sanki tepelerindeki kurşun kubbe biraz sonra çökecekmiş gibi, çarşının tâ öbür başında gündüzün son beyazlığını çevreleyen kapıdan bir an evvel geçip temiz havaya kavuşmak için can atarlar. 0 saatte çarşıdan geçen herkesi görünmez bir elle arkasından iterek kapılardan dışarıya atan ve ağır kilitler, keskin gıcırtılarla kapanan iki tunç kapının arkasında tek başına kalmak isteyen, sanki bir mâna, bir ruh vardır. Vehimleri seven bir adam için bu ruhun yuva kurduğu yer eski elbiseciler tarafıdır.

Düdük sesleri seyrekleşmiş ve eski elbiseci, dükkânının yola doğru uzanan peykesindeki mankenleri omuzlayarak içeriye aldıktan sonra kepenkleri kapamıştı. O günkü kazancını buruşuk bir zarfın içine doldurup cebine attı. Kepenkleri bir bel kemeri gibi saran demir kolu muayene etti. Kilidi vurdu ve arkasına bakmadan ağır adımlarla ilerleye ilerleye kayboldu.

Kullanılmış elbise giyen, siyah boyalı, dört başsız manken, küf kokan taş kubbeli daracık dükkânın içinde yüz yüze duruyorlar.

Koyu karanlıkta birbirlerini görüp görmedikleri malûm değil. Dördü de dükkân sahibinin gittikçe uzaklaşan ayak seslerini dinleyip artık hiçbir şey duymaz olduktan sonra hâlâ gizli bir ses işitiyormuş gibi, bir müddet dalgın, beklediler. Taş kubbeden, rutubet damlaları hâlinde şıp şıp süzülen, âdeta, yürüyen zamanın ayak seslerini sayan bir âhenk duyuluyor. Mankenlerden biri fısıltıyla yanındakine hitap etti:

- Bak, şu karşımızdaki koyu elbiseliyi görüyor musun? Yahudi, bugün satın aldı onu... Haydi konuşalım!

Öbürü başını salladı:

- Haydi konuşalım!

Üçüncü mankenin de eteğini çektiler:

- Haydi konuşalım!

İlk söze başlayan manken yeni gelene dönerek sesini biraz daha dikleştirdi:

- Bugün seni yahudiye getiren genç ne kadar da solgun yüzlüydü. Sönük gözlerinin mânasını, karanlıkta ancak biz anladık. Üstünde, kolları iki parmak kısa gelen bir ceket, bol gelen bir pantalon vardı. Belliydi ki, o elbise, bir arkadaşından bir günlüğüne alınmış bir elbiseydi. Seni fena bağlanmış bir paket içinde, koltuğunun altında taşıyordu. Sen onun yegâne elbisesiydin, değil mi?

Ve üç manken, yeni gelenin henüz hiç işitmedikleri sesini duymak için kulak kabarttılar.

Yeni gelen cevap verdi:

- Evet!

Fakat bu tek kelimelik cevap o kadar resmi ve ses o kadar maskeliydi ki, yeni gelenin içyüzünü anlamak, kâbil olamadı. Aylardan beri bu dükkânda oturan, yahudileşen öbür mankenler, hemen ittifak ettiler ki, yeni geleni anlayabilmek için ona uzun bir cümle söyletmelidir.

İçlerinde en kıdemli ve açık gözlü, ilk söze başlayan manken devam etti:

- Biz o gence ne kadar şaştık. Senin gibi iyi kumaştan ve iyi terziden çıkmış, ana ve baba tarafından asil bir elbiseyi hiç pazarlık etmeden yahudinin ilk verdiği paraya bırakıverdi. Genç, paraları alırken dikkat ettim. Öyle bir nefretle aldı ki, müthişti. Parayı alırken bir anda gözleri yahudinin siyah tırnaklarına takıldı. O kadar... Sonra dükkânın önünden uzaklaştı. O nasıl uzaklaşıştı o... Biz ki, başsız tahta mankenler, her şeyi görür ve anlarız; eminiz ki, o genç sokağın köşesini döner dönmez; «Yahudi arkamdan geliyor. şimdi satın aldığı elbiseyi geri vererek vazgeçtim diyecek...» diye koşa koşa kaçmıştır. Hâlbuki bu neticeye asıl kendi lâyık olan yahudi. o anda keyfinden benim omuzlarımı okşamış ve bir dükkâncı komşusundan ödünç bir sigara istemişti.

Gencin elbise paketini uzatırken titreyen parmaklanyla, yahudinin elbiseyi muayene ederken suratının zoraki somurtuşu hiç hatırımdan çıkmayacak. Seni bu şekilde satması için kimbilir o genç ne büyük bir ihtiyaca düşmüş olmalı, değil mi?

Ve yine üçü birden, görünmeyen başını, teessürden göğsüne düşmüş farzettikleri yeni gelen mankenin artık içini dökeceğim tahmin ederek beklediler. Yeni gelen gene kısaca cevap verdi:

- Evet...

Artık yeni arkadaşlarının ağzından bir söz almak için:

- Anlatsana kuzum, bize gencin hikâyesini anlatsana!

Demekten başka çare kalmamıştı. Hâlbuki bunu söylemeye üçü de tereddüt ediyorlar ve karanlıkta, elsiz kollarını büyük bir heyecanla inip kalkan tahta göğüslerine bastırarak bu suâli sorduracak cesareti yüreklerinde biriktirmeye çalışıyorlardı. Yeni gelenin kumaşı gibi asîl sükütu, onların merak ve heyecanlarını arttırdığı kadar cesaretlerini de kırmıştı. Yine en akıllıları olan birinci manken bütün zekâ ve inceliğini toplayarak son bir hücüma kalkışmak istedi. Fakat gözünün önünden geçen bir hayâl, son sahibinin hayâli dudaklarını kilitledi. Artık o, yeni gelen genci söyletmek değil, kendisi söylemek istiyordu:

- Ah, bilsen biz senin ıstırabını ne iyi anlıyoruz! Biz ki, her şeyi görür ve anlarız! Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün! 0 elbise ki, terzinin elinden vücudunun basit hendesesine göre yapılmış mânasız bir kalıp hâlinde çıkar ve sonra bir vücuda yapışıp onun bütün hareketleriyle yaşamaya başlayınca ne hâle gelir, düşün!

Başlangıçta dümdüz bir alın gibi hiçbir şey ifâde etmeyen elbiseler, atılacağı güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaydeden korkunç bir hâfızadır. Birçok oturuş şekillerinin kabarttığı dizkapaklarımızı düşün! Her duygunun hususî bir biçim verdiği omuzlarımızı düşün! Kambur vaziyetlerde nasıl arkaya toplandığımızı, bütün mafsal yerlerinde nasıl halkalaştığımızı düşün! Vücudun sonsuz hareketleri içinde bize düşmeyen pay hangisidir? Bunların içinde sefâletlerin, açlıkların, ihtirasların, cinayetlerin, coşkunlukların, kahkahaların alnımıza çizdiği hep hususî bir çizgi vardır. İnsanlar sanırlar ki, bizim üstümüzdeki her çizgi, her intibâ, bir diğer çizgi veya intibâ ile silinir, hepsi birbirine karışır, mânasız bir halita olur ve sonunda biz eskimiş bulunuruz.

Eskiriz, fakat insanlardan evvel eskidiğimiz için onlardan daha ince ve hassas olan biz, bütün çizgiler ve intibâlarımızı hep birbirinin içinde saklarız. Bu öyle bir halitadır ki, bunun düğümünü ele geçirebilen göz, onu çözdükçe, doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatımızı, zamanın atomları içine sıkıştırır ve bu korkunç, ah, bu korkunç hâfıza küpü içinde, mâzinin, birbirinin üstünden akan küçük yılanlar hâlinde nasıl kaynaştığını görür. Fakat o göz kimde vardır? Kimsede... Yalnız bizde... Biz ki, her şeyi görür ve anlarız, seni görüyor ve anlıyoruz...

Bize artık hikâyeni anlatma!.. Ne lüzüm var? Biz onu biliyoruz. Ben sana kendi hikâyemi ne diye anlatayım? Sen de onu bilirsin. Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum. Öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa, yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz hâlde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?

- Evet...

Üç manken de yeni gelen mankenin üçüncü «evet» kelimesini söylediğini zannettiler. Hâlbuki o hiçbir şey söylemeden susuyor ve o anda dükkânın taş kubbesindeki pencereden giren ay ışığında omuzlarında solgun yüzlü gencin başı olduğu hâlde, gözleri hayret ve korkuyla açılmış, dükkânın kirli aynasından kendisini seyrediyordu.

(1928)

NECİP FAZIL KISAKÜREK
Hikayelerim

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI