ÖLÜMÜNÜN ELLİNCİ YILINDA
MAYAKOVSKİ'Yİ DÜŞÜNÜRKEN

Mayakovski öleli yarım yüzyıl geçmiş. Fakat günümüzde yaşayan bir şairden söz eder gibi söz ediyoruz adından. Öylesine güncel. Yaşamı, yapıtları, eylemi.

Otuz yedi yıl yaşamış. (1893-1930). Bu otuz yedi yıllık yaşama sığdırabildikleri ise gerçekten olağanüstü, başdöndürücü. Bir kaç cilt dolusu şiir. Hem de sadece kendi ülkesinde değil tüm dünyada yüzyılın şiirini derinden etkileyen türden.

Pantolonlu Bulut, 150.000.000, Lenin Destanı, Ekim Destanı, Seviyorum v.b. gibi görkemli başyapıtlar var aralarında. Üç oyun. Üçü de yine sadece kendi ülkesinde değil tüm dünyada çağdaş tiyatronun başyapıtları arasında. Yığınla senaryo, makale, afiş, desen, poster. Senaryolarını yine kendisinin yazdığı ve Sovyet sinemasında yeri olan iki filmde başrol oyunculuğu. Ülkeyi baştan başa dolaşarak şiir üstüne konferanslar, eylem adamlığı, ajitatörlük. Bu arada bir Fransa, bir Kuzey Amerika, bir Küba ve Meksika yolculuğu... Tüm bunların otuz yedi yıllık bir yaşama sığdırılabildiğine inanmak kolay değil.

Mayakovski'nin gücü nereden geliyor? Bunu kavrayabilmek ve bir kaç sözcükle aktarabilmek de kolay değil. Rusçayı öğrenmeye başlayan herkes gibi, benim de bir hevesle yapıtlarına ilk elde sarıldığım şairlerden biri Mayakovski'ydi kuşkusuz. Fakat granit bir kayaya çarpmışcasına sersemlemiştim bu ilk denememde. Tek bir sözcüğünü, tek bir dizesini anlayamıyordum.

Oysa, sözgelimi Puşkin gibi, Lermontov gibi 19. yüzyıl Rus şiirinin büyük şairlerini rahatlıkla okuyup anlayabiliyordum artık o sırada. Sonraki bir kaç denemem de yine başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak 1970 yılında Halkın Dostları dergisinde iki şiirini çevirip yayınlayabildim. Lenin Destanından bir bölümle, Dökmeci İvan Kozirev'in Yeni Evine Yerleşmesinin Öyküsü. Fakat itiraf ederim ki o sırada da Mayakovski'nin tadına varabilmiş değildim henüz.

Sonra Sovyetler Birliğinde bulunduğum iki yıl süresince, yapıtlarının tümünü değilse de tümüne yakınını okudum. Bundan başka, gerek yaşamı, gerek yapıtları üstüne yazılmış pek çok şey okudum. Kendi adını taşıyan alandaki görkemli anıtının önünden pek çok kez geçmişliğim olmuştur. Ve çok düşündüm. Kişiliği üstüne, şiiri üstüne, intiharı üstüne.

Bugün yine de Mayakovski'nin şiirini bütün boyutlarıyla kavradığımı söyleyebilecek durumda değilim. Fakat bu şiirin tadını duyabiliyorum artık. İnsanı hayran bırakan, şaşırtan, üzen, güldüren, düşündüren. Ve bir başladınız mı, artık alıp götüren bir şiir. Gerek içeriğin dize dize yoğunlaşıp sonuca doğru gelişmesi, gerek dizelerin birbirlerine zincirleme bağlanışındaki eşsiz şiir ustalığı, akıcılık, ritm, uyak, mecaz, sözcük hünerleriyle.. Bazen tokat gibi patlayan, bazen yürek burkan duygululukta, bazen insana kahkaha attıracak kadar ironik imge ve betimleriyle.. Ve bir duygu durumundan bir başka duygu durumuna, öfkeden hüzne, duygululuktan ironiye, iğneleyici ya da azarlayıcı bir sözden, pırıl pırıl, saf bir yaşama sevincine, bir çocuk içtenliğine geçişlerdeki başdöndürücü beklenmediklik, insancalıkla...

Her dizesinde, yaşayan bir insanın nabzının atışlarını duyar gibisinizdir. Sesinin tonunu... Yalvaran, rica eden, öfkeyle yükselen... Olağanüstü titiz şiir işçiliğine, her bir sözcük, dize ve şiirin bütünsel kurgusu üzerinde gerçekten bir kuyumcu hüzeri ve özeniyle çalışmasına karşın, Mayakovski'nin şiiri böylesine içten gelme, böylesine kurgusallıktan, yapaylıktan uzak, yaşanılan şey sanki o sıcak yaşama anında şiirleştiriliyormuşçasına doğaçtan gelme izlenimi uyandıran bir şiirdir...

Ve sanırım Mayakovski'nin şair olarak yüceliği de işte bu bileşkeden kaynaklanıyor. Bütün derinliğiyle, bütün ayrıntıları ve boyutlarıyla gerçekten yaşanmış, algılanmış, düşünülmüş olan şeyin, şiir zanaatına özgü tüm araç ve gereçlerin seferber edilerek, ve bu yolda yeni araç ve gereçler de yaratılarak dile getirilmesindeki bileşkede...

Bu bakımdan, gerçek anlamıyla yaşanmamış, acısı çekilmemiş, sevinci ya da kaygısı duyulmamış herhangi bir duygu ya da düşünceyi, salt şiir zanaatının hüneriyle şiirleştirebileceklerini sananların da; gerçekten yaşadıkları, kaygısını duydukları bir düşünce ya da duyguyu şiir zanaatının hünerlerine boşvererek söylemekle şiire varabileceklerini sananların da, yani hepimizin, Mayakovski'nin verdiği bu örnekten öğreneceğimiz çok şey var.

Türkiye ilginç bir ülke... İnsanlarımız, hele aydınlarımız, yüzeysel, üstünkörü, rahat yargılara varmaya çok yatkın. Bizim kuşaktan bir önceki kuşağın bir şairinin, bir kaç yıl önceki bir konuşmamızda "Şu Mayakovski hiç de şişirildiği kadar önemli bir şair değilmiş meğer" anlamında bir şey söylediğini anımsıyorum. Türkçeye yapılmış kırık dökük, kimisi de yanlış bir kaç çeviriden yola çıkarak varabiliyordu bu yargıya. Böyle bir yargıya çabucak varmak ve yargısından hiç bir kuşku duymamak, belki de rahatlatıyordu onu.

Bir başka gün, yine yabancı dil bilmeyen ve Mayakovski üstüne türkçede yayınlanmış birkaç parça şeyi görüp, okumuş olduğunu da sanmadığım bir romancı arkadaştan, Mayakovski'nin neden intihar etmiş olabileceğine ilişkin yarım saate yakın bir söylev dinlediğimi anımsıyorum.

Gerçekten de, Mayakovski neden intihar etti? Sözkonusu olan kişi, insanlığın bugününü ve geleceğini temelden etkilemiş bir devrimin şiir alanında en büyük sözcüsü sayıldığına göre, kişisel, olağan bir ölüm olarak bakılamaz böylesi bir ölüme.

Nazım Hikmet 1930 yılında yayınlanan "Muazzam Şair Mayakovski Neden İntihar Etti?" başlıklı yazısında bu sorunun yanıtını arıyor ve yine Sovyet devrimi yıllarının bir başka şairinin, Demyan Bedni'nin yargısına katıldığını belirterek sonuçlandınyor yazısını:

"Ağır bir hastalık, rastlansal bir yalnızlık ve kişisel bazı acıların birleştiği bir anda, eski, bireysel içgüdüler harekete geldiler. Eski Mayakovski yeni Mayakovski'yi bir zayıf anında yakalayıp öldürdü..."

Mayakovski'nin intiharından burjuva dünyasında Sovyet devrimini karalamak için ikiyüzlü bir tutumla yararlanıldığı bir sırada ve yazının yayınlandığı 1930 yılı düşünülürse, 27-28 yaşlarında genç bir adam olan Nazım Hikmet'in böyle bir açıklamayı aktarması yararlı ve gerekliydi kuşkusuz. Ama bugün konuya daha yakmdan, daha derinliğine bakmamız gerektiği kanısındayım.

"Ağır bir hastalık, rastlansal bir yalnızlık ve kişisel bazı acılar..." Bunlar anlaşılabilir. Ekim Destanı'nı ülkesinde okuyarak dolaşırken yanında yazman olarak bulunan P. İ. Lavut'un anılarında, sık sık yinelenen ve her seferinde şairi yatağa düşüren müzmin bir gripten söz ediliyor. İntihar ettiği sırada yine hastaymış. Bir takım gönül kırıklıklarından söz edildiğini de anımsıyorum bu kitapta. Fakat kuşkusuz, her zaman sevdiği kadın Lili Brik olmuştu. «Seviyorum» adlı uzun şiirinde şöyle diyor Mayakovski:

"Bilirim nerdedir yüreği başkalarının / göğüs kafesinde - bunu herkes bilir / bendeyse / çıldırdı anatomi / baştan ayağa yüreğim ben / her yanımda küt küt atmada.

Şiirin bir başka yerinde şu dizeler var:

sen geldin / hamarat, becerikli / baktın şöyle bir / o böğürtünün / o boyun posun / ardındaki çocuğu görüverdin. / Kapıp / aldın yüreğimi / ve başladın / oynamaya / topuyla oynayan küçük bir kız gibi..."

Bu "baştan ayağa yürek" adamın dev gibi boyunun posunun, dillere destan bas sesinin ardındaki çocuğu gören kadın (ya da kadınlar), ondaki sevme, bağlanma yeteneğini değerlendirebildi mi, yoksa oynadı mı onunla? Bu, ayrıntılarıyla, bir başka konu. Fakat Mayakovski'nin kendini öldürmesinde, sevdiği kadın (ya da kadınlarca) yeterince değerlendirilmeyişinin yalnız bırakılışların ve yine bu konuya ilişkin olarak, tutkulu kişiliğinden gelen başka bazı sorunların, üzüntülerin payı olsa gerektir.

Arkadaşı şair Aseyev, 1940 yılında yazdığı güzelim destanının, "Mayakovski Başlıyor" un bir yerinde şöyle diyor:

"Kucaklardı onları / opera jestlerine /başvurmadan / ağdalı / lirik numaralara. / Kucaklardı onları / boşkafa, kibirli / narin endam / ve uzun bacakh ahmakları. / Daha akıllı / ve dikkatli olanlarıysa /çekilirlerdi bir kıyıya: / "Ateşle oynanmaz!" / ısınırlardı / ailesel mutluluklannda. / Bastırıp yargıyı: / "Huzur yok bu adamda!"

"Eski Mayakovski yeni Mayakovski'yi öldürdü..." Bütün şablonlar gibi ilk elde akla yatkın ve çekici görünen bu yargının altındaki anlamları görebilmek içinse, devrim sonrasındaki Sovyet Rus edebiyatının bazı olgularını gözden geçirmek gerekiyor.

Devrimin ilk yıllarında kurulup gelişen "Proletkult" (Proletarya Kültürü) hareketi "arı proletarya kültürü" yaratma amacı peşindeydi. Böyle bir amacın geçersizliği, marksizme aykırı felsefi özü, daha o yıllarda ortaya konulmuş, ve hareket dağılmıştı. 1925 yılında RAPP (Proleter Yazarlar Rusya Birliği) adıyla bir başka örgüt kuruldu.

Aralarında Furmanov, Fadeyev gibi yeni Sovyet edebiyatının öncü ve önemli yazarlarının da bulunduğu RAPP'çılar, klasik mirastan yararlanma konusunda proletkultçuların sekter tutumuna karşıt bir konumda bulunuyorlardı. O günün ede-biyat akımlarında bireyci, biçime' tutumlara karşı sanatsal yaratıda "dünya görüşü"nün önemini vurgulayarak önemli bir işlev görüyor, fakat eleştirilerinde çoğu kez siyasal slogancılığa, şematizme düşmekten kurtulamıyorlardı.

Örgütün sekreteri L. Averbach, "sanatsal yaratıda diyalektik -materyalist yöntem" kavramını ortaya atmış, konuyla ilgili bugünkü marksist literatürde "kaba sosyolojik yöntem" diye adlandırılan bir tutumla dönemin edebiyat yapıtlarını eleştirmeye girişmişti. Aseyev'in sözünü ettiğim destanında, o yılların Sovyet edebiyat ortamında esen bu hava şu çok etkili dizelerle betimleniyor:

"O zaman / ortaya çıktı / edebiyatta da / dudaklarında / kalaylı alıntılar / kedi yürekli / fakat buzağı postunda / edebiyat gansteri / Averbach. / Bir kel edinmişti / ilk gençliğinden / ve gayretle / oğuştururdu kelini. / Herkese / dünya boş ve düzdür / ve gençlik diye / bir şey yoktur / dercesine / ....... / Çok geçmeden / bu çıplak kafatası / tüm edebiyatın / üstünde parladı. / Bir çete / kurdu kendine / beceriyle; / yitirilecek / hiç bir şeyi / olmayanlardan / ve yol gösterdi / onlara /akıl ve / iş verdi / ve öğretti / kellerini oğuşturmayı..."

RAPP'çılar, proleter kökenli olmadıkları v.b. gerekçelerle Gorki, Mayakovski, Aleksey Tolstoy gibi yazarları kendilerinden saymıyorlar, devrimin "yol arkadaşı" diye adlandırıyorlardı onları. Bir sloganları da "şiirin Demyanlaştırılması", yani herkesin Demyan Bedni'ninkiler gibi salt siyasal içerikli, salt siyasal işlev yüklenmiş, biçim açısından da daha çok folklor kaynaklarına dayanan bir şiir yazmasının sağlanmasıydı...

Böyle bir anlayışın, Mayakovski'nin çok yönlü, tutkulu, enerjik şiirini ve kişiliğini benimseyebilmesi, fütürist döneminin gözüpek imgelerle yüklü, isyancı, ritmik şiirleriyle olgunluk dönemindeki "partili" şiirleri arasındaki gerek içsel, gerek biçimsel bağlantıyı, kan bağını görebilmesi, bir başka deyişle, bu iki dönem arasında bir kopukluk, bir karşıtlık değil, bir bütünlenmenin, aşamanın söz konusu olduğunu kavrayıp değerlendirebilmesi olanaksızdı.

Maysakovski 1926 yılında "Proleter Şairlere Mesaj" adlı ünlü şiirini yazdı. 1930 yılında RAPP örgütüne üye oldu. Fakat RAPP' çılar onu hiç bir zaman gerektiğince benimseyip kendilerinden saymadılar. Dönemin resmi kimlikli sayılabilecek eleştirmenleri o dönemde toplumsal bir eleştiri yükü taşıyan şiirlerini kötülüyor, bireycilikle suçluyor, oyunlarını kabaca aşağılıyorlardı.

Öte yandan, eski fütürist çevreden kişisel arkadaşlarınca da, RAPP'çılarla dostça bağıntı kurma girişimlerinden ve bu örgüte katılmasından ötürü kınanıyordu. Tüm bu ayrıntılar, sanırım, yaşamına kendi eliyle son verişinin toplumsal nedenleri üzerine düşünmemize de ipuçları verecek niteliktedir.

Yirminci yüzyıl şiirinde Mayakovski, çok yönlü, büyük, gözüpek bir yaratıcı yeteneğin, çocuksuluğunu hiç bir zaman yitirmeyen bir içtenliğin, son sınırında bir özveri ve bağlanma erdeminin, şairin bireyselliğinden hiç bir şey yitirmeden, tersine, onunla özdeşleştirmeyi, kaynaştırmayı başararak kitlelerin, çağın ateşini, dinamizmini şiire getirebilmenin ölümsüz örneğidir.

Kaç sanatçı, "Şiir Nasıl Yazılır" (Yapılır) da, onun yaptığı gibi, kendi zanaatının gizlerini hiç bir büyüklük, kıskançlık, kibir taslamadan sayıp döker? Kaç sanatçı bireysel olanla toplumsal olan arasında onun kurabildiğince canlı bir bağıntı, bir özdeşlik kurabilmiştir? Kaç sanatçı kuramsal olanla pratik arasında onun aradığınca canlı bir bileşke aramış ve kurabilmiştir bu bileşkeyi?

Bütün bu özellikleriyle Mayakovski, çağımız sanatında dev bir meşale, bir yol gösterici olarak yanıp duruyor. Elli yıldır ışığından hiç bir şey eksilmeden. Bize sadece nasıl sanatçı olunabileceğini değil, nasıl insan olunabileceğini de anlatarak.

ATAOL BEHRAMOĞLU
Sanat Emeği, Nisan 1980, S: 26, S. 13

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI