"Amerika" denilince insanın aklına hemen New York, Amerikalıların dedeleri, yabanıl atlar, Cumhurbaşkanı Coolidge ve Amerika Birleşik Devletleri'ne ilişkin öteki şeyler geliyor.
Bu gariptir ama gerçektir.
Gariptir, çünkü Kuzey, Orta ve Güney olmak üzere üç Amerika vardır. ABD, Kuzey Amerika'nın tümünü kaplamıyor bile. Buna karşın üç Amerika'nın adını alıp kendine mal ederek tüm Amerika kıtasının adına sahip çıkmıştır.
Gerçektir, çünkü ABD kendisini Amerika olarak adlandırma hakkını komşu cumhuriyetlere ve sömürgelere korku salarak, zırhlı gemileriyle, dolarlarıyla baskı yaparak zorla aldı.
Benim üç ay gibi kısa bir süre için Amerika'da bulunduğum sıralarda, Meksika hükümeti kendi yeraltı kaynaklarını ulusallaştırmak isteyince, Amerikalılar buna engel olmak için Meksika'ya demir yumruklarun göstererek gözdağı verdiler. Venezüella'da halk hükümeti devirince, ABD devrik hükümete yardım etmek için birliklerini oraya gönderdi. İngiitere'yi kastederek borçlarını ödemesini, ödemediği takdirde bir buğday ambarı olan Kanadayı gözden çıkarması gerektiğini açıkça belirtti.
Fransızlara da aynısını yaptı. Fransa'nın borçlarının ödenmesine ilişkin olarak yapılan bir konferanstan önce Fransızlara yardım olsun diye Amerikan pilotlannı Fas'a gönderdi, ama sonra Faslılarla birdenbire dost oluverdi ve insancıl düşüncelerinden dolayı pilotlannı geri çağırdı.
Bununla açıkça şöyle demek istiyordu: Önce para, sonra pilotlar.
Aslında Amerika'nın ve ABD'nin bir ve aynı şey olduğunu herkes bilir. Başkan Coolidge en son kararnamelerinden birinde, hiç gereği yokken, ABD'lileri, yalnızca ABD'lileri Amerikalı sayarak bu duruma yasal bir konum kazandırdı. Amerika'nın birçok öteki cumhuriyetlerinin, hatta Amerika'yı oluşturan öteki Birleşik Devletler'in (örneğin Meksika Birleşik Devletleri'nin) şiddetli protestoları bir sonuç vermedi.
"Amerika" sözcüğü şimdi kesin olarak ABD'nin tekelinde bulunuyor. Peki ama, bu sözcüğün altında yatan nedir?
Bu Amerika nedir? Bu Amerikan ulusu, Amerikan ruhu nedir?
Ben Amerika'yı yalnızca trenden, vagonun penceresinden görebildim. Ama Amerika için bunun anlamı büyüktür. Çünkü tüm ülke baştan başa demiryolu ağlanyla örülü. Bu yolların kimi dörder, kimi onar, kimi de on beşer olmak üzere birbirine paralel gidiyor. Bunların hemen yakınında öteki demiryolu şirketlerinin kendi yolları uzanıyor. Tüm ülke için geçerli bir tren tarifesi yoktur. Çünkü bu yolların asıl amacı yolculara hizmet etmek değil, tersine dolar kazanmak ve komşu şirketlerle rekabet etmektir.
Bu nedenle, büyük bir kentin herhangi bir istasyonundan bilet aldığınızda, bu biletle gideceğiniz yer için en hızlı, en ucuz ve en rahat bir ulaşım yolunu seçmiş olup olmadığınıza güvenemezsiniz. Çünkü her posta trenine, hem ekspres, hem zamlı ekspres, hem de lüks ekspres deniliyor.
Bir tren Chicago'dan New York'a 32 saatte, başka bir tren 24 saatte, bir üçüncü tren 20 saatte gidiyor. Bu trenlerin hepsine de ekspres deniliyor.
Yolcular trene biniyor, biletlerini şapkalarının çevresindeki şeridin altına koyuyor. Orası öyle güvenilir bir yer ki, kontrolör geldiğinde bilet arayarak sinirlenmenize gerek yoktur. Çünkü, o alışkanlıkla elini şapkanızın şeridi altına sokup onu alır. Eğer orada biletinizi bulamazsa buna çok şaşırır.
Eğer siz Amerika'da en modern, en rahat sayılan ünlü bir Pullman yataklı vagonuyla yolculuk yaparsanız, o zaman sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez yapılan temizlik sırasında anlamsızca, aptalca çıkarılan gürültüler yüzünden tüm huzurunuz kaçar. Akşamları saat dokuzda vagonun içini darmadağınık ediyorlar. Tavandaki karyolaları indiriyor, yatakları açıyor, demir çubuklarla tutturuyorlar. Perdelerin halkalarını kornişlere takıyor, demir perdeleri büyük bir gürültüyle yerlerine geçiriyorlar. Tüm bu karmaşık tertibatlar ortasında, insanın ancak zorla geçebileceği küçük bir aralık bırakılmak üzere vagonun içine, boydan boya, her iki yana, iki katlı, perdeli yirmi yatak yerleştirmek için harekete geçiliyor.
Ortalık toplanırken, yatakları düzelten temizlikçi iki zencinin kıçı arasından geçip, yataklara gidebilmek için insanın cambaz olması gerekir
Bunların birini dönderiyor, vagonun ta sahanlığına dek çıkarıyorsunuz, çünkü iki kişinin özellikle merdivenle ikinci kata çıkabilmesi için, birbirine sürtünmeden yanyana geçmesi olanaksız. Ancak orada, onunla yer değiştirdikten sonra vagona geri girebiliyorsunuz.
Giysilerinizi soyunurken, bir Genç Hıristiyan Kızlar Örgütü'nün gene soyunmakta olan altmışlık bir kadın yöneticisinin, sizi azarlayan sözlerini duymamak için ikide bir düğmeleri açılan perdelerinizi açılmasınlar diye heyecanla sıkıca tutmak zorunda kalıyorsunuz.
Ortalığın toplanması sırasında bilmeden perdenin altından gözüken çıplak ayaklarınızı çekmeyi unutursanız eğer, orada salına salına yürüyen kalas gibi ağır, kahrolası zenciyi kızdırabilirsiniz. Sabahları saat dokuzdan sonra yataklar kaldırılıyor, karyolaları sökme, ortalığı toplama curcunası başlıyor ve vagonun içi gene "oturulur duruma" getiriliyor.
Bizim Avrupai konfora sahip ikinci mevki kompartumanlarımız bile, bu Amerikan Pullman sisteminden daha kullanışlı.
Beni en çok şaşırtan şey Amerika'da trenlerin, hiçbir önemli neden olmadan bile gecikmeleri.
Chicago'daki konferansımdan hemen sonra, (1) başka bir konferans için geceleyin Philadelphia'ya gitmem gerekiyordu. Yolculuk, ekspres trenle 20 saat sürüyor. Ama geceleyin, oraya yalnızca bir tren gidiyor. O da iki kez aktarmalı. Gişedeki memur aktarma süresinin beş dakika olduğunu ve aktarma treninin biraz gecikebileceğini söylemekle birlikte, benim ona yetişip yetişemeyeceğim konusunda garanti veremedi, vermek de istemedi. Bana böyle kaçamaklı yanıt vermesi, belki de rekabet eden şirketleri küçük düşürmek istemesinden ileri geliyordu.
Yolcular, istasyonlarda trenlerden çabucak iniyor, kereviz kökü satın alıyorlar. Aldıkları bu kereviz köklerini çiğneye çiğneye koşarak gene trene, yerlerine dönüyorlar.
Kereviz kökünde demir var. Demir, Amerikalılar için yararlıdır. Amerikalılar kerevizi seviyorlar.
Yolculuğum sırasında Rus tipi yabanıl çalılıklar, alacalı bulacalı formalar giyinmiş futbolcuların, içinde oyun oynadıkları futbol sahaları bir görünüp bir kayboluyor. Bir de teknik, teknik, teknik... Bu teknik durmuyor, bu teknik sürekli büyüyüp gelişiyor. Yalnız bu tekniğin garip bir özelliği var: insan dışardan bakınca, bu tekniğin daha bitmemiş ve geçici olduğu izlenimi ediniyor.
Fabrikaların duvarları sanki bir günlük, bir yıllıkmış gibi, daha bitmemiş durumda.
Telgraf direkleri, hatta, çoğu zaman, tramvay direkleri bile hep ağaç.
Kentin yarısını havaya uçurmak için, bir kibritin bile yeterli olabileceği, büyük gaz depoları büsbütün korunmasızlarmış gibi görünüyor. Buralara yalnızca savaş sırasında bekçi koyuyorlar.
Bu nasıl açıklanabilir?
Ben, Amerika'nın gelişmesinin aç gözlü ve fetihçi yapısına bağlı olduğunu sanıyorum.
Buradaki teknik, evrensel Alman tekniğinden daha ileri bir durumda. Ama bu teknikte eski teknik kültürün, yapıları yalnızca üst üste yığmakla yetinmeyen, tersine fabrikanın tümüyle öteki bölümleri, ister parmaklıkları, ister avlusu olsun, arasında uyum olmasını zorunlu kılan kültürün izleri görülmüyor.
Beacon kentinden yola çıktık (New York'a arabayla altı saat). Yolda hiçbir trafik işareti olmadığından, tamamen yeni yapılan ve üzerinden arabaların geçmesi için hiç yer bırakılmayan bir yola düştük (öyle görülüyor ki, yolun sahipleri yolu kendileri için yapıyor ve rahatlıklığını da önemsemiyorlar gibi). Yan yollara sapmak zorunda kaldık. Yolumuzu, ancak karşımızdan gelenlere sorarak bulabildik. Çünkü, yolda yön gösteren hiçbir trafik işareti yoktu. Almanya'nın en sapa bir bölgesinde bile böyle bir şeyi asla düşünemezsiniz.
Amerikan yapılarının o tüm büyüklüklerine, Amerika'nın, Avrupa için erişilmez olan, bina yapımındaki o tüm hızına, Amerikan gökdelenlerinin yüksekliğine, konforuna ve iç oylumuna karşın, Amerikan evlerinin iç düzeni, genel olarak, insanda gene de geçici bir süre için yapılmışlar gibi garip bir duygu uyandırıyor.
Belki ben öyle sanıyorum.
Öyle sanmamın nedeni: Büyük bir evin çatısı üzerinde büyük oylumlu bir su tankı duruyor. Kentin Su İşleri Müdürlüğü, evlerin altıncı katına kadar su veriyor. Daha üst katlarda oturanlar sularını kendileri sağlamak zorunda. İnsan, Amerikan tekniğinin sonsuz gücüne inandığında, böyle bir evin ivedilikle yapılmış olduğu ve işi biter bitmez hemen yıkılacağı duygusuna kapılıyor.
Amerikan evlerinin bu özelliği, tamamen geçici bir süre için yapılmış olan binalarda çok daha tiksindirici bir biçimde görülüyor. Rockaway Beach'e gittim (New York'un orta halli insanlarının oturduğu, plajı olan bir sahil kasabası). Kıyıyla bitişen bu denli iğrenç yapıları hiç görmemiştim. Ben, sigara kutusu gibi böyle bir evde iki saat bile oturamam.
Standart olarak yapılmış evlerin hepsi, kibrit kutuları gibi, birbirine benziyor. Hep aynı biçimde, hep aynı adı taşıyor. Bu evler, tıpkı pazar akşamları Sokolnikov'dan dönen ilkyaz tramvaylarının yolcuları gibi birbirlerine yapışık duruyor. Tuvaletin penceresini açınca, komşu evin tuvaletinde olup biten herşeyi görebiliyorsunuz. Ama, eğer komşunun kapısı biraz aralıksa, o zaman, öteki komşuların tuvaletlerini de görebiliyorsunuz.
Evler, geçit törenlerindeki askerler gibi, kıyı şeridi boyunca yan yana uzanıp gidiyor. Bu evlerin yapı malzemesi öyle gözenekli, öyle iletken ki, aradaki duvarlardan komşu evde sevişenlerin her inleyişini, her fısıltısını duymak bir yana, hatta komşunun sofrasındaki yemeklerin kokusunu en ince ayrıntılarına kadar alıyorsunuz.
Böyle bir kasaba, taşranın, dedikodunun evrensel ölçüde en gelişmiş bir aygıtı durumunda.
Hatta en yeni, en modern evler bile geçici bir süre içinmiş gibi duruyor. Çünkü, tüm Amerika'da, özellikle New York'da durmadan sürekli bina yapıyorlar. Yirmi katlı ev yapmak için on katlı evi, otuz katlı ev yapmak için yirmi katlıyı, kırk katlı ev yapmak için otuz katlıyı vb. yıkıp yıkıp yeniden yapıyorlar.
New York'da her adım başı taş yığınlarına, çelik
çerçevelere rastlıyor, matkap sesleri çekiç vuruşları duyuyorsunuz.
Gerçek ve büyük bir bina yapma tutkusu.
Amerikalılar en iyi oynadıklan, en ilginç bir oyunu, sanki bininci kez oynuyorlarmış gibi öyle bina yapıyorlar. İnsan, yetenek ve ustalık isteyen bu oyuna bakmaktan kendini alamıyor.
Düz bir yere bir toprak kazma makinesi koyuyorlar. Makine, kendine yaraşır bir sesle toprağın içini kemiriyor, kemirdiği bu toprakları emerek dışarı çıkarıyor ve hemen oradan sürekli gelip geçen kamyonların içine tükürüyor. Yapım yerinin ortasında çelikten bir vinç yükseliyor. Vinç, büyük çelik boruları alıp yukarı kaldırdıktan sonra, küçük çivileri çakar gibi, buharlı bir çekiçle, sanki tüm teknik nezle olmuş gibi soluyarak, vura, vura onları sert toprağa çaluyor. İnsanlar yalnızca çekicin borunun üstüne iyice oturmasına yardım ediyor ve bir su düzeciyle eğikliğini ölçüyor. Vincin öteki pençeleri çelik direkleri ve kirişleri alıp yukarı kaldırıyor, hiç sarsmadan monte edilecekleri yerlere götürüyor. Bundan sonrası kaynakla, vidayla tutturmaya kalıyor.
Kıyı burnunun arkasındaki bir evin, sanki yerden biterek yükselişi gibi, bina yükseldikçe onunla birlikte vinç de yükseliyor. Bir ay sonra, kimi zaman daha da önce, vinci yerinden söküyorlar. Ev artık hazırdır.
Ev yapımında kullanılan yöntemler ünlü top yapım yöntemini anımsatıyor (bir çukur kazılılyor, sonra içine sıvı çelik dökülüyor, oluyor sana bir top) : içi boş bir küp alıyorlar, vidayla sıkıştırarak çelik parçalarını iyice tutturuyorlar. Ve böylece ev bitmiş oluyor. Yirmi katlı Cleveland Otelini şiirsel bir coşkuyla karşılayan bir insanın ciddi davranması güçtür. Bu otelin çevresinde oturanlar onun hakkında şöyle diyorlar: "Bu yapı bizim yerimizi çok daraltıyor (tıpkı tramvayda denildiği gibi : "Lütfen. sıkışın") Bu nedenle otelin yeri değiştirilmeli ve buradan göle doğru on blok ileriye götürülmelidir."
Ben bu otelin yerini kimin, nasıl değiştireceğini
bilmiyorum. Ama böyle bir bina bir kez sahibinin
elinden çıkacak olursa çoğunu kızdırabilir.
Beton yapılar on yıl içinde büyük kentlerin yüzünü tamamen değiştirecekler.
V.G. Korolenko,(2) bundan otuz yıl önce, New
York'u gördükten sonra şöyle yazmıştı : "Kıyıda, hafif sisin arasından altı, yedi katlı büyük evler görünüyordu..."
Bundan on beş yıl önce New York'u gördükten
sonra Maksim Gorki, (3) bu konuda bize şu bilgileri
veriyor : "Kıyıda, yandan yağan yağmurun arasından on beş, yirmi katlı evler görünüyordu."
Bu yazarlarca, görüldüğü gibi, benimsenen kuralların çerçevesi dışına çıkmamak için benim de şöyle yazmam gerekirdi: "Yandan yükselen sisin arasından kırk, elli katlı, oldukça büyük evler görülüyor..."
Ama geleceğin şairi, böyle bir geziden sonra, şöyle yazacaktır : "New York'un kıyısından yükselen kaç
kat olduğu bilinmeyen gökdelenler arasından ne bir sis, ne yandan yağan bir yağmur, ne de herhangi bir hafif sis görülüyor.
Çeviri: Mehmet Özata
(1) Chicago'daki konferansımdan sonra, gece hemen Philadelphia'ya gitmem gerekiyordu... : Mayakovski 2 ve 20 Ekim tarihlerinde, Chicago'da konferans veriyor. Philadelphia'daysa 5 ve 23 Ekim günlerinde... Burada sözü edilen konferans, 23 Ekim 1925 günü yapılıyor.
(2) V. G. Korolenko 1893'de ABD'yi ziyaret ediyor. Mayakovski Korolenko'nun bu ziyaretini anımsıyor, onun "Dilsiz" adlı öyküsündeki New York betimlemesinden alıntı yapıyor.
(3) Maksim Gorki 1906'da ABD'yi geziyor. Mayakovski onun bu gezisiyle ilgili "Sarı Şeytan Kenti" adlı yergili yazısından alıntı yapıyor.
VLADIMIR MAYAKOVSKI
Amerika'yı Keşfim, S. 90-97

ŞİİRLERİ