BUGÜNÜN DİLİYLE MEVLÂNÂ
ÖNSÖZ

Büyük hakîm, büyük şair, büyük insan Mevlânâ Celâleddin'in yirmi beş bin, altı yüz on sekiz beyitlik «Mesnevî»sinden başka yirmi beş bin beyte yaklaşan büyük bir divanı vardır. Vezinlere göre alfabetik tertibe uyularak yirmi bir divanla rubailerden meydana gelen bu divana, bu yüzden büyük divan anlamına «Dîvan-ı Kebîr» denmiştir.

Mevlânâ, divandaki şiirleri de «Mesnevî» gibi irticalen ve çoğunu birer münasebetle söylemiştir. O, semâ' ederken şiir söylemeye başlar, şiirlerini yazmakla vazifelenen ve sır kâtibi anlamına «kâtib-al-esrâr» denen kişilerden hangisi bulunursa derhal o şiirleri kaydederdi.

Mevlânâ, şiiri bir gaye değil, bir vasıta sayar. «Fîhi mâ-fîh»inde bu fikrini bizzat kendisi açıklar. Bu bakımdan onun her şiirinde bir öğretme kaygısı, bir telkin cehdi vardır. Fakat bir yandan dünyadan, tabiattan ayrılmayışı, bir yandan derin, geniş, sınırsız bir dünya sevgisi, insan ve insanlık aşkı, yaşayışa bağlanış, bir yandan da kuvvetli bir görüş kabiliyeti, canlı bir hassasiyet, bu şiirlerdeki didaktik unsuru lirizmle yoğurur, âdeta belirsiz bir hale getirir.

Mevlânâ, devrine kadar kurulmuş, bünyeleşmiş, hatta olgunluk devresine girmiş olan İslâmî bilgide gerçekten de pek ileri bir erdi. Bundan başka Arap ve Fars edebiyatlarını pek mükemmel biliyordu. Rumca şiirleri bulunduğuna göre bu dili de bilirdi. İhtimal Yunan filozoflarının eserleriyle Yunan şairlerinin şiirlerini ana dilden okuyordu. Onun gibi mezheplerin değil, dinlerin bile üstüne çıkmış bir adam, şüphe yok ki arada bir konuk olduğu, hatta birbiri üstüne üç dört gece konuk olarak kaldığı Eflâtun manastırının dost rahibine din teklif etmezdi. Elbette bu ârif rahiple bambaşka şeyler konuşurdu.

Gerçek bir bilgi, canlı bir hassasiyet, bir zerreyi bile ihmal etmeyen bir görüş kabiliyeti, kuvvetli bir tedai kudreti, yaşayış aşkı ve insanlık sevgisi, küçük, yahut büyük bir olay dolayısıyla Mevlânâ’yı dile getirmede, Mevlânâ, semâ' ederken vecd içinde konuşmadaydı. Vezne, kafiyeye pek de önem vermeden söylenen bu sözler, onun ölmez şiirleridir işte.

Mevlânâ’da, ondan önce kalıplaşmış ve donmuş olan tasavvuf, nasıl canlı, insanî, reformcu, bencilikten tamamiyle uzak ve moralist bir sistem haline gelmiş, bütün varlığı kavrayan bir aşk görüşü olmuşsa, şiir de onun ağzında aynı inancın, aynı aşkın, aynı görüşün ifadesi olmuştur.

Mevlânâ, bir divan şairi olmakla beraber vezinden, kafiyeden hoşlanmıyordu. Vezin ve kafiye, söze, harfe bile sığmayan mânayı kayıt altına almadaydı. Divan edebiyatında, hemen her şairde, divan tekniğinden, hele kasidelerde kafiye darlığından şikâyet vardır. Fakat bu şikâyet, bir gerçek payını taşımakla beraber pek de ciddî değildir. Mevlânâ’daki şikâyetse pek ciddîdir, ileri bir görüşün ifadesidir.

«Ben kafiye düşünürüm; sevgili bana der ki: Yüzümden başka hiçbir şey düşünme. A benim kafiye düşünenim, rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin. Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, sesi, sözü birbirine vurup paramparça edeyim de seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım» sözleriyle

«Ey ezel padişahı, şu beyitten, gazelden de kurtuldum artık. Müfteilün müfteilün müfteilün öldürdü beni. Bir yanıltmacadan ibaret olan kafiyeyi sel aldı götürdü. Zaten şairlerin kafalarının harcı, kabuktan ibaret, kabuktan»

ve

«Tanrı şiir için kafiye aramaktan başka bir dert vermedi bana. Sonucu ondan da kurtardı beni. Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt at. Manalar zaten harfe, esintiye sığmıyor, anlatmak istiyorum amma onlar, bu dilekten üstün» mülâhazaları, sözümüzü ispat eden açık delillerdir.

Bir başka gazelinde de «Sus, bundan böyle şiiri de, kafiyeyi de bizim cinsimizden olmadığı için, gayret edeceğiz, boşlayacağız, artık onlara da aldırış etmeyeceğiz» demektedir.

Yaşayışı ve kâinatı daimî bir oluş, durmayan bir değişme ve yenilenme gören ve «şu hem var, hem yok olan dünyadan azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar» diyen Mevlânâ, «Can tenceresinden kanlı köpükler saçmak, iki cihanın sözünü de bir ağızdan, bir hamlede söyleyivermek istiyorum» derken hep bu yeniliği, değişmeyi, bu oluşu düşünmede ve gününün Ahmed’i olduğuna inandığından yıpranmış konularla şairler tarafından gevelenmiş mazmunları söylemeyip yepyeni şeyler söylemeyi istemektedir. Bunu başarmıştır Mevlânâ ve kendisi de bu başarısını şöyle bildirir:

«Eski mallar satanların nöbeti geçti. Yeni şeyler satıyoruz. Bu pazar, bizim pazarımız şimdi».

Mevlânâ, Arap edebiyatını pek iyi bilir. Bilhassa Mütenebbî’ye pek düşkündür. Birçok şiirlerinde çöl havasını duyarız, ayaklarımız kumlara batar. İran edebiyatını bildiğini söylemeye bile lüzum yoktur. Onun şiirini ören unsurlardan biri, mazidir. Hind - Iran ve Yunan mitolojisi. Mukaddes Kitap’ta ve Kur'ân’da geçen hikâyeler, bu hikâyelerin çeşitli tesirlerle aldığı şekiller, sonradan klasikleşmiş Arap ve İran halk hikâyeleri, bütün bunlardan meydana gelen kalıplaşmış mazmunlar, bütün genişliğiyle Mevlânâ'nın şiirinde yer alır.

Mevlânâ’nın şiirlerindeki ikinci unsur, halk unsurudur. Zaten onun dili, halk dilidir, halk Farsçasıdır. Bu Senâî ve Attâr’da da vardır. Fakat onlar, tavsiflerinde zamanın klasik Farsçasına başvurmuşlardır. Halbuki Mevlânâ, ne Mesnevî’sinde, ne Dîvân’ında, ne de nesirlerinde zamanının klasik Farsçasını kullanmamıştır. Mektuplarında bile meramını anlatırken halk dilini kullanmıştır.

Burda şunu da bilhassa kaydedelim: Mevlânâ'nın, Mesnevî'deki üslûbuyla Dîvân’ındaki üslûbunun ayrı olduğu hakkındaki kanaat tamamiyle yanlıştır. Netekim Mevlânâ’nın, Mesnevî'de didaktik, Dîvân’da lirik bir hüviyet taşıdığı hakkındaki söylentiler de böyledir. Mevlânâ Mesnevî’de neyse Dîvân’da da odur.

Mevlânâ, halk dilini şiir dili olarak kullanmıştır. Onun şiirlerinde, halk dilinin bütün hususiyetlerini, bütün halk tabirlerini buluruz. O, halka halkın diliyle hitap etmiş, tekellüften kaçınmış, hayatında olduğu gibi şiirinde de halktan ayrılmamıştır. Zaten açıkçası, Mevlânâ, halkla konuşur, bu konuşma, şiir olur.

Dîvân'daki şiirlerinde de Mesnevî’de olduğu gibi bazı hikâyelere girdiği olur. Zaten o, her iki eserinde de, anlatmak istediği fikrin bilgisini yapmaz, bilgiyi halka, halk anlayışına göre ve hikâyelerle, temsillerle sunar, onu, öyle bir hale getirir ki anlaşılmamasının imkânı kalmaz.

Mevlânâ'nın şiirlerinde halk hikâyeleri gibi ata sözleri, halk mecazları, halk inanışları, büyük bir yer alır. Hatta onun şiirleri, bu halk unsurlarıyla yoğrulmuştur.

Mevlânâ'nın şiirindeki üçüncü unsur tabiat ve hayattır. Kışın zulmü, baharın lûtfu, güzün hüznü, tarlalar, tohum, değirmen, toprak, dere, dereye banılan kuru ekmeğe katık olan nane, şehir, köy, pazar, sonra dağ, tepe, ova, oklukirpi, tuzak ve tane, arslan, timsah, köpek, kedi, karınca, sinek, hattâ sineğin, elleriyle başına vurması, gölcük, saman çöpü, yelden perişan olan sivrisinek, yağmurla hayat bulan çayır çimen, kasırga, kum, Bozkır, çöl, kaya...

Dam kenarı, duvar, ışık, güneş, çeşme ve testi, deniz ve dalga, gemi, geminin alabileceği son yük, yüzmek, yüzerken ağzını açıp kapayamamak, balık ve balığın feryat edemeyişi, ormanlar, ormanlarda gizlenen arslan, arslanları avlayan ceylânlar... Ordugâh, ordugâhta dalgalanan bayrak. Bütün bunlar, onun istiarelerini ören şeylerdir.

Onun şiirinde şarap alev alev yanar. Işıklar ordusu dalga dalga gelir, karanlıkları bozar, kaçırır. Sarhoşun sendelemesi, dilinin peltekleşmesi', yıkılıp kendinden geçmesi, yahut delinin zincirini gevelemesi, zincirden boşanan çılgının pazara girince tezgâhların yıkılması, halkın birbirini çiğneyerek kaçışması, kıtlık, açlık, bir dilim ekmek için yenen şamarlar, kendilerini beğenenlerin bıyık buruşları, hükümetin mal müsadereleri, başı havalı âşık, insanlığı temsil eden sevgili, bütün bunlar, onun hayattan aldığı ve işlediği şeylerdir.

Ağacın yerden el çıkarıp yücelişi, taze ve sıcak bir somunun güzelliği, bayat ekmeğin ufalanıp yerlere döşenmesi, onun gözünden kaçmaz. Gerçeğe ulaşmamış ve bir fikre saplanıp kalmış olanları, hiç içeriye girmeyecek olan kapı mandalına, kabiliyetsizlere söz söylemeyi kaya kaşımaya, ölü yıkamaya benzetir.

Sır saklamanın lüzumundan bahsederken denizin, kesesini bağlayıp suratını buruşturarak sert bir halde, bende inci ne gezer, diye oturuşunu örnek verir. Terk edilişini anlatırken, beni der, dişinin dibinde kalmışım gibi diliyle çıkarıp attı. Ayrılığını anlatırken, elindeyken der, taze bir somun gibiydim, kıpkırmızı bir yüzüm vardı; senden ayrılınca bayat ekmek gibi ufalandım, yerlere serildim; gel, beni yerlerden topla. Dostuna, acele gelmesini söylerken, aman der, ayağına diken bile battıysa çıkarmak için oturma; başına kil sürmüşsen bile su dökünme, yıkanma, hemen gel.

Hicranı, göze yamanıp kalmış göz ağrısına, iştiyakı, yüzünü göklere tutan yere benzetir. Hakikat erlerinin ihtilâfını, eşek satanların kavgasıyla, gürültüsüyle anlatır; hepsi bir ayrı lâf söyler, bir kavgadır, bir gürültüdür kopmuştur; fakat maksat eşeğin satılmasıdır; hepsi aynı fikirdedir.

Hakikate erenler deniz gibi susarlar onca. Hiçbir şeyden haberleri olmayanlarsa dalga gibi gürlerler. Güneş ateşten bir kaftan giymiş, dünyayı aydınlatmadadır; o da ateşlere bürünmüştür, dünyayı aydınlatmak ister. Bir bölük halk, akılla sarhoştur, bir bölük halk, akılsızlıktan sarhoş. Bir küpteki şaraptan herkes başka bir çeşit esrimiştir.

Bir gülden, her ayakta başka bir çeşit diken vardır. Fakat hakikat erenlerinin sarhoşluğu, büsbütün başkadır. Dünyaya sahip kişilerdir onlar. Sefere çıktılar mı güneşle ay yastık olur onlara. At sürdüler mi yedinci kat gök meydanlarıdır. Felek sofrasına otururlar amma güneş gibi ay'ı bir lokma yaparlar. Kâh gök gibi karınlarını ayla, güneşle doyururlar; kâh güneş gibi karınları olmadığı halde bütün bulutları yutarlar. Yıldız kâseleriyle şarap içerler. Birbirlerinin aşkıyla candan geçerler. Dünyayı istemez onlar, dünya onları ister. Gönül gibi altüst olmuşlardır.

Can gibi ne başları vardır, ne ayakları. Gülden neşeli, selviden hürdür onlar. Elbiseleri güneş ışığıdır. Kan dalgaları arasındadırlar, fakat etekleri tertemizdir. Diken içindedirler, fakat gül gibi gülerler. Mahpusturlar, fakat küpteki şarap gibi coşarlar. Kayıtları yoktur onların. Cehennemi sömürüp içmedeler, cenneti dileyene bağışlamadalar. Bayrak sahibi padişahları bir habbeye bile almazlar, alkışa ihtiyaçları yoktur. Bin bile olsalar hepsi birdir. Birbirlerine secde eder onlar. Şehirlerinde bir tek hâkim vardır ve her kalpte yaşayan, her yürekte çarpan odur: Sevgi, insanlık sevgisi. '

Şiirlerini bu unsurlarla ören, bilgiye âşık olan, âdeta modern bir şair hüviyeti taşıyan Mevlânâ’da devrinin bütün âdetleri, gelenekleri, inançları, olayları görülmededir. Beyler azametle bıyık burmadadır, padişahlar rüşvet almada. Belli olsunlar diye kölelerin yüzleri dağlanmada. Askerler, savaş, savaş aletleri, Moğol akını, yıkılan şehirler, yanan köyler, divan, kâtipler, kadı, vali, muhtesip, kale dizdarı, kale köprüsünden geçerken alınan ayak bastı parası, haraç, herhangi bir babayiğit yüzünden haraç alınamayan köy. Karanlık sokaklar, geçit vermez dağlar. Şehirlerde kurulan pazarlar, noksan teraziler, hırsızlar, kale duvarlarındaki resimler, kesik başlar.

Kafes arkasındaki kadınlar, delilere taş topaç atan, yahut değneğe binip at koşturan sokak çocukları. İmaretler, tekkeler, yalancı şeyhler, doğmatik bilginler, klasik bilgi, meyhaneler, sarhoşlar. Ahiler, rintler, düğünlerde çalınan davul, zurna, dümbelek, sipahiler. Av, avcı, doğanlar, tavla ve satranç düşkünlüğü, top ve çevgân oyunu. Zindan, uykudan medet uman mahpuslar, cemiyete bir yara olan bekâr odaları. Posta güvercinleri, güvercinlikler... Hâsılı bütün ülke, ülkedeki her şey, onun şiirlerinde haşir neşir olmadadır.

Mevlânâ, devrinden önceki hayatı bize verdiği gibi devrinin bütün hususiyetlerini de, büyük bir sadakatle vermededir. Fakat o, bununla da kalmaz. İleri bir görüşle, insanî bir duyuşla geleceği de duyar, sezer, hatta görür, bize de gösterir. Bu bakımdan Mevlânâ, yalnız İran edebiyatında değil, dünya edebiyatında tek şairlerden biridir, dünya çapında bir şairdir, bir mütefekkirdir.

«Mevlânâ Celâleddin» adlı eserimizi yazarken, büyük insanın bâzı şiirlerini, nazmen tercümeye kalkışmıştık. Fakat divan tekniğiyle tercüme etmede ne bir mana vardı, ne bir fayda. Bugünün genci, bugünün gençliği, bundan hiçbir şey anlayamazdı, hiçbir zevk alamazdı. Bu yüzden, şairliğinden, hem de büyük bir şair oluşundan zerre kadar şüphemiz olmayan A. Kadir’e başvurduk. A. Kadir Mevlânâ'nın on gazeliyle yedi rubaisini büyük bir kudretle yenileştirdi. Yenileştirirken asıllarını defalarca okudu, okuttu. Her şiirde esas fikri, her şiirde tekrarlanan temi buldu, her şiirdeki havayı kavradı. Bir şiir üzerinde günlerce değil, aylarca uğraştı.

Bu sefer, Mevlânâ’nın otuz altı gazeliyle sekiz rubaisini memleket irfanına, bugünün gençliğine sunuyor. Bu şiirlerin bir kısmı, bazı dergilerde yayımlandı, beğenildi. Mühim bir kısmıysa hiçbir yerde yayımlanmadı. Kudretli şair, beş yıldan fazla bir zamandır, bu işle uğraştı, zaman zaman Mevlânâ’nın şiir dünyasında yaşadı. Sunulan şiirlerde kronolojik bir tertip vardır ve bu tertip, zoraki değildir, şiirlerden açıkça belirmededir.

Şiirlere verilen adlar, şiirlerdeki ana fikri belirtmektedir. Fakat A. Kadir, bu adları da şiirlerden almıştır, kendisi vermemiştir o adları.

A. Kadir’in bu yenileştirmelerinde, en mühim nokta, asıllarına harfi harfine uygun olmasını sağlamış bulunmasıdır. Hatta şair, bunun için her şiirin başına, Farsça aslının ilk beytini yazmış, karşılaştırmak isteyenlere kolaylık göstermiştir. Şiirlerin bir beyti, A. Kadir’de bazı kere bir, bazı kere üç beş mısra olmuş, fakat o, hiçbir vakit, ana fikri alıp onu yeniden, bir başka tarzda şiirleştirmek yolunu tutmamış, daima asla sadık kalmıştır. Gazellerin bazı beyitleri, o zamanın bilgisiyle izah edilebileceğinden bazı gazellerde, bu çeşit beyitleri yenileştirmemiş, onları feda etmiştir ki bunda da mazurdur.

Hâsılı bu işe onu teşvik ettiğimden dolayı kendimi bahtiyar sayıyorum. Büyük şair ve mütefekkir Mevlânâ’yı, bugünün Türkçesiyle, bugünün şiir tekniğiyle bize sunan A. Kadir’i candan, gönülden tebrik eder, büyük bir başarı kazandığı bu işte devamını, meselâ, Firdevsî’yi, Hâfız’ı, Sâ’dî'yi ve diğer değerleri de bu tarzda vermesini temenni eylerim.

İstanbul, Ekim 1955

ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI
Bugünün Diliyle Mevlânâ, S. 5-11

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI