Ömrümün tam yarısını okumakla geçirdim. Daha çocukluğumda, anam babam kitaplıkların kapısını kilitledikçe ve beni kitaplardan uzaklaştırabilmek için ne edeceklerini bilemedikçe ben habire okuyordum. Sekiz yaşımda, dokuzuncu sınıfta, lise programındaki kitapları okumuş bitirmiştim.
İtiraf etmeliyim ki, işe çocuk kitaplarıyla başlamadım Fenelon’un Telemaque'ında öğrettiler bana okumayı, ve çok geçmeden, bizim evde, taşradaki akrabaların kitaplıklarında, en az salık verilebilecek romanları bulup ortaya çıkardım. İlerde, ancak Corneille ve Racine’den pek sonra okudum Mme de Segur’ü, Jules Verne’i ve Paul d’Ivoi’yı. Elime geçen her şeyi, katalogları, yıllıkları, reklamları okuyor, basılmış bir tek harfi kaçırmıyordum. Bildiğim, yaşamda bana
yararı dokunmuş pek çok şeyi okulda değil, kendi kendime öğrendim.
0 zamandan, yani çocukluğumdan beri hiç değişmedim. Bir dakika boş kalsam hemen kitap arar, okumaya başlarım. Her gün bütün gazeteleri okurum. Doğrusu benim için bir uğraş, mesleğimin bir yanı haline geldi bu iş. Eğer bu kadar çok okumasaydım, bu kadar çok da yazamazdım.
Stains belediyesi gelip de benden, ressamların insanlara
görülecek şeyler verdiğini söyleyen Paul Eluard’ın deyimine benzeterek söylersek, bu kitaplık olmasa, resimli romanlardan, değersiz kitaplardan başka okuyacak bir şey bulamayacak insanlara okuyacak bir şeyler veren bir kitaplığın açılışına başkanlık etmem istendiği zaman nasıl olur da duygulanmam?
Bence, okuyanlar arasında kurulmuş büyük bir
dernek vardır, ve ben, anamla babamın bana yaptıklarının tersini yapmak isterdim: Bütün kitaplıkları bu insanlara açmak, onlara, ard arda, bütün meraklarınca okuyacak bir şeyler vermek isterdim, çünkü okunan her şey, tıpkı bir açıklama ya da bir gelişme gibi, yenilerini gerektirir.
Stains belediyesi, hem de kendi olanaklarıyla, dün bir
sürü gecekondunun bulunduğu yerde, bir kitaplık açıyor ve amaç olarak da 30.000 cilt kitap toplamayı düşünüyor. Açılışta hazır bulunan herkesin kitaplığın okurları arasına katılıp katılmayacağını bilmiyorum, ama şu anda burada olup da sözlerimi duyamayan birçok Stains’linin bu okurlara katılacağım umarım.
Ben gerek burada bulunan, gerekse bulunmayan okurlar için konuşuyorum, ve kendilerine şunu
duyurmak isterdim ki, bu kitaplığın eşiğinden içeri adımlarını attıkları, kitapları karıştırdıkları her kez, o güne dek tanımadıkları, içine giremedikleri bir dünyaya giriyormuş gibi olacaklardır.
Ben onlara Stains’de, Paris’in soluğunun
yetiştiği, makine atölyeleri arasındaki bahçe ziraatının uzun yıllar tutkal ve kâğıt kokularına, kâfur dumanlarına karıştığı bu bölgede yaşamanın ve bununla birlikte, kitaplar sayesinde, yolculuğa çıkmanın, denizciler, kâşifler gibi dünyanın dört bir yanını dolaşmanın mümkün olabileceğini anlatacağımı umuyorum.
Her kitap yeni bir ufuk açar, bu ille de deniz, Asya ya da Okyanusya’nın uzak ülkeleri, Afrika güneşi değildir... hayır ille de bu değildir. Çünkü haritada,
coğrafya kitaplarında bulunmayan, başka türlü bir beklenmedikliğe sahip zihinsel serüvenler de vardır.
Örneğin beni ele alın, bu yıl, sizin bölgede dolaştım: 1815’de geçen bir tarihî roman yazıyordum ve, posta arabasıyla Lyon’dan Paris’e iki gün üç gecede gidilen, başkentin sokaklarında kaldırım, evlerin damlarında da yağmur oluğu bulunmayan o çağı hayalimde canlandırabilmek için okuyordum...
O zamanlar Stains bugünkü gibi değildi, o günlerden
geriye, burada Château’da oturmuş olan, Napoléon’un kardeşi, Westphalie kralı Jérôme Bonaparte’ın karanlık bir anısı kalmış. Komşunuz Saint-Denis, o sıralarda, sanayiiyle, biraz bugünkü Stains’i andırıyordu, ama çevresi gene de tarla ve bahçelerle kaplıydı. Romanımda, ayaklarındaki romatizmalar yüzünden küçük bir araba içinde taşınan kral XVIII. Louis, altı atlı arabasıyla, 19-20 mart 1815 gecesi, fırtınalı ve yağmurlu bir havada bu kasabadan geçip gidiyor.
Ama, buna rağmen, karanlığın kişilerimin gözünden, Elbe adasından dönen Bonaparte’ın önünde kaçmakta olan bu Kral Hanedanının gözünden sakladığı şeyleri bile hayal edebilmek üzere, ben, hiç değilse kendim için, böylesine değişmiş olan ve bugün başka bir dekor içinde yaşadığınız bu yerlerin eski halini kafamda canlandırmayı denedim ve zaman içinde bir yolculuğa çıktım. Yol ile, o zamanlar yol yapımında kullanılan maddelerle, bölgenizin taşlarıyla ilgilendim. O günlerde asfalt nedir bilinmiyordu, hattâ kaldırım taşı bile az bulunan, pahalı bir şeydi.
Ben yalnız Kralı, onun subaylarını, muhafızlarını değil, ayrıca tek bir söz etmeden krallık kervanının önlerinden
geçip gidişine bakan insanları, yol üzerindeki yoksul evlerde uyuyanları, şafakta tarlalara koşanları, ve başlarını kaldırıp krallığın bu çözülüşüne bakanları, bir an durduktan sonra atlarının, sabanlarının, o gün toplanmış, yağmur yüzünden yakılamayacak kadar ıslak olan yapraklarının ya da yollar boyu uzanıp giden otlarının başına dönenleri... kısacası halkı,
bugünün halkını doğurmuş olan o günün halkını, roman yazarlarının bugüne dek pek ihmal ettiği, günümüz romancısını esinlendirecek kadar açık bir görüntüsü kalmamış o halkı kafamda canlandırmak istiyordum.
Görüyorsunuz, şimdi ben de o ayakları tutmayan kralın yaşındayım, ama bana kalırsa kendi mesleğimde pek az
tecrübem var. Eğer yaşamım boyunca, harika bir öğretmen, doğuştan romancı, her şeyi olağanüstü ve çoğu kez korkunç efsaneler haline getiren doğuştan romancı bir insan, karım, ömrümün mutluluğu, hayatını kitabı halka indirmeye, kitaplıklar açmaya harcamış olduğu halde bugün buraya çağırmayı unuttuğunuz, ve işte bu yüzden yanımda bulunmayan Eisa Triolet hemen yanı başımda olmasaydı, belki de bu yaşantıyı (tecrübeyi) hiç bir zaman elde edemeyecek,
toplumcu gerçekçilik adı verilen, benim de katıldığım araştırı için, yani bilimsel uygulama için gerekli gözüpekliği hiç bir zaman gösteremeyecektim.
Ama burada olmayışı bana, belki de bir kocanın ağzına yakışmayan ve benimse hiç aldırmadığım her şeyi onu sıkıntıya sokmadan söyleyebilme olanağını veriyor:
Beni, yaşıma rağmen, onun bir öğrencisi
ve söylediklerini tekrarlayan biri gibi görmenizi rica ederim. Bugün onun Les Vantâmes armés (Silahlı Hayaletler) adlı romanını eline alacak her insan, geçen yılın 13 mayısından beri yurdumuzda geçmiş olayları, aklınıza gelebilecek en iyi siyasal söylevleri okumaktan çok daha iyi anlayacaktır. Olayları daima önceden kestirmeyi bilen Elsa Triolet’nin romana kazandırmayı bildiği bu garip tazelik, roman adına, yani Fransız dilinin, roman dilinin eski adına gerçekten lâyık bir romanın en güçlü, en şaşılacak özelliklerinden
biridir.
Biz erkeklerin, o aptalca erkeklik gururumuzla, kadınlardan öğreneceğimiz pek çok şey vardır, ama belki de, çoğu zaman bir romancı için pek gerekli olan şu derin kâhinlikten yoksun bulunduğumuz için, bu alanda öğreneceğimiz şeyler daha fazladır.
Ben, fikirlerimi hayalgücüyle biçimlendirmek, onlara
değişik kişilerin söyleyiş tarzını kazandırmak ve yazmak
konusunda Elsa’dan pek çok şey öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Onun bir uyarması üzerine işin başında tasarladığımdan çok daha ayrı bir biçime bürünmüş olan Les Cloches de Bâle’den (Bâle Kentinin Çanları) tutun da, yarı yolda terketmeye hazır olduğum atılganlıkları destekleyerek yazma cesaretini verdiği şu La Semaine sainte'e. (Kutsal Hafta) varana dek, yazdığım bütün kitaplardaki kavrayış inceliğini
ona borçlu olduğumu çok iyi biliyorum, ki bu incelik olmasa okurla yazar arasındaki alıp-verme gerçekleşemeyecektir.
Geçenlerde Fransa’nın en büyük kitap uzmanlarından birinin: "Büyük bir Fransız romanı olan bu küçük kitabı lâyık olduğu yere oturtacak hiç kimse yok mu acaba?" diye söz ettiği Monument (Anıt) gibi görüntülerini vermeyi bilen Elsa’nın günümüz edebiyatında nasıl bir yer tuttuğu günün birinde anlaşılacaktır.
Ben kendi payıma, bu küçük kitabı Stains kitaplığına
sunmakla zevk duyuyorum (Aragon, Stains kitaplığının
memuru Af. Thone’ye Monument’ın bir nüshasını uzatır.)
Kitaplığınızda yalnız roman bulunmayacak elbet, ama
bu açılış gününde ben roman üzerinde durmak istiyorum. Çünkü roman insanın büyük buluşlarından biridir, ve tekrar ediyorum, bu buluş, romanın Fransa’da doğmuş bir şey, bizim bir buluşumuz, bizim düşünce biçimimize uyan bir şey, hattâ daha bile öte, dilimize, yani ağzımıza, dudaklarımıza uyan bir şey olduğunu anlatmak istercesine eski Fransız dilinin adını taşımaktadır.
Ve sizlere romanı salık verirken, ciddi ve tepeden tırnağa siyasal romanlar seçmeyi aklımın köşesinden geçirmediğime inanın. Böyle bir şey düşünmek beni yanlış tanımak olur. Eğer roman insanları yetiştirmeye ve eğitmeye yarıyorsa, bu, içinde pek güzel, pek katkısız aşk hikâyeleri bulunuşundandır. Evet, kadınla erkeği birleştiren, yaşamın en yüce kaynağı olan aşkı bunca sık ele almış ve yüceltmiş bulunması romanın en büyük değerlerinden biridir.
Romanların insana kötü fikirler aşıladığını mı söylüyorsunuz? Haydi canım, yalnız daha önce kafası kötü fikirlerle dolu olanlara belki. Romanlar yolculuklara benzer, gençlere kişilik kazandırırlar. Örneğin ben, doktor olayım diye yolladıkları Üniversite’den çok, iyi ya da kötü, romanlara borçluyum birçok şeyi. Hey Ulu Tanrım! Ben, doktor
ha! Romanlar, seçmediğim bu onurlu alınyazısından kurtardı beni:
İnsan bedeninin hastalıklarıyla yetinemeyecek kadar çok roman okumuştum ve çok geçmeden de yazmaya
başladım, çünkü, görünüşte asık suratlı duran, ama yararlanmasını bilenler için, herkesin, en az yeteneğe sahip kadın ve erkeklerin bile aşka, güzelliğe, musikiye ve düşlerin büyüklüğü ile insanların insanlığını meydana getiren her şeye raslayabileceği bir tiyatro demek olan kitaplıklarda, tozlu bile olsalar, kitaplar içinde daima genç ve canlı duran hayalgüçleriyle beslenmiş düşlerimi yazıya dökmem gerekiyordu.
(*) 13 aralık 1958’de, Stains Belediye Kitaplığının açılışında verilmiş söylev.
Çeviren: Bertan Onaran
LOUIS ARAGON
Çağımızın Sanatı, S. 51-57

ŞİİRLERİ